Zamana Yemin Olsun Ki!

Ömer Çelik

ZAMANA YEMİN OLSUN Kİ!

Sıcak bir yaz günü…

Güneşin harareti her tarafı yakıp kavuruyordu…

Elindeki buzları satmak için sağa sola koşturan birisi pazarda şöyle bağırıyordu:

“- Sermayesi eriyen bu şahsa merhamet edin!…”

Cüneyd Bağdâdî hazretleri bu sözü duyunca dehşete kapılır, düşüp bayılır.

Çünkü bu söz insan ömrünün gerçek mânasını gözler önüne serer. Aslında insana verilen ömür, güneşin altındaki bir buz gibi hızla eriyip gitmektedir. Eğer bunu ziyan eder veya yanlış yere harcarsa, insanın mutlaka hüsranına sebep olur.

Zaman izâfidir. Kişiden kişiye, varlıktan varlığa değişir. Mekanlar ve boyutlar değiştikçe zamanın işleyişi de değişir. Mesela, insan bir saniyede ancak bir adım atabilirken, ışık aynı zaman içinde 300.000 km yol alır. Uzayda öyle cisimler vardır ki, belki ışığın bir saniyede aldığı mesafeyi, onlar bir salisede veya daha az bir zamanda alabilirler. Allah ile kul arasındaki mesafe nihayetsiz olduğu halde, mü’min kalbi anında O’na ulaşır. Göz bir bakışta ta güneşi, en uzak yıldızları görür.

Bu böyle olduğu gibi, canlılar için belirlenen ömürler de farklıdır.

Sadece bir günlüğüne gözlerini hayata açıp, günün sonunda fenâ bulan nice canlılar vardır. Meleklerin ne kadar yaşadıklarını bilmiyoruz; fakat cinlerin bize göre çok uzun ömürlü oldukları malumdur.

Bir gonca açar, tüm endamıyla güzelliğini gösterir. Bir de bakarsın ki solmuş, yaprakları dökülmüş… Bir lâle, bir sünbül, bir menekşe de böyledir.

Bir bülbül tüm tazelik ve şetaretiyle öter durur. Bir de bakarsın ki, kısa bir müddet sonra nefesi kesilmiş, yok olmuştur… Küçücük kanatlarında sergilenen rengârenk ilâhî san’at tecellileriyle bir kelebek de öyle…

İnsan ömrüne gelince, aslında onun başı da belli sonu da bellidir. Şu manada;

Anne rahminde bir müddet canlı kalıp ölü doğanlar var. Doğup birkaç nefes aldıktan sonra bu hayata vedâ edenler var. Bir gün, beş gün yaşayanlardan tutalım da 80, 90, 100 sene yaşayanlar da var. Kur’an-ı Kerim, Hz. Nuh’un 950 sene yaşadığını haber verir. Bazen şahit oluyoruz; dünyanın en yaşlı insanlarını bulup haber yapıyorlar. Tek tük 120-130 yıl yaşayanlar da olabiliyor.

Ancak insan, büyük bir gaflet eseri olarak ömrünün hiç tükenmeyeceğini zannediyor. Halbuki ondan önce kendi gibi nice insanların, kalabalık insan nesillerinin ömrü bitti. Hepsi berzahtaki yerlerini çoktan aldılar bile…

Keşke ya imkânımız veya keskin bir basiretimiz olsa da her an nice alınan nefeslerin artık son nefes olduğunu, nice ruhların bir daha dönmemek üzere bedenlerini terk ettiklerini ibretle ve hayretle seyretsek…

İstanbul Mezarlıklar müdürü benim İmam Hatip’ten arkadaşım. Geçenlerde sordum:

“- İstanbul’da sizin haberdar olduğunuz günlük ölü sayısı kaç?” diye.

Cevap bana çok ilginç geldi:

“- Ortalama üç yüz!”

Belki daha fazladır. Üç yüz kişiyi bir yere toplayın, kocaman bir köy eder. Bir de Türkiye’de, dünyada her gün ölenleri düşünelim. Hasılı, her an dünyadan bir kasaba, belki küçük bir şehir halkı kadar insan bir daha dönmemek üzere öte aleme göç ediyor. Bir o kadar veya daha fazla insan da hayata merhaba diyor. İşte böyle çok sık geliş gidişlerin yaşandığı bir fani hayatta yaşıyoruz. Fakat faniliği unutuyor; burada ebedi kalacağımız zannı ve gafleti içinde altın, elmas, zümrüt değerindeki ömrümüzü, nefeslerimizi boşa harcıyoruz. Çok büyük karlar elde etme imkânı varken zarar üstüne zarar ediyoruz.

Sebep şudur: Bilgisizlik, ilgisizlik, ahrete imanın zayıflığı, yakinin azlığı, kalbi saran gaflet perdesinin kalınlığı, nefis cehenneminin karanlığı, büyük bir aldanış, ahmaklık ve akılsızlık…

Bu yüzdendir ki, merhametlerin en merhametlisi olan Yüce Rabbimiz, bizleri şöyle uyarıyor ve uyandırıyor:

“Asra yemîn olsun ki, insan gerçekten hüsrandadır. Ancak iman edip sâlih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâ! (Onlar, hüsrandan kurtulmuşlardır)” (Asr 103/1-3).

 Bilindiği üzere, “asr” kelimesi; mutlak zaman, ikindiden güneşin batmasına kadar olan zaman, seksen veya yüz yıllık zaman,  insan ömrü, Rasûlüllah (s.a.v)’in yaşadığı asr-ı saadet gibi mânalara gelir. Ancak bunların içinden “mutlak zaman” mânası tercih edildiği takdirde bu, diğer bütün mânaları da şümûlüne alır. Çünkü zaman insan ömrünün esasıdır. İnsan bütün işlerini zaman içinde yapar. Geçen her an insan ömrünü azaltır ve onu ölüme yaklaştırır. İnsan, kendisine tanınan zamanı değerlendirmesi için imtihan edilir. Onu değerlendirip değerlendirmemesine göre de bir netice elde eder.

Şöyle bir misal, konuyu daha anlaşılır kılacaktır:

Bir imtihan sınıfında talebelere sorular verilmiştir. Zaman çok hızlı geçmektedir. Saatimizin durmadan akan saniye göstergesi, zamanın ne kadar hızlı geçtiğine dair yeterli bir fikir verebilir. Burada bir saniyelik zaman bile uzun bir süredir. Şöyle bir düşünelim; imtihan sınıfında kendisine belli bir süre tanınan talebenin, o süre içinde sorulara cevap vermek yerine başka işlerle uğraşması ne kadar tuhaf bir durumdur. Böyle dağınık bir talebeye, yakınındaki saate işaret edilerek geçen zamanın zararına olduğu ve hüsrana uğrayacağı hissettirilir. Şüphesiz ki bu imtihandan kârlı çıkacak talebeler, kendilerine tanınan zamanın her anını soruları cevaplamak için kullananlardır.

İmtihanın ve bunun için belirlenen sürenin farkında olup onu sırf Rabbin rızasını kazanmaya tahsis etme açısından şu misaller ne kadar dikkat çekicidir:

İmam Rabbanî (k.s)’un torunu Şeyh Seyfuddin (r.h), her gece namazda Kur’an-ı Kerim’i hatmederdi. Sabah olunca da:

“Ya Rabbi! Geceler de ne kadar kısa. Gönül huzuruyla iki rek’at namaz kılamadan sabah oluyor!…” derdi.

Yine bir Allah dostuna:

“- Gecelerin nasıl geçiyor?” diye soruyorlar.

Cevap son derece hayret verici:

“Yüce Rabbimin huzurunda secdeye kapanıyor, doğru dürüst bir kez «Sübhâne Rabbiye’l-A’lâ» diyemeden sabah oluyor!…”

Musa Efendi (k.s) zaman zaman talebelerine şunu hatırlatırdı:

“Bir gün yani 24 saat o kadar uzun bir süredir ki, eğer insan bunu dikkatli ve nizamlı kullanırsa bu müddet içinde yapamayacağı güzel iş, sâlih amel kalmaz. Seherini ihya eder, evrad ve ezkarını yapar. Namazlarını camide cemaatle kılar. Gündüz maişetini temin için çalışır. Ne gece ne gündüz hiçbir zaman Rabbini unutmaz. Hasta ziyareti yapar. Cenaze teşyiinde bulunur. Misafir kabul eder, misafirliğe gider. İnfak eder, fakir fukarayı, garip gurebayı korur, kollar, onlara yardımcı olur. Faydalı ilimle iştigal eder, talebe okutur, kitap okur, faydalı yazılar yazar, neşreder… Yani insan istese ve azmetse, gücü ve imkanları nispetinde Allah’ın izniyle böyle güzel işlerin hepsini yapabilir”.

İşte insan her nefesini “Allah!” zikriyle, her anını bir sâlih amelle geçirmeye gayretli olmalıdır. Ancak insan zamanı değerlendirmede ne kadar dikkatli olursa olsun, kendisini zarardan ve hüsrandan bütünüyle kurtarması da mümkün değildir. Şöyle ki:

İnsanın sermayesi ömrüdür. Ömür ise her saniye, her nefes, her dakika, her saat harcanıp tükenmektedir. Her nefes geçtikçe bu nimetin sonu ve hesabı yaklaşmaktadır. Ömürden her geçen an, her harcanan nefes, ya bir iş için harcanır veya boşa geçer. Boşa geçtiyse bu elbette bir zarardır. Bir işe harcandıysa, o iş ya iyi olan bir taattir yahut kötü olan bir günahtır. Ya da ne iyi ne kötü, ikisi ortası mubâh olan bir iştir. Eğer o bir “mubâh” ise, ona harcanan vaktin istikbâlde faydalı bir eseri kalmaması itibarıyla boşuna geçmiş gibidir. Bir “kötülük” ise zaten kesin bir zarardır. Eğer yapılan, “bir ibadet ve taat” ise, ona harcanan vakit içinde onu veya bir başka ibadeti ondan daha güzel, daha mükemmel bir şekilde yapabilmek elbette mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ’ya ihlas ve tevazu içine kulluğun dereceleri sayısızdır. Zira Allah Teâlâ’nın yücelik mertebeleri ve mutlak güzellik tecellileri nihâyetsizdir. Bu sebeple insanın Allah’ı mârifeti ne kadar çok olursa korku ve muhabbeti de o nispette çok; Cenâb-ı Hakk’a olan taat ve kulluğu da o nispette daha tamam ve mükemmel olur. O halde her nefeste daha güzelini yapamayıp, daha düşük seviyede kalmakta, zâhiren kâr gözükse bile, yine bir tür ziyan olduğu görülür. Bu itibarla insanın her an bir şekilde ziyan içinde olduğu ve kendini ziyandan tamamen kurtarmasının mümkün olmadığı anlaşılır.

Bununla birlikte insan, yukarıda mealini verdiğimiz Asr sûresinde, hüsrandan kurtuluşun yolu olarak gösterilen şu dört hususu ne kadar yerine getirebilirse, o nispette zarar ve ziyandan kurtulma imkânı bulacaktır:

– İman etmek: Allah’a, âhirete, Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimiz (s.a.v)’in haber verdiği bütün esaslara kâmil mânada inanmak. Bunlar hakkında zerre kadar bir şüphe ve tereddüt taşımamak. Çünkü ancak böyle bir iman insanı, tüm kötülüklerden alıkor, onu  Allah ve Rasûlü’ne itaata, Kur’an ve sünnete ittibaya sevk eder.

– Sâlih ameller işlemek: İbadet, muamelât ve ahlakâ dair bütün güzel ve hayırlı işler amel-i sâlihtir. Dolayısıyla Allah Teala’ya ibadet sâlih amel olduğu gibi, muhtaçlara iyilik, yardım, İslâm’ı tebliğ, Allah yolunda cihad, zulme ve zâlimlere karşı mücadele etmek; hak, adalet, doğruluk, emânet, iyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşmak; helal kazanmak; ailesine, akrabasına, komşularına ve topluma karşı vazifelerini yerine getirmek; insanlara faydalı olmak ve onlara güzel davranmak hep amel-i sâlihtir. Bu sebepledir ki İmam Şafi (r.h): “Şâyet, bütün bir Kur’ân-ı Kerîm yerine sâdece Asr Sûresi inzâl buyrul­muş olsaydı, bu bile yeterdi. Çünkü onda İslâm’ın bütün esaslarını bulmak müm­kündür…” buyurur.

– Hakkı tavsiyeleşmek: Gerçek ve doğru demek olan “hak” kelimesinde şu iki mâna öne çıkar: Birincisi, doğruya ve adalete uygun gerçek sözdür. İster dinî, ister dünyevî meseleler hakkında olsun aynıdır. İkincisi, insanın yerine getirmesi gerekli olan haklardır. Bunlar Allah hakkı, kul hakkı veya nefsin hakkı olabilir. “Hakkı tavsiye etme”nin mânası ise, mü’minlerden oluşan İslâm toplumunun, hakka karşı batılın yayılmasına seyirci kalmayacak kadar duyarlı olmasıdır. İslâm toplumunda ne zaman ve nerede batıl baş kaldırsa, hakkın yanında olanlar seslerini yükseltmelidirler. Toplumda her fert sadece kendisi hakkı, doğruluğu ve adaleti yerine getirmekle kalmamalı, aynı zamanda bunu başkalarına da tavsiye etmelidir. Zira bir toplumu ahlâkî düşüş, çözülme ve yok olmaktan korumak ancak bu yolla mümkün olabilir. Eğer fert ve cemiyette bu ruh kaybolmuşsa toplum hüsrandan kurtulamaz. Şahsî olarak hak üzerinde bulunanlar, toplumun bozulmasına seyirci kalırlarsa, neticede kendileri de hak üzere devam edemezler. Hüsrandan kurtulamazlar. Nitekim Kur’an’ın haber verdiğine göre İsrail oğullarından Cumartesi yasağını çiğneyerek balık tutmaya başlayanlar üzerine azap inmiş, hepsi cezaya çarptırılmış, bu azaptan sadece günahı önlemeye çalışanlar kurtulabilmiştir (bk. A’raf 7/163-166).

Cenâb-ı Hak bu hususta şöyle ikaz buyurur:

 “İçinizden sadece zulmedenlere dokunmayacak (herkesi kuşatacak) bir fitneden sakının ve bilin ki Allah, cezâlandırması çok şiddetli olandır” (Enfâl 8/25).

Bu sebepledir ki iyilikleri emretmek ve kötülükleri yasaklamak ümmete farz kılınmıştır (bk. Al-i İmran 3/104). Ancak bu farzı yerine getiren bu ümmete, bunu devam ettirmeleri şartıyla “en hayırlı ümmet” vasfı uygun görülmüştür (bk. Al-i İmran 110).

– Sabrı tavsiyeleşmek: Birbirlerine hakkı tavsiyenin yanı sıra, mü’minlerin fert ve toplum olarak hüsrandan kurtulabilmeleri için, birbirlerine sabrı da telkin ve tavsiye etmeleri şarttır. Onlar hak ve onu koruma uğrunda karşılaştıkları bütün zorluk, musibet, meşakkat, zarar ve mahrumiyetler karşısında birbirlerine sabırlı olmayı ve sebat göstermeyi telkin etmelidirler. Her fert, bu şartlara karşı sebat göstermesi için diğerine cesaret vermelidir. Çünkü zamanın fitneleri, dünyanın aldatması, nefislerin batıl temâyülleri, hüsrana uğrayanların çokluğu karşısında hayır yapmak, doğru söylemek, Hak yolunda gitmek mü’minleri bir çok acılar çekmeye, zorluklara katlanmaya, mücâdele etmeye mecbûr kılar. Bunları başarabilmek de bütünüyle sabırlı olmaya dayanmaktadır. Nitekim Lokman (a.s)’ın oğluna nasihati söz konusu edilerek şöyle buyrulur:

“Evlâdım! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükten sakındır ve başına gelen musîbetlere sabret. Çünkü bunlar azim ve kararlılık gerektiren işlerdir” (Lokman 31/17).

Mü’minler, zamanlarını bu dört güzel amelle doldurdukları nispette hüsrandan kurtulacak ve kendilerine ebedî kurtuluşun yollarını aralayabileceklerdir. Hem fert hem de toplum olarak kötülüklerden uzaklaşıp Allah’ın rızası istikâmetinde mesafe alma imkanı bulacaklardır. Böylece insanlığı şefkat ve merhametle kucaklayacak, onlara hak ve adalet tevzi edecek, her din, ırk ve milletten insanların İslâmla buluşmasına zemin hazırlayacak ve onları İslam’ın ebedî huzur ikliminde buluşturacak mükemmel bir İslam toplumu inşâ edebileceklerdir.

Bu sebepledir ki, ashâb-ı kiram (r.a)’dan iki kişi bir araya geldiklerinde, Asr sûresini okumadan ve birbirlerine selam vermeden ayrılmazlardı (bk. Beyhaki, Şuabü’l-İman, no: 4676).

Mehmed Âkif’in şu mısraları bu hakîkati ne güzel dile getirir:

Hâlık’ın nâ-mütenâhî adı var, en başı: Hak.

Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak!

Hani, Ashâb-ı Kirâm, ayrılalım derlerken,

Mutlaka Sûre-i Ve’l-Asr’ı okurmuş, bu neden?

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh;

Başta îmân-ı hakîkî geliyor, sonra salâh,

Sonra hak, sonra sebât, işte kuzum insanlık.

Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık.

Bookmark the permalink.

Comments are closed