Fetih Ruhu

FETİH RUHU

Ömer Çelik

Hayber’in fethiydi.

Allah Rasûlü (s.a.v) Hayber’i kuşatmış, zafer için her türlü adımlar atılmış, şartlar hazırlanmıştı. Sadece kale kapısını açıp içeri girmek kalmıştı. Efendimiz (a.s) bunu yapacak bir cengâver bekliyordu. Beklenen o cengâver Allah’ın Arslanı Hz. Ali (r.a)’dı.

Alemlere Rahmet (s.a.v), Hz. Ali’yi Hayber kalesinin kapısını açmak üzere gönderirken ona, İslâm’ın fetih rûhunu kıyamete kadar bütün çağlara, zamanlara ve mekanlara nakşeden şu muhteşem nasihatte bulundu:

 “Ey Ali! O kavmin yanına vardığın zaman ilk olarak onları Allah’tan başka ilah olmadığını ve Hz. Muhammed (s.a.v)’in de O’nun kulu ve rasûlü olduğunu kabûle davet et!… Allâh’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin vâsıtanla bir tek kişiyi hidâyete erdirmesi, (en kıymetli dünyâ nîmeti sayılan) kızıl develere sâhip olmandan daha hayırlıdır” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî 9).

Aslında fetih; fethetmek, açmak demektir. Gönüllerin kapılarını açmak, ülkelerin kapılarını açmak hep fetihtir. Çünkü fethedilmeyen gönüller kapalı, elde edilemeyen ülkelerin kapıları da kapalıdır. Zira fetih, kapalı kapıları açmaktır. Gerçek fetih ise gönül kapılarının Allah’a açılmasıdır. Gönüllerin Allah ile buluşması ve gönüllerin Allah ile buluşturulmasıdır.

Hira dağında aldığı “Rabbinin adıyla Oku!” fermanıyla, Rasûlüllah (s.a.v)’in gönül kapısı, bir daha kapanmayacak şekilde ilâhî dergâha açıldı. Efendimiz (s.a.v)’in tertemiz kalbi, gerçek mânada bir fethe nâil oldu. Rabbiyle buluştu. O’na inandı. O’na bağlandı. Döndü, irşada başladı. İlk olarak Hz. Hatice’nin gönlünü fethetti. Onu Hz. Ebubekir, Hz. Ali, Hz. Zeyd, Aşere-i Mübeşşere izledi. Fethedilip Rabbe açılan gönüller, yeni gönüller fethetmeye başladılar. Işıldayan mum, diğer mumları tutuşturuyor, kendi nûruna nûr katıyordu. Dağ yamacından hareket eden nur gibi bir kartopunun aşağıya indikçe büyüyüp gelişmesi gibi, Rabbe açılan gönüller arttı, birleşti, kaynaştı. Gerçek fethe nail olmuş nebevî gönlün etrafında ülfet ederek büyük bir gönül oluştu. “(Resûlüm), eğer sen yeryüzünde bulunan her şeyi harcasaydın onların gönüllerini birleştiremezdin; fakat Allah onları (kardeş yaparak) birbiriyle kaynaştırdı” (Enfal 8/63) âyetinin sırrı tecelli etti.

Akabe bey’atleri Medine’nin fethinin ilk ışıkları oldu. Mus’ab b. Umeyr (r.a) Rabbe açılmış gönlünü Medine’ye taşıdı. Orada sabah akşam gönülleri birer birer fethederek Rabbe kavuşturdu. Bu açıdan Kur’an en büyük fetih anahtarıydı. Dokunduğu kalp kapılarını ilâhî bir sır ve hikmetle hidâyete açıp açıp duruyordu.

Bu sırada Allah Rasûlü (s.a.v)’in gönül fethini nihâi noktasına ulaştırmak için esrârengiz İsrâ ve Miraç mucizeleri yaşandı. Öyle ki o müstesnâ gönül Rabbini gördü. Gözü ne şaştı ne de maksudu aştı. Sadece göreceğini gördü.

Bedir büyük bir fetihti; İslâm’ı saran çelikten siperleri, demirden kaleleri yerle bir etti. Küfrün belini kırdı. İslâm’ın ufkunu açtı, güzergâhını belirledi.

Uhud bir fetihti; kim dünyayı, kim ukbayı istiyor, bütün netliği ile ortaya koydu. Gerçek başarı ve kazancın ahiret başarısı ve kazancı olduğunu kalplere sindirdi.

Hendek bir fetihti; düşman güçleri İslam karşısında bir daha o şekilde toplanamayacak bir halde hezimete uğrayıp gitti.

Hudeybiye bir fetihti.  Allah Resûlü (s.a.v) bu dönemde yetiştirdiği irşad ekiplerini çeşitli yerlere gönderme fırsatı buldu. Bütün Arap Yarımadası’nda İslâm’ın sesi duyuldu. Artık her yerde Kur’ân sesi yükseliyor ve herkes İslâm dinine koşuyordu. İmam Zührî, Hudeybiye Anlaşması’nın gerçek fetihlere vesile olan netîcelerini şu şekilde hulâsa eder:

“Daha önceleri müslümanlarla müşrikler, karşılaştıkları her yerde savaşmış ve çarpışmışlardı. Hudeybiye barışı olunca harp ve çarpışma sona erdi. İki taraf arasında güven ortamı teşekkül etti. Birbirleriyle görüşüp kaynaşma imkânı buldular. Hattâ muhtelif konularda yardımlaşmaya başladılar. Bu sırada kime İslâm’dan söz açılsa, biraz düşündükten sonra hakîkati kavrıyor ve hemen müslüman oluyordu. Öyle ki, Hudeybiye’den Mekke fethine kadarki iki senede zarfında müslüman olanların sayısı, Hudeybiye’ye kadar ge­çen on dokuz senelik İslâmî dâvet netîcesinde müslüman olanların sayısından daha fazla ol­muştu” (Heysemî, VI, 170; İbn-i Hişâm, III, 372).

Hayber bir fetihti; İslamı yüceltmek ve İslam tebliğini yaymak için dünya imkânlarını Müslümanlara açtı.

Mekke’nin fethi “Fethu’l-Fütûh” yani “Fetihler Fethi” oldu. Çünkü, İslâm’ı tüm dünyaya yayacak, her dilden her ırktan milyonlarca insanın İslam’la buluşmasını sağlayacak Mekke halkının gönüllerini savaşsız ve kansız olarak hidâyete açtı. Bu vesileyle bütün dünya İslâm’ın büyüklüğünü tanıdı.

Zaten dinimizde cihadın tek gayesi budur. Allah ile gönüller arasındaki engelleri kaldırmak, gönülleri Allah’a açmaktır. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’de Fetih sûresi birinci âyette “feth-i mübîn”, yani “apaçık fetih”ten bahsedilirken, bu fethin ne olduğu ve nasıl hayırlı neticelere vesile olduğu şöyle haber verilir:

– Gelmiş-gelecek günahların affedilmesi,

– Nimetin tamamlanması,

– Dosdoğru yola ulaştırma,

– Benzersiz bir yardım,

– Mü’minlerin kalplerine sekînet ve huzurun inmesi, imanlarına iman katılması,

– Altlarından rmaklar akan cennetlere, Allah katında büyük bir başarıya ulaşmaları.

Yine Nasr sûresinde haber verildiği gibi, “Allah’ın yardımı” ve “fetih” geldiğinde vuku bulan hayırlı netice, aynı şekilde gönüllerin hidayetle buluşup Allah’a açılmasıdır. Çünkü devam eden ayette: “İnsanların Allah’ın dinine bölük bölük girdiğini gördüğünde” (Nasr 110/2) buyrulur. Sonra da böyle bir fethi lütfetmesi sebebiyle Yüce Rabbimiz, fetihten maksadın Allah’a kulluğun artırılması, O’na daha çok yakın olmaya çalışılması olduğunu bildirir. Burada Efendimiz (a.s)’a ve onun şahsında tüm mü’minlere üç husus emredilir:

– Allah’a hamdetmek; nihâyetsiz güzellik ve yüceliği sebebiyle O’nu övmek ve O’na şükretmek. Çünkü bu büyük başarı, kulun gayreti ve marifeti sonucu değil, tamamen Allah’ın lütfuyla olmuştur. Bunun için kul Allah’a şükretmeli, kalp ve lisan ile bunu itiraf etmelidir.

– Allah’ı tesbîh etmek; O’nu her türlü noksan sıfatlardan uzak tutmak, her bakımdan O’nu tenzih etmek. Çünkü Allah, dininin yücelmesi için kulların çalışma ve gayretlerine muhtaç olmaktan münezzehtir. Gayretlerin başarıya ulaşması, ancak Allah’ın yardımı ile olabilecektir. Allah Teala bir işi istediği kuluna yaptırabilir. Bir kula bunun gibi bir hizmeti yaptırması, aslında ona Allah’ın bir ihsanıdır. Allah’ın bizim üzerimizdeki ihsanı da onun dinine hizmet etme şerefini bize vermesidir.

– Allah’a tevbe ve istiğfar etmek; eksiklikleri, kusurları ve günahları için Allah’tan bağışlanma dileme. Bir kimse Allah’ın dini için ne kadar zorluğa katlanmış olursa olsun aklına hiçbir zaman Rabbinin hakkını ödediği düşüncesi gelmemelidir. Tersine, insan her zaman “ben aslında yapmam gereken kadarını bile yapamadım” şeklinde düşünmelidir. Allah’a, O’nun hakkını ödemede ne kadar eksikliği varsa affetmesi ve yaptıklarını kabul etmesi için dua etmelidir.

Hz. Ebubekir (r.a)’in şu hali, İslâm’da cihaddan, her türlü sözlü ve fiili mücadeleden maksadın gönülleri İslâm’la buluşturmak olduğuna ne güzel bir misal teşkil eder:

Hz. Ebubekir (r.a), servetinin çoğunu köleleri hürriyetine kavuşturmak ve onların hidâyetine vesîle olmak için sarf ederdi. Zîrâ bir insanın hidayetine vesile olmak, bir mü’mini sevindirmek ve onun kulluk vazifelerini huzur içinde îfâ edebilmesini sağlamak, Ebubekir (r.a) için târif edilmez bir saâdet kaynağı olmuştu. Servetini bu şekilde harcayıp tüketmesinden hoşlanmayan babası Ebû Kuhâfe birgün:

“–Oğlum, sen hep zayıf ve güçsüz köleleri satın alıp âzâd ediyorsun. Madem köle âzâd edeceksin, şöyle güçlü-kuvvetli köleler satın al da, tehlike ve kötülüklere karşı önünde durup seni korusunlar” der.

Hz. Ebubekir ise her harfinden “ihlâs” sızan ve asıl gayenin Allah için gönülleri fethetmek olduğunu haykıran şu muhteşem cevabı verir:

“–Babacığım, benim böyle davranmakta yegâne maksadım Allâh’ın rızâsını kazanmaktır. Ben onları âzâd etmekle ancak Allah katındaki mükâfâtı istiyorum” (İbn-i Hişâm, Siret, I, 341).

Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurur:

“Hidâyet yoluna dâvet eden kimse, ona tâbî olanların ecirleri kadar ecir alır. Bu, kendisine tâbî olanların ecrinden de bir şey eksiltmez!..” (Müslim, İlim 16; Ebû Dâvûd, Sünnet 6/4609).

Ecdadımızdaki fetih ruhu da böyle Kur’anî esaslar ve nebevî düsturlar üzerine bina edilmiştir. Onlar kendilerine dâima Allah Rasûlü (s.a.v)’i ve sahabe-i kirâmı örnek almışlardır. Nitekim İstanbul’un fatihi Fatih sultan Mehmet Han, Allah yolunda yaptığı cihatlardaki ve fetih hareketlerindeki niyetini şöyle dile getirir:

İmtisâl-i «câhidû fillâh» olupdur niyyetüm

Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretüdür gayretüm

“Niyyetim; «Allâh yolunda cihâd ediniz!» emrine riâyet etmektir. Gayretim de, İslâm dîninin hâlis ve ulvî gayretidir”.

Enbiyâ vü evliyâya istinâdım var benim,

Lutf-i Hakk’dandır hemân ümmîd-i feth u nusretüm

“Benim, peygamberlere ve Allâh dostlarına bağlılığım vardır. Fetih ve zafer ümîdim de, dâimâ Allâh’ın lutfundandır”.

Yine Fatih Sultan Mehmet Han (r.h) ile alakalı şu hatıra, ecdadımızın Allah yolunda cihad ederek, üç kıtada at koşturması ve kılıç sallamasındaki gerçek niyeti ve o asîl fetih ruhunu ne güzel ifade eder:

Fatih Sultan Mehmet, Trabzon Rum imparatorluğu üzerine sefere çıkmıştı. Şehre arkadan ulaşmak için dağlık ve ormanlık bir arâzîden geçiliyordu. Bazen baltacılar, önden yol açıyorlardı. Yolun müsâit olmadığı bir yerde Fâtih’in atı kaydı. Fâtih, bir kayaya tutunmak için uğraşırken elleri kanadı. Bu hâli müşâhede eden beraberindeki Uzun Hasan’ın anası Sârâ Hatun, tam fırsatı olduğunu düşünerek:

“–Oğul! Han oğlu hansın! Bir yüce hükümdarsın! Trabzon gibi küçük bir kale için bunca meşakkate katlanman revâ mıdır?” dedi.

Çünkü Uzun Hasan, Trabzon Rum imparatorluğu ile akrabâlık te’sîs etmiş ve bu yüzden anasını, bu seferden vazgeçmesi için Fâtih’e ricâcı göndermişti. Fâtih, elleri sıyrıklarla dolu olduğu hâlde doğruldu ve şöyle dedi:

“–Ey ihtiyar ana! Bilmez misin ki elimizde tuttuğumuz, İslâm dininin kılıcıdır. Sen zanneyleme ki, çektiğimiz bunca zahmetler, kuru bir toprak parçası içindir. Bilesin ki, bütün gayretlerimiz Allah’ın dînine hizmettir. İnsanları hidâyete kavuşturmaktır. Yarın Allah’ın huzûruna vardıkda, yüzümüz kara olmasın diyedir. Elimizde İslâm’ı teblîğ ve yüceltme imkânları varken, birtakım zahmetlere katlanmayıp ten rahatlığını tercîh edersek, bize gâzî denilmesi revâ olur mu? Küfür ehline İslâm’ı götürmezsek, onların azgınlıklarına mânî olmazsak, huzûr-i ilâhîye hangi yüzle çıkarız?!.”

Bugün aynı fetih ruhuyla ve büyük gayretlerle gönüllerin İslâm’la hidayet bulması ve Allah’a açılması için çalışmak biz Müslümanların en mühim manevi mesuliyetimizdir. Bunun için bir kişinin hidayetine vesile olmanın bütün dünyadan daha hayırlı ve bereketli olacağı inancıyla canını ve malını Allaha adayacak, cennet karşılığı nefsini ve servetini satacak İslam cengâverlerine ihtiyaç vardır.

Ne mutlu öyle mücahitlere!

Ne mutlu öyle fedâkar civanmertlere!

Ne mutlu öyle fetih erlerine!…

Bookmark the permalink.

Comments are closed