Ömer Çelik
HER ŞEY FÂNÎ ALLAH BÂKÎ
Rivâyet edilir ki, Büyük İskender, seferlerinin birinde hikmet ehli kimselerin bulunduğu bir yarımadaya uğradı. Burası son derece büyük bir yarımadaydı. Orada bir toplulukla karşılaştı. Bunların elbiseleri ağaç yaprakları, evleri kaya oyuklarındaki mağaralar idi. Onlara hikmetle alakalı meseleler sordu. Onlar da yumuşak bir üslupla en güzel cevapları vermeye çalıştılar. İskender onlara:
“- İhtiyaçlarınızı söyleyin, derhal yerine getirilsin” dedi. Onlar:
“- Senden bizi dünyada ebedi kılmanı istiyoruz” dediler. İskender:
“Bunu ben nasıl yapabilirim? Alıp verdiği nefesine bile güç yetiremeyen aciz bir varlık, nasıl olur da size ebedilik bahşeder?” dedi. Büyükleri dedi ki:
“- Senden hayatta kaldığımız sürece bedenlerimize sıhhat vermeni istiyoruz.” İskender:
“- Ben buna da güç yetiremem” dedi. Onlar:
“- Peki o halde bize ne kadar ömrümüz kaldığını söyle” dediler. İskender:
“- Ben kendimin ne kadar ömrüm kaldığını bilmiyorum, sizinkini nasıl bileceğim” dedi. Bunun üzerine o topluluk:
“- Bırak da biz bunları, bunlara ve bunlardan daha büyüklerine güç yetirebilen birinden isteyelim!” dediler.
Bu arada insanlar İskender’in ordusunun çokluğuna ve alayının büyüklüğüne bakıyorlardı. Aralarında Şeyh Sa’luk da vardı; başını kaldırmıyordu. İskender dedi ki:
“- Sana ne oluyor ki insanların baktığı şeye bakmıyorsun?” Şeyh şöyle karşılık verdi:
“Senden önce gördüğüm hiçbir mülk ve saltanat beni hayrete düşürmedi ki, sana ve senin saltanatına bakayım!” İskender:
“- Neden böyle söylüyorsun?” deyince Şeyh dedi ki:
“- Bizim bir kralımız ve ismi Sa’luk olan fakir bir kimse vardı. İkisi aynı gün öldüler. Bir müddet oradan uzaklara gittim. Döndüğümde kabirlerine vardım, kralı o fakirden ayırmaya çalıştım, fakat tanıyamadım!”
İskender onları o halde bıraktı ve yoluna devam etti…
Bu ibretli hikâye dünyanın fâniliğini, insanın çâresizlik ve âcizliğini ne güzel izah eder.
Gerçekten de dünya fânidir. Yok olmaya mahkumdür. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın “Bekâ” sıfatının dünyada tecellisi yoktur. Dünyada gördüğümüz göremediğimiz, bildiğimiz bilemediğimiz ne varsa hepsinin bir sonu vardır. Her şey vakti gelince bu hayattan silinip gidecektir. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın zâtı bâki kalacaktır. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Gökler, yerler ve onların üzerinde bulunan her şey, eninde sonunda yok olup gidecektir. Nihâyetsiz kudret ve ikrâm sahibi olan Rabbinin zâtı ise ebedîdir, sonsuzdur” (Rahmân 55/26-27)
Yüce Rabbimiz, kulların kolayca anlayabilmeleri için dünya hayatının fâniliğini çok güzel misallerle anlatır. Bu âyetlerden birinde şöyle buyrulur:
“Dünya hayatının misâli şudur: Bir su, onu gökten indiririz, insanların ve hayvanların yedikleri yeryüzü bitkileri onunla biter ve birbirine sarmaş dolaş olur. Nihâyet yeryüzü zînetini takınıp regârenk süslendiği ve sahipleri de onun mahsulâtını devşirmeye kadir olduklarını zannettikleri sırada birden emrimiz gece veya gündüz ona gelir; sanki dün hiç üzerinde bir şey yokmuş gibi biçilmiş hâle getiririz. İşte biz, düşünen bir toplum için âyetleri böyle geniş geniş açıklarız.” (Yunus 10/24)
Gökten indirilen yağmur vesilesiyle yerde insanların ve hayvanların yiyecekleri türlü türlü bitkiler yeşerir, yeryüzü süslenir, güzelliğin kemâline erişir, yeşillenir ve şenlenir. Her alanda gürleşmiş mahsulatlar kendini gösterir. Bu, gerçekten göz alıcı ve gönül aydınlatıcı mükemmel bir manzaradır. Bu manzara karşısında o tarlaların, bağların ve bahçelerin sahipleri çok sevinirler; bu mahsulâtları devşirmenin, yemenin ve satıp kâr etmenin hesabını yaparlar. Onlar böyle bir umut ve beklenti içinde iken gece veya gündüzün herhangi bir saatinde Allah’ın emriyle ansızın çıkan dondurucu bir kasırga veya sel gibi bir felaket bütün o mahsulâtı kökünden söker, atar, yok eder. O yer, sanki dün o mahsulatla hiç yeşillenmemiş, süslenmemiş ve şenlenmemiş gibi olur. İşte dünya hayatı da böyle kısa süren bir bahar mevsimine benzer. İnsan gençlik çağına gelir, kuvvet kazanır, hiç ölmeyeceğini sanır. Birdenbire ölüm gelir; o kuvvetli, canlı bedeni deviriverir, sanki o kimse hiç yokmuş gibi olur.
Dikkat çekici bir diğer âyet-i kerime de şöyledir:
“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme, mal ve evlatta çokluk yarışından ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibi ki, onun bitirdiği ekinler çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar; sen onu sapsarı kesilmiş görürsün. Sonra da çerçöp hâline gelir. Âhirette kâfirlere şiddetli bir azap, mü’minlere de Allah’tan bir bağışlama ve rıza vardır. Dünya hayatı ise, bir aldanma metaından başka bir şey değildir.” (Hadîd 57/20)
Dünyânın fânîliği ve Süleymân (a.s)’ın muazzam saltanatının bile geçiciliği, bir öğüt ve darb-ı mesel hâline gelmiştir. Ziyâ Paşa şöyle der:
Seyr etti hevâ üzre denir taht-ı Süleymân,
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde!.
Rabbimiz yine bir “çınar ağacı”yla dünyâ hayâtının misâlini bildirir. Büyük ve ihtişamlı bir ağaç olan çınar, kış gelince yapraklarını döker ve hâl lisânıyla ölümün hak olduğunu sessiz-sözsüz haykırır. Baharda ise yeşillenen yapraklarıyla sanki ölümden sonra dirilişin timsâli olur. Fakat bütün ihtişâmına rağmen çınar ağacının bir meyvesi yoktur. Hattâ kereste bile olmaz, sadece odun olabilir. Yâni faydası azdır. Bu bakımdan çınar ağacı hâl lisânıyla bizlere; “Fânîliğinizi idrâk edin ve benim gibi meyvesiz olmayın!” der.
Hz. Ali (r.a) şu nasihatte bulunur:
“Dünyaya üzülme! Çünkü dünya altı şeyden ibarettir: Yiyecek, içecek, giyecek, koklanacak, binecek ve evlenilecek şeyler. En güzel yiyeceği baldır, o ise bir tür sineğin tükrüğüdür. En bol içeceği sudur, bütün canlılar bu hususta birbirine eşittir. En üstün giyeceği ipektir, bu ise bir kurtçuğun dokumasıdır. En üstün kokusu misktir, bu da bir farenin kanıdır. En üstün bineği attır, yiğitler onun sırtında öldürülür. Nikâhlanacaklara gelince, onlar da kadınlardır. Bu ise aslında bir sidik yolunun, bir sidik yolunda olması demektir. Allah’a yemin ederim ki, kadın en güzel yerini süslemekle birlikte, onun en çirkin yeri arzu edilir.” (Kurtubi, XVII, 255)
Dünya hayatının aldatıcı bir meta olması, ahiret hayatını istemekten alıkoyması sebebiyledir. Yoksa Allah Teâlâ’nın rızasına ve ahiretin kazanılmasına vesile edinilmesi durumunda o, en güzel meta haline gelir. O halde çok kimsenin aldandığı bir aldanma metaı olan dünya hayatına kanmamak, aksine onu Rabbin rızası istikâmetinde en faydalı bir şekilde değerlendirmek gerekir. Bunu başarabilmek için de onun geçici zevklerine kapılmayıp, sonunda mutlaka vuku bulacak ayrılık endişesi ile bir taraftan âhiretteki şiddetli azabı, bir taraftan da mağfiret ve hoşnutluğu düşünmeli; yalnız azap korkusu ile değil, o mağfiret ve hoşnutluğa layık bir aşk ve muhabbet ile ahiret için çalışmalı, genişliği gökle yer gibi olan cennetlere doğru koşmalıdır.
Fâni olmasına rağmen dünya zineti insanları kendine bende etmektedir. Onlardan gönlünü kurtarabilenler azın azıdır. Şu bir hakikat ki, ancak iç âlemini ma‘rifet nûru, muhabbet zıyâsı ve şevk parıltılarıyla süsleyen, dışını da hizmet âdâbı, himmet şerefi ve üstün vasıflarla bezeyen kimse dünyanın câzibesine kapılmaktan kendini kurtarabilir. Bunun için de kişinin kabri ve çürümeyi unutmaması, dünya ziynetinin gereksiz olanlarını terk etmesi, bâkiyi fâniye tercih etmesi, yarını hesaba katmayıp kendini ölülerden sayması lazımdır.
Hz. Mevlâna (k.s), dünya hayatında gel geç fânî sevdalara aldanmamamız gerektiğini o tatlı ve etkileyici üslubuyla ne güzel anlatır:
“Sen, ey ilkbahar güzelliğine karşı dudak ısıran, hayran olan kimse! Bir de sonbaharın sararmış hâline ve soğukluğuna bak!”
“Şafak vaktinde, güzel güneşin doğuşunu görünce, gurûb zamanı, onun ölümü demek olan batışını hatırla!”
“İnsan da aynı bu mâcerayı yaşar. Kemâli ve cemâli, zevâle mahkûmdur.”
“Güzel bir çocuk; bakarsın, güzelliği ile halkın sevgilisi olmuştur. Bir müddet sonra, ihtiyar bir bunak haline gelir ve halka rezîl olur!”
“Eğer gümüş tenli güzeller seni avladıysa, ihtiyarlıktan sonra bir de pamuk tarlasına dönen o bedene bak!”
“Ey yağlı-ballı yemekler ve nefis gıdalar görüp imrenen! Kalk helâya git de, onların akıbetini orada gör!” (c.4, 1596-1601)
Bu ölmez gerçekleri izah ettikten sonra Hz. Mevlâna nasihatlerine şöyle devam eder:
“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan, odur.”
“Bedenine, yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezîl olup gidiyor.”
“Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin.”
O halde insan bu fâni hayatta ebediyen kârını görecek bir ticaretin peşinde olmalıdır. O da üsve-i hasene olan Efendimiz (s.a.v)’i tanımak, onun sünnetini sahrada susuz kalan kişinin suya duyduğu bir iştiyakla okuyup öğrenmek, anlamak ve yaşamaktır. Onun yaşadığı takvâ hayatını yaşamaya çalışmaktır. Aslında takvâ, insanın kendi fânîliğini unutmamasıdır. Zira terbiye ve tezkiye edilmemiş nefsin mayasında fânîliğe isyan vardır. O nefis, sonsuzluğun seyyâhı olmak ister. Dünyadaki fânî hayatın kabına sığamaz. Ebedîliğin hasretiyle fânilikten kaçış hâlindedir. Bu yüzden fânîliği hatırlatan ölüm, nefsin gözünde korkunç hâle gelir. Aklın ve kalbin icabı ise, kuru bir ölüm korkusu yerine, nefsânî arzuları bertaraf edip güzel ameller işleyerek ölümü güzelleştirmektir.
Büyüklerden biri der ki:
“–Dünyadan ebedîlik isteme, kendinde yok ki, sana versin!..”
Hz. Ömer de, dünyanın gerçek yüzünü ifade eden ve bu fânî dünyada hür yaşamanın yolunu gösteren hikmetli bir sözünde:
“–Dünyaya az meylet ki, nefsinin esaretinden kurtulup hür yaşayasın!..” buyurur.
İnsanın ölümü sık sık ve derin olarak tefekkür etmesi, fâniliği unutmayıp, vaktinin kıymetini bilmesi ve bir an önce günahlarına istiğfar etmesi bakımından çok mühimdir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v):
“Ölümü çokça hatırlayın! Çünkü ölümü hatırlamak, insanı günahlardan arındırır, dünyâya karşı zâhid kılar. Eğer siz zenginken onu anarsanız, zenginliğin âfetlerini giderir. Fakirken onu anarsanız, hayatınızdan hoşnûd kılar.” (Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 47) buyurmuştur.
Hz. Ali (r.a) der ki:
“–Dünya arkasını dönmüş gidiyor, âhiret ise yönelmiş geliyor. Bunlardan her ikisinin de kendine has evlatları var. Sizler âhiretin evlatları olun. Sakın dünyanın evlatları olmayın. Zira bugün amel var hesap yok, yarın ise hesap var amel yok.” (Buhârî, Rikâk 4)
Bu bakımdan olgun akıl sahibi Allah dostları, şu gel-geç âlemden sıyrılarak, dünyânın fânî lezzet ve alâkalarına aldanmazlar ve «ölmeden evvel ölünüz» sırrı ile sonsuzluk iklîmine kanat açarlar. Öncelikle: “Ölür ise ten ölür; canlar ölesi değil!” diyerek ten esaretinden kurtulur, gönül yolculuğuna devam ederler. Nihâyet Allah Teala’nın rıza ve muhabbetine ererek: “Canlar cânını buldum, bu cânım yağma olsun” derler.