Efendimiz (S.A.V)’in Ümmetine Şefkat ve Merhameti

Ömer Çelik

EFENDİMİZ (S.A.V)’İN

ÜMMETİNE ŞEFKAT VE MERHAMETİ

 Bir gün sahabeden biri Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’e geldi ve şöyle dedi:

“Yâ Rasûlallâh! Biz câhiliye ehliydik. Putlara tapar, kız çocuklarımızı diri diri toprağa gömerdik. Benim küçük bir kızım vardı ve beni çok severdi. Öyle ki ben onu çağırdığım zaman sevincinden âdetâ uçar ve koşa koşa yanıma gelirdi. Birgün yine onu çağırdım, koşarak yanıma geldi ve beni takip etmeye başladı. Yürüdüm… Ailemize ait olan yakındaki bir kuyunun yanına vardım. Kızımın elinden tutarak onu kuyuya attım. Kulaklarıma gelen son sözleri: «Babacığım, babacığım!…» diyen çığlıkları oldu.”

Bunları duyunca Merhamet Ummânı Efendimiz ağlamaya başladı ve gözlerinden yaşlar boşandı. Orada hazır bulunanlardan biri hâdiseyi anlatan zâta çıkışarak:

“–Sen Rasûlullâh’ı üzdün!” dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

“–Dokunmayın! O, kendisini hüzne garkeden bir şeyi anlatmak istiyor” buyurdu ve o şahsa:

“–Anlattıklarını tekrar et!” buyurdu. Sahâbî sözlerini tekrarlayınca Rasûlullâh (s.a.v) yine ağladı. Gözyaşları sakallarının üzerinden aktı… (Dârimî, Mukaddime, 1).

İşte böyle insanlık ateş çukurunun kenarına yaklaşmıştı. İçtimâî hayat çökmüş, fertler helâkin eşiğine gelmişti. Cenâb-ı Hak, vahşetler içinde helak olmak üzere bulunan insanlığa en yüce şefkat ve merhamet eli olarak Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’i uzattı. İnsanlığa en büyük rahmet tecellisi olarak Habîb-i Ekremi’ni lütfetti:

“(Resûlüm!) Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya 21/107).

Efendimiz (s.a.v) ümmetine, tüm insanlığa şefkat ve merhamet pınarıdır. Yüce Allâh onu canlı-cansız bütün varlıklara; taşa ve toprağa, ırmağa ve denize, yerlere ve göklere, zamana ve mekâna, bilhassa da insanoğluna sonsuz bir rahmet olarak ihsan buyurdu. Bereket, hidâyet, merhamet, şefkat ve kurtuluş vesilesi eyledi. Onun şefkat ve merhameti bütün insanlığı, hattâ bütün mahlûkâtı kuşattı. O’nunla sonsuz hidâyet rehberi Kur’ân ikrâm edildi. Nerede bir güzellik varsa, O’ndan bir akistir. O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Âlemde bir çiçek açmaz ki, O’nun nûrundan olmasın! Zîrâ O olmasaydı, hiçbir şey vücûd bulmazdı.

İşte O Müstesnâ Rahmet’in nübüvvet çatısı altında bütün âlemler gerçek huzuru tattı. Cehâlet dehlizlerinde isyan dumanları ile boğulan ve can çekişen insanlık, O’nun açtığı ilim, irfan ve hakîkat kapılarından engin semalara kanat açarak taze hayat nefesleri almaya başladı. Taş gibi vicdanlar, O’nun feyizli ellerinde hamur hâline geldi. Kir ve pas içinde perîşan olmuş kalpler, O’nun billur pınarında yıkandı, yıkandı ve tertemiz, nur dolu birer sevdâ mekânı oldu.

Allah Resûlü bize bizden, aramızdan, içimizden ikram edilen beşer bir peygamber oluşuyla da en büyük rahmet tecellisidir:

“Andolsun, size içinizden öyle bir Peygamber geldi ki, gayet izzetli ve şereflidir, sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir, üstünüze titrer ve mü’minlere çok şefkatli ve merhametlidir” (Tevbe 9/128).

Öyle bir Peygamber ki bizim kötülüğe uğramamız, üzülmemiz,  yanlış yollara düşmemiz ona ağır gelir. Ümmetinin zor durumda kalmasına merhamet dolu gönlü razı olmaz. Öyle hassâs bir kalbe sahip ki, bütün dertlerimizi ve kederlerimizi yüreğinde duyar, acımızı hisseder. Fahr-i Kâinât (s.a.v), özellikle kendilerine rahmet olarak gönderildiği insanların inanmamalarına, kendini helak edecek derecede üzülürdü. Bu yüce ahlakı sebebiyle ümmetine karşı son derece rıfk ve mülayemet sahibi oldu. Onları dünya ve ahirette maruz kalacakları azaptan sakındırdı. Onların Allah’ın azabına uğramamaları için gece gündüz çalıştı, uğraştı. O, bu vasfı sebebiyle mahşerde şefaate layık bütün insanlara şefaat edecek; bir an önce hesaplarının sona erip cennete girmelerine vesile olacaktır.

Öyle bir Peygamber ki, ümmetinin hidayetine, dünyevî-uhrevî ve maddî-manevî iyiliğine, faydasına ve hayrına düşkündür. Onların üzerlerine toz kondurmak istemediği gibi, onları mutluluğun en yüce noktasına ulaştırmak, selamete çıkarmak, cennete ve Allah rızasına kavuşturmak için bütün varlığıyla ve var gücüyle çalışır. Rahmet Peygamberi Efendimiz, ümmetine olan düşkünlüğü sebebiyle onları hiçbir zaman unutmamakta, onları Havz-ı Kevser’in başında beklemekte ve kabulü kesin olan en büyük duasını kıyamet günü ümmetinin affı için yapacağını müjdelemektedir.

Allah Teâlâ, hiçbir peygamberine güzel isimlerinden iki ismi birden vermemiştir. Sadece Efendimiz’i “raûf ve rahîm” olarak tavsif etmiştir. Raûf, ümmetini her türlü tehlikelerden sakınan ince bir şefkati; rahîm ise onlara her türlü iyilik ve bereketin ulaşmasını isteyen engin bir merhameti ifade eder. Rahmet Peygamberi’nin ümmeti için şu niyazları, onun sonsuz şefkat ve merhametini ne güzel aksettirir:

Birgün Allâh Rasûlü, İbrâhîm (a.s)’ın:

“Rabbim, putlar insanlardan bir çoğunun sapmasına sebep oldular. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana isyan ederse, şüphesiz ki sen çok bağışlayansın, çok merhamet edensin!” (İbrâhim 14/36) sözünü ve Îsâ (a.s)’ın:

“Eğer kendilerine azâb edersen, şüphesiz onlar Sen’in kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen izzet ve hikmet sâhibisin.” (Mâide 5/118) duâsını okudu. Akabinde ellerini kaldırdı ve:

“Allâh’ım, ümmetim, ümmetim!” diye yalvararak ağladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:

“–Ey Cebrâil! -Rabbin herşeyi daha iyi bilir ya- git, Muhammed’e niçin ağladığını sor.” buyurdu.

Cebrâil (a.s) geldi. Rasûlullâh Efendimiz ona, ümmeti için duyduğu endişe sebebiyle ağladığını bildirdi. (Hazret-i Cebrâil’in dönüp durumu haber vermesi üzerine) Allâh Teâlâ:

“–Ey Cebrâil! Muhammed’e git ve O’na: ‘Ümmetin husûsunda Sen’i râzı edeceğiz ve Sen’i asla üzmeyeceğiz’ müjdemizi ulaştır.” buyurdu (Müslim, Îmân, 346).

Efendimiz (s.a.v) öyle bir ramet ki, onun rahmeti dünyada kâfirlere bile ulaşıyor, onlar için azabın ertelenmesine vesile oluyor:

“Halbuki (Resûlüm) sen onların arasında bulunduğun sürece Allah onlara azap edecek değildi. Onlar istiğfara devam ettikleri sürece de Allah onlara azap etmeyecektir” (Enfâl 8/33).

Hz. Ali (r.a.): “Yeryüzünde iki eman vardı. Biri gitti, diğeri kaldı. Giden Rasûlullah (s.a.v.), kalan ise istiğfardır”  buyurduktan sonra bu âyeti okur.

Böyle bir şefkat ve merhamet numûnesi olan Efendimiz (s.a.v), biz ümmetine de akan nehirler gibi merhametli olmamızı tavsiye buyurur:

“Merhamet edenlere Rahmân olan Allâh Teâlâ merhamet eder. Yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin” (Tirmizî, Birr, 16/1924).

Birgün Rasûlullâh (s.a.v):

“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemîn ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm:

“–Yâ Rasûlallâh! Hepimiz merhametliyiz.” dediler. Allâh Rasûlü (s.a.v):

“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilakis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkâtı kuşatan bir merhamet!..” (Hâkim, IV, 185/7310)

Resûlüllah (s.a.v)’in risâleti, kıyâmete kadar tüm insanlığı kuşatan bir risâlettir. O sadece bir bölgeye, bir zaman dilimine mahsus gönderilmiş bir peygamber değildir. Bütün çağları, bütün insanları kuşatır. Onun getirdiği İslâm bütün çağların dinidir. Bütün toplumlar onunla buluşmaya muhtaçtır. Yeryüzünün kıvrımlarına İslâm’ın diriltici, hayat verici, kurtarıcı mesajı ulaşmalıdır. Efendimiz (s.a.v) ilk günden itibaren bunun cehdi, gayreti ve çalışması içinde olmuştur. Çünkü ona yüklenen vazife böyleydi:

“(Resûlüm!) De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ki ben Allah’ın, sizin hepinize gönderilmiş peygamberiyim…” (A’râf 7/158).

“(Resûlüm!) Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bilmezler” (Sebe’ 34/28).

Bu ilâhî fermanlar, Efendimiz (s.a.v)’e bütün dünya insanlarını kurtarma sorumluluğunu yüklüyordu. Bu yüzdendir ki Allah Resûlü: “(Habîbim!) Kalk, (insanları Allah’ın azabıyla) uyar!” (Müddessir 74/2) tâlimatıyla kalktı, -tabir caizse-bir daha oturmadı; İslâm’ı tebliğ etti, onu yaydı, yaydı. Öyle bir aşkla, öyle bir iştiyakla, öyle bir cehdle ki, hızını teskin etmek için âyetler geldi:

“(Resûlüm!) Onlar imân etmiyorlar diye neredeyse kendini helak edeceksin. (Hayır böyle yapma!)” (Şuara 26/3).

İlk günden itibaren tüm dünyanın derdine düştü. Etrafa muallimler gönderdi. Mektuplar yazdı. İslâm’ın bütün cihâna hitap eden bir din olduğunu fiilen gösterdi. Kendi zamanında ve özellikle kendinden sonra ashab-ı kiramı tüm dünyaya tebliğ için dağıldı. Vedâ haccındaki 120 bin sahabiden 100 bini böylece gitti, bir daha geri dönmedi. Gittiği yer türbesi oldu. Çin’e, Orta Asya’ya, Anadolu’ya, doğu-batı, kuzey-güney her tarafa koştular. “Karşıma şu koca okyanus çıkmasaydı, ya Rabbi senin dinini tüm dünyaya yayardım” diyen mücâhitler, mübelliğler yetişti. Bu aşk ve iştiyakla İstanbul’un medâr-i iftihârı Ebû Eyyûb el-Ensârî, İslâm’ın sadâsını tüm dünyaya duyurabilmek için seksen küsur yaşında iken iki sefer İstanbul kuşatmasına katıldı. Sonradan gerçekleşecek fethin ilk neferlerinden olarak rûhunu bu yolda teslîm etti. Vefât etmeden az evvel, kendinden sonra fethe gelecek İslâm askerlerine mübâ­rek cesetleri ile dahî bir hedef gösterebilmek için etrâfındakilere: “Cesedimi, ayağınızın bastığı son noktaya gömün! Sonra gelenler benden daha öteye gitsinler” buyurdu.

 

Efendimiz (s.a.v)’in izinden yürüyen ümmetinde de o aşk artarak devam etmektedir. Efendimiz bir ümmet yetiştirdi. O ümmete kendi rengini verdi. O ümmeti tüm dünyaya örnek gösterdi. Âyet-i kerimede buyrulur:

“İşte böylece sizi, bütün insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun diye vasat bir ümmet kıldık” (Bakara 2/143).

O ümmet, vasat bir ümmettir. Her bakımdan aşırılıklardan uzak, adaletli, dengeli ve hayırlı; her türlü inanç, amel, hal ve davranışlarında insaflı, ölçülü ve uyumlu olan örnek bir toplumdur. Onlar, dünya ile ahiret, madde ile mâna arasındaki dengeyi en iyi bir şekilde tesis ederek ahenkli ve mutedil bir hayat sürerler. Bu halleriyle onlar, bütün insanlara, bütün toplumlara örnek teşkil ederler. Yine buyrulur:

“(Ey mü’minler!) Siz, insanlar için çıkarılmış, iyiliği emreden, kötülüğü yasaklayan ve Allah’a inanan en hayırlı bir ümmetsiniz” (Âl-i İmran 3/110).

Bu ümmetin tarih boyu, Muhammedî şefkat ve merhameti taşıyan erleri, önderleri, liderleri yetişti:

Ebû Bekir (r.a), hilâfete geçince, önceki hayatına nazaran daha mütevâzi bir hâle bürünmüştü. Halîfe olmadan önce çevresindeki yetim kızların koyunlarını sağıverir, ihtiyaçlarını karşılardı. Hz. Ebû Bekir halife olduktan sonra komşuları, artık onun koyunlarını sağmayacağını konuşmaya başlamışlardı. Ancak değişen bir şey olmadı. Hz. Ebû Bekir yine geldi ve yetimlerin koyunlarını sağmaya devam etti (Suyûtî, Târihu’l-Hulefâ, s. 80).

Hz. Ömer, ümmete karşı çok derin bir şefkat ve merhamet hissiyle doluydu. Zamanında İslam toprakları çok genişlemişti. Buna rağmen Dicle nehri kenarında kurdun kaptığı koyundan bile kendini mesul sayardı. Bir ihtiyar kadın kimsesiz kalsa, bir yetîm göz yaşı dökse, Ömer ondan mesuldü. Yere zulüm ve haksızlıkla bir damla kan dökülse, o kanın koca bir girdap olup kendini boğacağını düşünürdü. Her kırık kalbin yanında Ömer duyulur, her mâtemin yanında Ömer dolaşırdı. Çünkü O Muhammedî şefkat ve merhametle dolu idi. Kendini aynen Efendimiz gibi tüm ümmetten mesul hissediyordu.

Ömer bin Abdülaziz (r.h), ümmetin mes’ûliyetini yüklenmek husûsunda büyük emânet ve mes’ûliyet şuuru taşırdı. Bu hâli aksettiren sayısız fazîlet manzaralarından birini, hanımı Fâtıma şöyle anlatır:

“Birgün Ömer bin Abdülaziz’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona:

“–Nedir bu hâlin?” diye sorduğumda:

“–Yâ Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükünü omuzlarımda taşıyorum. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilaç bulamayanlar, yalnız başına terk edilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyârındaki müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışma tâkatinden kesilmiş muhtaç yaşlılar ve âile efrâdı kalabalık fakir âile reisleri beni üzüntüye gark ediyor. Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe yükümün altında ezilip duruyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullah (s.a.v) bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim…” diye inledi (İbn-i Kesîr, Bidâye, IX, 208).

Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleri, ümmete şefkat ve merhamet hakkındaki hissiyâtını şöyle ifade eder:

“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada birinin parmağına diken batsa, o benim parmağıma batmıştır. Birinin ayağına taş çarpsa o benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben hissederim. Bir kalbde hüzün varsa o kalb benim kalbimdir”.

Mevlâna Hazretleri’nin şu hatırası ise, belki de Allah’ın kuldaki Rahmân tecellisinin ve ümmete karşı duyulması gereken şefkat ve merhametin zirve noktalarını işaret eder:

Hz. Mevlâna buyurur:

“Şems bana bir şey öğretti. O da şu: ‘Yeryüzünde üşüyen bir insan varsa sen ısınamazsın!’

Yeryüzünde üşüyen insan hiç kesilmeyeceğine, devamlı bulunacağına göre benim ısınmam mümkün değil!”

İşte Resûlüllah (s.a.v) Efendimizin şefkat ve merhameti; işte o şefkat ve merhametin çağlar boyu akisleri!…

Böyle nebevî bir rahmeti kuşanmış şefkat ve merhamet ummanı faziletli insanlarıyla, insanlık yeniden manevî şahlanışa geçecek, dirilecek ve kurtulacaktır.

 

 

 

Bookmark the permalink.

Comments are closed