İslâmî Şahsiyet Erezyonu

Ömer Çelik

 Küresel Güçlerin Ahlaksızlık Fırtınaları Karşısında

İSLÂMÎ ŞAHSİYET EROZYONU

 İslâm dini bizden inanç, ibâdet, ahlâk, tebliğ, cihat ve muamelât gibi dinin kapsama alanına aldığı bütün yönlerden olgunluğun zirvesine doğru tırmanan samimi, zarîf, nezîh, ârif, mükemmel bir Müslüman şahsiyeti istiyor. İstenen bu model şahsiyet;

İnanılması gereken tüm esaslara şeksiz şüphesiz inanır.

Allah’ın isteyip hoşnut olduğu kulluğun gereklerini harfiyen yerine getirir.

İslam ahlâkının her alanında; sabırda, cömertlikte, cesarette, şecaatte, keremde, iyilikte ve îsarda zirvelere yükselmenin gayreti içinde olur.

Haram-helal çizgisinde son derece dikkatli davranıp şüpheli şeylerden şiddetle kaçınır.

İslâmın öğrenilmesi, öğretilmesi, yaşanması ve yaşatılması konusunda yani tebliğ ve cihatta her türlü malî ve bedenî fedakârlıkta bulunur.

Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ve muhabbette derinliğine sınır olmayan okyanuslar gibi, din kardeşlerine şefkat ve yardımda ise çağlayan ırmaklar ve esen rüzgârlar gibi olur.

İslâm’ın istediği Müslüman şahsiyeti, kardan ak, sütten temiz bembeyaz bir örtü gibidir. Üzerinde en küçük bir leke bulunmaz. Dupduru, berrak bir su gibidir; içine bir damla kir karışmaz. Ruh dünyası öylesine arı-durudur ki, içine zerre kadar bir nefsaniyet kiri bulaşmaz.

Müslüman şahsiyetin temellerini teşkil eden bu esaslar Kur’an-ı Kerim’de sadece bilgi olarak verilmiş değil, aynı zamanda bu bilgileri hayatına hayat yapmış, ruhuna ve hayatına işlemiş model şahsiyetler de örnek olarak gösterilir. Nitekim Yüce Allah bu konuda peygamberleri, özellikle de Peygamber Efendimiz (s.a.v)’i ve muhacir ve ensarın öncülerini örnek vermektedir.

“Doğrusu İbrahim ve beraberinde bulunan mü’minlerde sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü arzu edenler için uyulması gereken güzel bir örnek vardır.” (Mümtehine 60/6)

“Yemin olsun ki Allah Rasûlü’nde sizin için; Allah’a ve âhirete kavuşmayı uman ve Allah’ı çok çok zikredenler için uyulması gereken en mükemmel numûneler vardır.” (Ahzab 33/21)

“İslâm’ı kabûl ve ona hizmette öne geçen muhâcir ve ensârın ilkleri ile bunların yoluna en güzel bir şekilde uyanlar var ya, Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlar için her tarafında ırmaklar çağlayan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte en büyük başarı ve kurtuluş budur.” (Tevbe 9/100)

Örnek verilen bu seçkin insanlarda İslam şahsiyeti tam manasıyla temessül ve teşekkül etmiştir. Onların hayatları canlı bir Kur’an haline gelmiştir. Biz onların hayatlarında İslam’ın tüm yönleriyle canlı hale geldiğini görebilir, bunu ibret ve hayranlık dolu nazarlarla seyredebiliriz.

Kur’an-ı Kerim, bu model şahsiyetleri kendimize örnek alarak çağlara taşımamızı ve kıyamete kadar devam ettirmemizi istiyor. Nasıl ki her meslek ve her sanat, o mesleğin veya sanatın ustaları tarafından çağlar boyu devam ettirilir. Hüsn-i hat, ebru, tehzib gibi sanat dalları; marangozluk, terzicilik berberlik, saatçilik gibi meslekler usta-çırak münasebetiyle devam eder. Aynı şekilde inancı, ibadeti ve ahlakıyla Müslümanlığı güzel yaşamak en mühim sanattır. Bu da ancak ustasına çırak olup, ondan eğitimini almakla ve onun yanında yetişmekle elde edilebilir. Eğer çırak ustasından, o mesleği veya sanatı olduğu gibi alamazsa, o meslek de, o sanat da günden güne zayıflar, yok olmaya yüz tutar, gün gelir tamamen kaybolur.

İslâm şahsiyetinin en büyük sanatkârları Peygamberimiz, diğer peygamberler, sahabe-i kiram ve Allah dostlarıdır. Bunların sergiledikleri örnek İslâmî hayatı günümüze taşıma açısından ne durumdayız? Önceden nasıldık, şimdi nasıl olduk?

Tahminimiz o ki, birkaç misalle mesele daha muşahhas hale gelebilir, daha net anlaşılabilir:

İmanımız nasıldı? Hz. Ebubekr, Hz. Ebu Zerr, Hz. Mus’ab’ın gönlünde yanan iman ateşi nasıldı? Bu ateş onları ne hale getirdi? Onları din yolunda nasıl bir fedakârlık ve cihadın zirvesine taşıdı? Allah’ın rızasını ve âhiret saadetini, maldan candan daha sevgili hale getirdi? Böylece onlar, bütün işlerini hep âhiret penceresinden bakarak yaptılar. Hep âhireti tercih ettiler. Her defasında Hakk’ın rızasını nefislerinin arzusunun önüne aldılar. Ebûbekir (r.a) bütün varlığını Allah’ın ve Rasûlü’nün yolunda bezletti. O kadar servetin içinden karnını tam olarak doyuracak bir yiyecek yemedi, istediği gibi bir giyecek giymedi, nefsinin istediği şekilde bir meskende oturmadı. Ebu Zerr (r.a), Efendimizin ikazına rağmen müşriklerin ölüm tehditleri karşısında imanını cihana haykırdı, eziyet gördü yine haykırdı. Mus’ab (r.a), zengin bir ailenin sevilen bir evladı iken dünyanın bütün âlayişine, Allah Rasûl’nünün rahle-i tedrisinde Kur’an muallimi olarak terbiye görüp, Medine’nin hidayet meş’alesi olmayı tercih etti. Uhud’da şehit olduğunda mübarek bedenini örtecek bir kefeni yoktu.  Bugün gönlümüzde taşıdığımız iman, bizi ne kadar İslam yoluna adanmamıza yardımcı olabiliyor? Hararet derecesi ne kadar? Yoksa imanın aşkını, heyecanını, sıcaklığını kaybetmiş paslı yüreklerimiz sînede ağır bir yük haline mi gelmiş? Yeniden yüreklerdeki o pasları temizleyip, içinde iman güneşinin tüm berraklığıyla parıldadığı cilalı bir ayna haline getirmek gerekiyor.

İbâdetlerimiz, huşumuz, takvâmız nasıldı? Rasûlüllah (s.a.v)’in arkasında saf duran, yürekleri ilâhî haşyetle ürperen, titreyen, ciğerleri Hakk’ın korkusu ve sevgisiyle kaynar kazan gibi kaynayan, gözlerinden yaşlar boşalan sahabe-i kiramın ibadet vecdi nerede kaldı? Namazda Kur’an tilavet ederken almış oldukları doyumsuz lezzet onları, ölümü bile hiç saydıracak kadar manevi bir yükselişe yönlendiriyordu. Seher vakitlerinde evlerinden arı uğultusu gibi Kur’an tilaveti, zikir, salavat ve istiğfar sesleri geliyordu. Teheccüd namazlarında uzun uzun yapılan kıyam ve kıraatler sebebiyle yorulan ayakların, dinlendirilmek maksadıyla biri indirilip diğeri kaldırılıyordu. Bazen insan ruhunu derinden sarsan bir âyet üzerinde sabahlara kadar tefekkür edilip gözyaşları akıtılıyordu. Bugünkü ruhu gitmiş kalıbı kalmış ibadetlerimiz, sadece şekilden ibaret kıyam, ruku ve secdelerimiz nasıl?

Her sahabenin gönlünde, Allah’ın kendisine lütfettiği iman nurunu, yanan bir mumun sönük mumları tutuşturması gibi, ikinci, üçüncü, dördüncü… şahsın gönlüne ulaştırma aşk ve heyecanı vardı. Rasûlüllah (s.a.v)’den aldıkları o coşkulu heyecanla ilk günden itibaren hep bu azimle çalıştılar, gayret gösterdiler. Çünkü bu hususta kendilerine örnek aldıkları Allah Rasûlü (s.a.v), bütün insanları hidâyet nuruyla buluşturma konusunda her türlü fedakarlığı göze alabilecek şekilde muazzam bir arzu ve gayret içinde bulunuyordu. İşte bu azimle şimşek hızıyla kısa bir sürede dünyanın her bir tarafına birer hidâyet güneşi olarak yayıldılar. Yüz binden fazla sahabi, bu niyetle o çok sevdikleri Peygamber diyarı Mekke’yi Medine’yi terk edip gittiler. Kıymetli ecdâdımızın İslâmı yayma ve yaşatmada sergiledikleri azim ve gayret örnekleri ciltlerle kitapları dolduracak kadardır. Peki bugün bizdeki bu atalet ve tembellik neden? Bize ne oldu da bütün bu manevi aşk ve heyecanlarımızı kaybettik de yere çakılıp kaldık? Yoksa son derece az ve fani dünya zevklerini ebedi olan âhiret hayatına tercih mi ettik? Dünyaya aldanıp âhireti unuttuk mu?

Ticaret hayatımız nasıldı? Kur’an-ı Kerim’in faiz, rüşvet, hırsızlık, gasp, hilekarlık gibi haksız kazanç yollarını yasaklayan keskin ifadeleri; Rasûlüllah (s.a.v)’in, çağların aşındıramayacağı ve unutturmayacağı şekilde ticari hayatın kıyamete kadar temelini teşkil edecek genel geçer bir kaide olarak “Bizi aldatan bizden değildir” (Müslim, Îmân, 164) gibi buyrukları müslümanın tüm benliğini sarsıyor ve onu harama asla el uzatamayacak bir takvâ seviyesine yükseltiyordu. Her mü’min, eline geçen her bir lokma haramın, cehennemden bir ateş koru olduğuna hakkelyakin inanıyordu. Bu sebepledir ki, Ebû Ha­nî­fe Haz­ret­le­ri, bir de­fa­sın­da or­ta­ğı Hafs bin Ab­dur­rah­man’ı kumaş sat­maya gön­der­miş ve ona: “Ey Hafs! Mal­da şu şu özür­ler var. Onun için bunu müş­teriye söy­le ve şu kadar ucuza sat!” demiş­ti. Hafs da, malı İmâm’ın belirt­tiği fiyata sat­mış, an­cak on­daki öz­rü müş­teriye söy­lemeyi unut­muş­tu. Durumu öğ­renen Ebû Hanîfe Haz­ret­leri, Hafs bin Ab­dur­rah­mân’a: “Kumaşı alan müş­teriyi tanıyor musun?” diye sor­du. Hafs’ın, müş­teriyi tanımadığını belirt­mesi üzerine İmâm, helâl kazan­cının lekeleneceği en­dişesiy­le, satılan mal­dan el­de edilen kazan­cın tamamını sadaka olarak dağıt­tı. Bir bunlara, dönüp bir de şimdiki ticari hayatımıza ve kazancımızın durumuna bakalım. Acaba haramın bir şekilde dokunmadığı bir ticari ilişkimiz kaldı mı? Bu alanda sergilediğimiz Müslüman şahsiyetinde acaba ne kadar bozulmalar, yozlaşmalar oldu? Hesabını yapmak bile zor?

Sahabe hanımları nasıldı? Nasıl bir aşkla Allah’a ve Rasûlüne bağlanmışlardı. Her akşam beylerine: “Bugün hangi ayet indi? Bugün Allah Rasûlü ne buyurdu? Bize onları anlatın” derlerdi. Sabahleyin işe gönderirken de: “Sakın bize haram lokma getirmeyin. Biz açlığa katlanmaya razıyız, ama cehennem ateşine aslâ!” diye inlerlerdi. Örtünme emri gelince, örtü bulanlar hemen başlarını örttüler. Örtecek bir şey bulamayanlar ise elbiselerinin eteklerini yırtarak başlarını örtüyorlardı. Tertemizdiler. Bembeyaz bir örtü, bir kardelen çiçeği gibi iffet abidesi idiler. Yabancı bir erkeğin nazarı üzerlerine düşecek korkusuyla çekinirler, her türlü kötülükten uzak dururlardı. Cenâb-ı Hak onlar hakkında:

“Muhsenât, mü’minât, gâfilât” (Nûr 24/23) buyuruyor.

Allah’a ve âhirete tüm gönülleriyle inanıyor ve kendilerini her türlü kötülükten koruyorlar. Onların bir vasfı da “gâfilât”tır. Bu müstesnâ hanımlar, bu cennetlik anneler neden gâfildiler? Her türlü günahtan, hatta günah düşüncesinden bile gâfildiler, habersizdiler. Öyle tertemiz gönle sahiptiler ki, oraya en küçük bir günah düşüncesi lekesi bile düşmeye fırsat bulamıyor. Ne güzel bir gaflet!

Bugün ne hale geldik? Sokaklara, ekranlara bakalım. “Bismillah” diyerek ekranlardan kadın erkek karışık halde milleti oynatan gâfiller. Sokaklardaki acı manzaralar. Açıklığın son raddesi; kalplerde, ruhlarda müthiş bir aşınma, çözülme, erime, yok olma…

Nine çarşaflı, anne mantolu, torun kotlu veya açık.

Dede hacı-hoca, baba Cuma ve bayram müslümanı, çocuk kötü yolların kurbanı.

İslam şahsiyetini kuşanmış ana-babalar çocuklarını ta anne rahminden başlayarak helal lokma ile besliyor; onları doğumundan itibaren Kur’an ve sünnetin feyziyle terbiye ediyor; İslam ahlakıyla yetiştiriyorlardı. Her çocuk küçük bir Muhammed (s.a.v), küçük bir Ebubekir, Ömer, Osman, Fatma, Ayşe, Hatice olmak üzere yönlendiriliyordu. O nesillerin hedefinde, o güzel insanların ahlâkıyla ahlâklanarak cennette onlarla buluşma vardı. Böyle terbiye gören çocuklar da ana-babaları için can veriyor, iyilik ve ihsanda bulunuyor, dua ediyor, gönül alıcı sözler söylüyorlardı. Onlara “öf” bile demiyorlardı.

Bugün ne hale geldik? Müslüman şahsiyetini kuşanamamış ana-babalar, ana-babalık vazifelerini yerine getiremedikleri için, çocuklar hoyratça büyütülüyor. O körpe dimağlar Kur’an ve sünnet bilgisinden, İslam terbiyesinden mahrum olarak yetişiyor. Kız olsun, erkek olsun on-on beş yaşına ulaşınca söz dinlemez azılı bir serkeş olup çıkıyor. İlâhî kanun böyle işliyor. Ne verdik ki, ne bekliyoruz. Hiç diken ekilen yerde güzel mahsuller yetişir mi? Böyle olunca da aile huzursuzlukları büyük bir yangının alevleri gibi herkesi sarıp, yakıyor, bitiriyor. Hatta dört, beş evladı, oğlu, kızı torunları olan nice yakınlarımız, hocalarımız ancak kendilerine huzur yurtlarında yer bulabiliyorlar. Huzur evlerini ziyarete gittiğimizde bir dokunuyor, bin âh işitiyoruz. Hep şikâyetler, göz yaşları, ahlar ve vahlar…

Rasûlüllah (s.a.v), komşuyu komşuya zimmetliyor. “Cebrail o kadar komşu hakları üzerinde durdu ki, komşunun komşuya vâris olacağını zannettim” (Buhârî, Edeb, 28; Müslim, Birr, 140-141) buyuruyor. Komşusu açken tok yatanı gerçek mü’min olarak görmüyor. (Hâkim, II, 15/2166a) Bu mesajları çok iyi anlayıp içine sindiren Allah dostları, ağızlarına bir lokma yiyecek alacakken: “Falan zavallı kadının yetimleri ne halde? Alın bu lokmaları onlara götürün de arşı alaya çıkacak bir amel yapın” diyor.

Şimdi bırakalım komşu haklarını, akrabalık bağları bile zayıflamış durumdadır. Dullarla, yetimlerle, miskinlerle münâsebetler de böyle. Halbuki Kur’an-ı Kerim, toplumun böyle çaresiz ve ihtiyaçlı kesimleriyle ilgilenmeyi “akabe”, yani aşılması gerekli sarp yokuş olarak nitelendiriyor. Dünyada nefis engelini aşıp engin ruh alemlerine ulaşmak, oradan da Rabbin rızasına erişmek için aşılması gereken yokuş. Bu yokuşu tırmanmadan, basamaklarını adımlamadan kalbi tekâmül hayli zor, hatta imkânsız görülüyor.

İslam şahsiyetini tüm boyutlarıyla ortaya koyduğumuz ve haritanın bütününü önümüze serip hepsine birlikte baktığımız zaman, Müslüman fert ve toplumlar olarak bugün içinde bulunduğumuz durumu iyi analiz etmemiz gerekiyor. Küresel güçlerin ahlaksızlık fırtınaları karşısında dalında titreyen, düşüp sonsuzluk içinde kaybolmaya hazır sararmış yapraklar gibi olan insanımız, günden güne ahlâksızlık cereyanlarıyla kuşatma altına alınmakta ve ciddi bir şahsiyet erozyonuna mahkum edilmektedir. Günden güne kan kaybetmektedir. Programını bütünüyle İslam’ın belirlemediği bir eğitim anlayışı, Kur’an ve sünnetin ruhundan uzak bir hayat telakkisi, televizyon ve internetin dinî bir kaygı taşımayan tamamen sorumsuz, hatta bilinçli ahlaksız yayınları ve gayr-i İslâmî beşeri münasebetler, bütün bunlar, “şahsiyet erozyonu” açısından kan kaybımızı daha da artırmaktadır.

Peki, ne yapmalı, bu yanlış ve son derece tehlikeli gidişe nasıl dur demeli?

Çare olarak şu ihtimaller üzerinde gelin birlikte düşünelim:

Hayatı tüm yönleriyle yeniden Kur’an ve sünnet ölçülerine göre tanzim etmeliyiz. Bunun için de Kur’an ve sünnet ölçülerinde İslâm’ı iyice anlayıp hazmetmiş, İslâm’ı bütünüyle hayatına tatbik etmiş, canlı Kur’an haline gelmiş Allah dostlarının etrafında toplanarak, onların irşat ve yönlendirmelerini ciddiye alarak, onların izinden yürüyerek doğru yolu bulma ve o yolda sabırla yürüme zarureti kendini göstermektedir. Çünkü Peygamberlerin günümüzdeki vârisleri gerçek İslâm alimleridir. İslâmî tebliğ onlarla devam etmektedir.

Bu şekilde aileden, okuldan ve sokaktan başlayarak bütün eğitim ve öğretim sistemimizi, bize kaybettiğimiz ve fakat elde edelim diye hasretini çektiğimiz o İslâm şahsiyetini kazandıracak, İslâm’ı benliğimize gergef gergef işleyecek, ruhumuzu ilmik ilmik dokuyacak, Muhammedî kalp dokusundan ruhlarımıza iksirler taşıyacak şekilde tanzim etme gereği bir zaruret olarak karşımızda durmaktadır. Aynen Rasûlüllah (s.a.v)’in ailesine, çocuklarına, torunlarına ve ashabına yaptığı gibi. Sahabe-i kiramın aile fertlerine ve talebelerine yaptıkları gibi. Zira Rasûl-i Ekrem (s.a.v): “Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız sürece doğru yoldan asla sapmazsınız. Bunlar Kur’an ve benim sünnetimdir” (Muvattâ, Kader, 3) buyuruyor. İşte biz o iki büyük emanetin, Kur’an ve sünnetin gösterdiği yolda yürümeye ne kadar da muhtacız. Bu konuda sağlam bir duruş, niyet ve iradeye ihtiyaç vardır. Biz kendimizi iyi mânada değiştirmeye karar verdiğimizde, Cenâb-ı Hak da bizi iyiye doğru değiştirecektir:

Kötü haller iyi hallere,

Kötü huylar iyi huylara,

Kötü ameller iyi amellere

Kötü düşünce ve niyetler iyi düşünce ve niyetlere doğru değişime başlayacak, çürükler sağalacak, her alanda bir gelişme ve yeşerme olacak. Kıştan sonra bahar gelecek!..

Ey kalpleri kudret eliyle evirip çeviren Allahım! Bizim kalbimizi dinin üzere sâbit kıl!

Ey güçleri ve halleri istediği istikamete yönlendiren Allahım! Bizim hallerimizi en güzel hale tebdil eyle!

 

 

 

 

Bookmark the permalink.

Comments are closed