İnsanlığa En Büyük Nimet; Rasûlüllah

Ömer Çelik

İNSANLIĞA EN BÜYÜK NİMET

RASÛLÜLLAH

(Sallâhu aleyhi ve selem)

İlk Nûr

Yüce Allah Habîb-i Ekrem’ini kâinatın özü, varlığın nûru olarak vücûda getirdi. Kıymetli bir mücevherin, çıplak bir surette takdim edilmeyip, etrafına bir takım tezyin malzemelerinin konması gibi bütün mahlukât, onun nûrunun etrafında oluştu, hâlelendi. Kâinât bir zarf, Efendimiz (s.a.v) onun içindeki en değerli nimet kılındı. Değerini sadece Cenâb-ı Hakk’ın bildiği ve takdir ettiği en kıymetli nimet…

Yüce Allah onun nûrunu en temiz neseplerden, en temiz kanallardan intikal ettire ettire zuhûr âlemine getirdi. Gerek baba ve gerek ana yönünden, en temiz ve en şerefli âilelere mensup oldu. Öyle ki, İki Cihan Güneşi’nin mensûb olduğu topluluk ne za­man ikiye ayrılsa, Allah Teâlâ, Rasûlü’nü en hayırlı toplulukta bulundurdu. İşte Efendimiz’in “Mustafâ” isminin işaret ettiği seçilmişliğin bir mânası da budur. Fahr-i Kâinât (s.a.v) nesebinin nezîh ve pâklığını şöyle haber verir:

“Ben, Âdemoğulları’nın en hayırlı ve en temiz olanlarından, devirden devire, âileden âileye geçerek, nihâyet şu içinde bulunduğum âileden vücûda getirildim!” (Buhârî, Menâkıb 23)

“Ben, câhiliye devrinin kötülüklerinden hiçbir şey bulaşmaksızın, ana ve babamdan meydana geldim. Ben, tâ Âdem’den babama ve anneme gelinceye kadar hep nikâh mahsûlü olarak meydana geldim. Benim nesebime aslâ en küçük bir zînâ şâibesi karışmadı!” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 260)

İbn-i Abbâs Hazretleri, Şuarâ Sûresi’nin 219. âyetini, bu mânâyı dikkate alarak şöyle tefsîr eder:

“Allah senin nûrunu, hep secde edenlerden dolaştırarak sonunda sana intikâl etmiştir.” (Kurtubî, XIII, 144, Heysemî, VIII, 214 )

 

Hz. İbrahim’in Duası – Hz. İsa’nın Müjdesi

Rasûlüllah (s.a.v), Hz. İbrahim’in asırlar öncesinden Ulu Dergâh’a el açıp niyâz ettiği şu duasının bir bereketi olarak insanlığa en büyük lütuf halinde ihsan buyruldu:

“Rabbimiz! Onlara içlerinden bir peygamber gönder de, onlara senin ayetlerini okusun, kitap ve hikmeti öğretsin ve onları günahlardan arındırıp tertemiz yapsın. Muhakkak ki, kudretine karşı gelinmeyen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan ancak sensin!” (Bakara 2/129)

Hz. İbrahim (a.s)’ın bu duası kabul edilmiş ve son Peygamber onun soyundan gelmiştir.

Hz. İsâ (a.s) da o eşsiz nimeti altı yüz yıl öncesinden şöyle müjdeler:

“Bir zaman Meryem oğlu İsa da: «Ey İsrail Oğulları! Ben size Allah’ın gönderdiği peygamberiyim; benden önce inen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak gönderildim» demişti…” (Saff 61/6)

Zikrettiğimiz âyet-i kerimelerde haber verilen bu dua ve müjdeyle alakalı olarak Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Âdem daha çamur hâlinde iken ben; Allah katında «Hatemü’n-Nebiyyîn: Son Peygamber» diye yazılmıştım. Size bunun ilk işaretlerini haber vereceğim: Bunlar, babam İbrâhîm’in duâsı (bk. Bakara 2/129), Îsa’nın müjdesi (bk. Saf 61/6)  ve annemin gördüğü rüyâdır. Bütün peygamberlerin anneleri bu şekilde rüya görmüşlerdir. O rüyâda annem kendinden bir nûr çıktığını ve Şam saraylarını aydınlattığını görmüştü.” (Ahmed, Müsned, IV, 127)

 

Ümmî Peygamber

Rasûl-i Ekrem (s.a.v) ümmî bir peygamber olarak lütfedilmişti. Şüphesiz bunun çok hususi bir mânası ve pek derin hikmetleri vardı. Bu hususa yer verilen Cuma sûresinde şöyle buyrulur:

“Ümmîlere kendi içlerinden, onlara âyetlerini okuyacak, onları her tülü günah kirlerinden temizleyip arındıracak, onlara kitâbı ve hikmeti öğretecek bir peygamber gönderen O’dur. Halbuki onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (Cuma 61/2)

Nebiyy-i Ekrem (s.a.v)’in muallimi Cenâb-ı Hak’tır. O, âyette de beyan edildiği üzere ümmîler arasından gönderilmiş Ümmî bir peygamberdir. “Ümmîlik” Araplar için bir cehâlet vasfıdır. Çünkü onlar, Efendimiz gönderilmeden önce gerçekten okuma yazma bilmeyen ve günahlara batmış koyu bir cehâlet toplumu idiler. Fakat Peygamberimiz (s.a.v) için “ümmî” vasfı, yüksek bir sıfat ve büyük bir şeref ifade etmektedir. Efendimiz’le ilgili olarak “ümmî”, anasından doğduğu gibi tertemiz olan, kendisine hiçbir kötülük ve kir bulaşmayan demektir. Onun terbiyesi de ilmi de tamamen Cenâb-ı Hakk’a aittir. Nitekim bu hususu beyan için Rasûl-i Ekrem (s.a.v): “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi de pek güzel yaptı” buyurmuşlardır. (Süyûtî, Câmiü’s-Sağîr, I, 12)

 

En Büyük Nimet

 

Rasûl-i Ekrem (s.a.v)’in başta mü’minlere olmak üzere tüm insanlığa en büyük bir ilâhî nimet ve lütuftur. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Allah, içlerinden kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, onları inkâr ve günahlardan temizleyen, Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle, mü’minlere gerçekten büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmran 3/164)

Şüphesiz Cenâb-ı Hak, insanlara peygamber göndermekle çok büyük lûtuf ve ihsanda bulunmuştur. Çünkü insanlık âleminde maddî mânevî bütün terakkî ve ilerleme hep peygamberler sâyesinde vücut bulmuştur. Allah Teâlâ’nın Son Peygamber (s.a.v)’i âlemlere rahmet olarak göndermesi ise hepsinden daha büyük bir nimet olmuştur. Bu sâyede “Câhiliye” adı verilen karanlık bir devir tarihin derin sayfalarına gömülmüş, insanlar insanlık şeref ve haysiyetlerine kavuşmuşlardır. Hattâ hayvanlar ve cansızlar bile rahata ermiş; insan, hayvan ve nebatat için çileli ve endişeli günler son bulmuştur.

Şunu ifade etmek gerekir ki, “peygamber gönderme” nimetini anlayabilmek, o peygamberi gönderen Allah Teala’yı tanımaya bağlıdır. Nitekim Halid b. Velid (r.a)’ın şu hatırası bu hususu ne güzel izah eder:

Birgün Hâlid bin Velid (r.a), Arap kabîlelerinden birine uğramış ve kabîle reisi kendisine:

“–Yâ Hâlid! Bize Allâh’ın Rasûlü’nü, sûret ve sîreti ile tasvîr et” demişti. Hz. Hâlid (r.a) ise: “Bu imkânsız, buna kelimeler yetişmez” deyince, kabîle reisi:

“–O hâlde hiç olmazsa tasavvur ve idrâkin nisbetinde hulâsa et” dedi. Bunun üzerine Hâlid (r.a) şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Gönderilen, gönderenin kadrince olur. Gönderen, kâinâtın Hâlık’ı Allah Teala olduğuna göre, gönderdiğinin şânını, var sen hayâl ve tasavvur eyle!..” (Münavi, Feyzü’l-Kadir, V, 92)

Rasûlüllah (s.a.v) Efendimiz’in Allah katındaki değeri

Fahr-i Kâinât Efendimiz’le alakalı âyet-i kerimelerde çok mühim incelikler yer almakta ve onun Allah katındaki değerini beyan etmektedir. Şu misaller pek dikkat çekicidir:

– “O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden daha faziletli kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazısını da derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa’ya açık mucizeler verdik ve onu Rûhu’l-Kudüs ile güçlendirdik…” (Bakara 2/253)

Âyetteki, “Bazısını da derece derece yükseltmiş” ifadesiyle Cenâb-ı Hak, Sidre-i Müntehâ’dan geçirip “Kâbe kavseyni ev ednâ: iki yay kadar yahut daha yakın” (Necm 53/9) sırrı ile, mutlak yakınlık makamında alemlere rahmet olarak gönderilen peygamberi, Allah’ın sevgilisi en son peygamber yaparak, Makam-ı Mahmûd’a yücelttiği Hz. Muhammed (s.a.v)’i kastetmiştir.

– Hz. Musa, azgın Firavun’a yapacağı zorlu tebliğ vazifesi karşısında kalbini bürüyen sıkıntıyla birlikte Allah Teâlâ’ya, “Rabbim göğsüme genişlik ver!” (Tâhâ 20/25) diye niyaz etmişken, Peygamberimize doğrudan doğruya ilâhî bir lütuf olarak, “Rasûlüm! Senin göğsünü genişletmedik mi?” (İnşirah 92/1) buyrulur.

– Yine Hz. Musa Tûr dağında Rabbinin kendisine hitapta bulunmasının ardından yaşadığı kesif manevi tecelliler içinde, “Rabbim göster bana kendini, sana bakayım” (A’râf 7/143) diye talepte bulundu. Fakat “Sen beni asla göremezsin” hitabına maruz kaldı. Allah Rasûlü (s.a.v) hakkında, “Miraç’ta müşâhede makamında onun gözü ne şaştı, ne de haddi aştı” (Necm 53/17)  buyrulmuştur.

– Hz. İbrahim, “Ben Rabbime gidiyorum, O bana doğru yolu gösterecek” (Saffât 37/99)  dediği halde Rasûl-i Müctebâ Efendimiz hakkında, “Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye Muhammed kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir” (İsrâ 17/1) buyruğu nâzil olmuştur.

– Allah Te’âlâ Kur’an-ı Kerim’de, peygamberlerine hitap ettiğinde onlara isimleri ile hitap eder. Mesela: “Ey Adem!” (Bakara 2/35), “Ey İbrahim!” (Saffât 37/104), “Ey Musa!” (Tâhâ 20/11-12) buyurur. Âlemlerin Efendisi’ne nida ettiğinde ise: “Ey Nebi…” (Ahzâb 33/12), “Ey Resûl…” (Mâide 5/67) diye hitap eder. Ki bu da Rasûlullâh Efendimiz’in Cenâb-ı Hak katındaki değerini gösterir.

Rasûlullah (s.a.v), kendisini anlattığı bir hadis-i şerifte şöyle buyurur:

“İnsanlar diriltildiği zaman kabirden ilk çıkacak benim. İnsanlar mahşerde toplandıklarında, onların hatibi benim. Ümitsizliğe düştüklerinde, ben onların müjdecisi olacağım. Livâü’l-hamd benim elimdedir. Ben Rabbimin yanında ademoğullarının en kıymetlisiyim. Ama övünmüyorum.” (Tirmizî, Menâkıb 1)

Efendimiz (s.a.v) öyle mübârek, öyle yüce bir Peygamberdir ki, Yüce Rabbimiz onun gölgesinin yere düşmesine bile müsaade buyurmamıştır. (Halebî, İnsanu’l-uyûn, II, 624-625)

Şâir İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl, huzûr-u âl-i Nebevî’de okunmak şerefine nâil olan bir na’tinde bu hakikati şöyle dile getirir:

Dünyada yere düşmedi sâyen fakat ey Nûr

Ukbâda ruûs-i beşere sâye-i resânsın!

“Ey bâtını ve zâhiriyle baştan aşağı nûr olan Peygamber! Dünyada senin gölgen yere düşmemiştir. Bu böyle olmakla birlikte sen âhirette bütün insanların başları üstünde, onları mahşer yerinin yakıcı ateşinden koruyan bir rahmet gölgesi olacaksın!”

Bize canımızdan daha yakın bir Peygamber

İşte Rabbimizin en büyük ikramı olan Rasûlüllah (s.a.v)’in, bize kendi canlarımızdan daha yakındır. Yüce Rabbimiz’in: “O Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha yakındır; onun eşleri de mü’minlerin anneleridir…” (Ahzâb 33/6) beyanı ne kadar merhamet ve şefkat yüklüdür. Belki ailesi, eşleri ve çocukları insana zarar verebilir, onu yanıltıp hata ve günah işlemesine sebep olabilir ve onu cehenneme sürükleyebilir. (bk. Teğâbün 64/14) Yine insanlar çoğu kere kendi nefislerinin kötülüğünden bile emin olamazlar. (bk. Yusuf 12/53) Fakat Peygamberimiz (s.a.v)’in ümmetine olan muamelesi bambaşkadır: Onlara hep iyilikleri emreder, zararlı şeyleri yasaklar. Onları sadece ebedi saadet ve huzura istikâmetlendirecek davranışlarda bulunur. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Benim ve sizin durumunuz, ateş yakıp da, ateşine cırcır böcekleri ve pervaneler düşmeye başlayınca, onlara engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden kurtulmaya, ateşe girmeye çalışıyorsunuz.” (Buhârî, Rikâk 26; Müslim, Fezâil 19)

Hâsılı, Rasûlüllah (s.a.v) varlığın nûru, kainatın gözbebeği, iki cihanın güneşi, gelmiş geçmiş bütün insanların en güzeli, en yücesi, bütün peygamberlerin efendisidir. Tüm peygamberlerde, sıdîklarda, şehîd ve sâlihlerde bulunan güzel ahlâk, yüksek sıfalar ve iyi haller en kamil manada Rasûlullah (s.a.v)’de bulunmaktadır. Öncekilerin ve sonrakilerin en ekmeli, en şereflisi odur. İlim ehlinin İslâmî esaslardan süzüp çıkardıkları neticeye göre; rasüllerin mertebelerinin en düşüğü, nebilerin mertebelerinin en yükseğidir. Sonra sırasıyla sıddîklar, şehidler, salihler ve diğer mü’minler gelir. Peygamberimiz, bütün rasûl ve nebilerin efendisi olduğu için onun derecesinin en yüce olduğunda şüphe yoktur. (Parsa, Hâce Muhammed, Tevhide Giriş, 65)

Rabbimiz dünyada sünetine uygun bir kulluk yaşamayı, Medine-i Münevvere’de ravzasını tekrar tekrar ziyaret etmeyi, rüyalarda nur cemalini görmeyi, havz-ı kevserin başında onunla buluşmayı, cennette makam-ı mahmudda kendisine komşu olmanın ebedî sınırsız manevi hazzını tadabilmeyi hepimize lütfeylesin!…

Bookmark the permalink.

Comments are closed