Ömer Çelik
AÇIK VE ANLAŞILABİLİR BİR TEBLİĞ
Her peygamber gönderildiği toplumun içinden çıkıyor. İnsan olarak gönderiliyor. Gönderildiği toplumun dilinin konuşuyor. Onların anlayabilecekleri dilden konuşuyor. Kolay anlaşılsın diye…
Âyet-i kerimede şöyle buyruluyor:
“Biz her bir peygamberi, dinî emir ve yasakları onlara en güzel şekilde anlatmaları için kendi kavminin diliyle gönderdik…” (İbrâhim 14/4)
Peygamberler tebliğlerini çok açık dille yapmışlardır. Şu ifade bütün peygamberlere aittir:
“Bize düşen Allah’ın mesajını tam olarak, açık ve anlaşılır bir şekilde size ulaştırmaktır.” (Yâsîn 36/17)
İsterseniz onların bu açık ve anlaşılır tebliğlerinden bazı örnekler sunalım:
Hz. Nûh, kavmine şu öğütte bulunuyor:
“Artık Allah’tan korkup günahlardan sakınmaz mısınız? Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. O halde Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Ben tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak Âlemlerin Rabbi Allah’tır. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.” (Şuara 26/106-110)
Yâsîn sûresinde kıssası anlatılan, elçilere yardım için şehrin öbür ucundan koşup gelen Habîb-i Neccâr’ın kavmini doğru yola çağırmak için kullandığı şu ifadeler ne kadar doğru, açık ve anlaşılırdır:
“Ey kavmim! Gelin, bu elçilere uyun! Uyun, yaptıklarına karşılık sizden hiçbir ücret istemeyen ve bizzat kendileri de doğru yolda olan bu güzel insanlara! Hem ben, niçin beni kendime has özelliklerle yoktan yaratana kulluk etmeyeyim? Sonunda siz de O’nun huzuruna çıkarılacaksınız. Ben hiç O’ndan başka ilâhlar edinebilir miyim? Çünkü Rahman bana bir zarar vermek istese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve hiçbiri beni kurtaramaz. Kaldı ki, başka ilâhlar edinecek olursam, o zaman ben apaçık bir sapıklığın içine yuvarlanmış olurum. Doğrusu ben, sizi de yaratan ve yaşatan Rabbinize iman ettim; öyleyse gelin beni dinleyin!” (Yâsîn 36/20-25)
İnsanların en güzel ve en açık sözlüsü olan Peygamberimiz (s.a.v.), “Sen, önce yakın akrabanı uyar!” (Şuarâ 26/214) emri gelince, bütün Kureyşi Safâ tepesine çağırdı. Yüksek bir kayanın üzerinden onlara şöyle hitâb etti:
“–Ey Kureyş cemaati! Ben size, şu dağın eteğinde veya şu vâdide düşman atlıları var; hemen size saldıracak, mallarınızı gasbedecek desem, bana inanır mısınız?”
Kureyşliler hiç düşünmeden:
“–Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar seni hep doğru söylediğini gördük. Senin yalan söylediğini hiç duymadık!” dediler.
Karşısındaki insanlardan bu tasdîki alan Resûlullah (s.a.v.), onlara şu ilâhî hakîkati bildirdi:
“–O hâlde ben şimdi size, önünüzde şiddetli bir azap günü bulunduğunu, Allah’a inanmayanların, o çetin azâba uğrayacaklarını haber veriyorum. Ben sizi o çetin azaptan sakındırmak için gönderildim.
Ey Kureyşliler! Size karşı benim hâlim, düşmanı gören ve âilesine zarar vereceğinden korkarak hemen haber vermeye koşan bir adamın hâli gibidir.
Ey Kureyş cemaati! Siz uykuya dalar gibi öleceksiniz. Uykudan uyanır gibi de dirileceksiniz. Kabirden kalkıp Allah’ın huzûruna varmanız, dünyadaki her hareketinizin hesâbını vermeniz muhakkaktır. Neticede hayır ve ibâdetlerinizin mükâfâtını, kötü işlerinizin de ceza ve şiddetli azâbını göreceksiniz! Mükâfat ebedî bir cennet; ceza da ebedî bir cehennemdir.” (bk. Buhârî, Tefsir 26; Müslim, Îman 348-355; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 281-307)
Rasûlullah (s.a.v.)’in hicret edip Medine’ye vardığında Rânûnâ vadisinde ilk okuduğu hutbeler de aynı sadelik ve açıklıktadır:
“Ey insanlar! Sağlığınızda âhiretiniz için hazırlık yapınız! Muhakkak her biriniz ölecek ve sürüsünü çobansız bırakacaktır. Sonra Allah, ona tercümansız ve vâsıtasız olarak diyecek ki: «Benim Rasûlüm gelip de size emirlerimi bildirmedi mi? Ben sana mal-mülk verdim, pek çok iyiliklerde, ihsanlarda bulundum; sen kendin için ne getirdin?» Bu suâl ile karşılaşan herkes, sağa-sola bakacak bir şey göremeyecek, önüne baktığı zaman cehennemi görecek…
O hâlde uyanınız! Kim yarım hurma ile dahî ateşten korunmaya muktedirse, onu yapsın! Kim ki o yarım hurmayı bulamazsa, bâri tatlı bir söz söyleyerek iyilik etmeye çalışsın! Çünkü bir iyiliğe on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir.” (İbn-i Hişâm, I, 118-119, Beyhakî, Delâil, II, 524)
Hangi zaman hangi mekan olursa olsun dinin bu kadar sadelikte ve bu kadar netlikte anlatılması gerekiyor. İnsanların kafalarını karıştırmayacak, din adına ne yapacakları hususunda onları şaşkınlık vadilerine düşürmeyecek doğruluk ve açıklıkta olması gerekiyor. Peygamberlerin, sahabe-i kiramın ve Allah dostlarının tebliğ hayatlarında bunlar açıkça görülmektedir.
Bununla birlikte Allah’ı, peygamberi, dini ve imanı anlama noktasında bizzat kendileri problem yaşayan bir kısım ehliyetsiz kimselerin din hakkında konuşmaları, gerçekleri beyandan öte, meseleleri iyice çözümsüz ve içinden çıkılamaz hale getiriyor. Halkımızın dini bilgileri olduğu gibi öğrenmesi ve toplumda sıhhatli bir din algısının oluşması için topluma ulaşan bilgi kanallarının temizlenmesi ve o kanallardan doğru ve güvenilir bilginin akıtılması gerekiyor.
Bu konuda şu hususlara dikkat gösterilmelidir:
Din adına söz söyleyebilecek ilim, irfan, ahlak ve salahiyete sahip âlimler konuşmalıdır.
Söylenenler doğru olmalı; ama her doğru her yerde söylenmemelidir.
Gerçekleri tahrif etmek çok kötü bir durumdur. Hele bu dinî gerçeklerle ilgili olursa…
Konuşurken dili eğip bükmek de öyle…
Hele gerçekleri az bir pahaya, dünyalığa satmak. Buna söylenecek bir şey yoktur. Ama bunu yapanlar hep olmuştur, her dâim olacaktır. Dünya menfaati için dini kullananlar, dini hükümler hakkında dillerini eğip bükenler, bile bile Allah’ın hükmünü tahrife yeltenenler…
İmanı zayıf, iz’an ve irfan mahrumu bu ahmaklar, işledikleri böyle bir büyük cürmün karşılığında neler kaybettiklerini ve ahiretlerini nasıl karattıklarını keşke bilebilseler…
Yüce Rabbimiz şöyle ikaz buyuruyor:
“Âyetlerimi az bir pahaya satmayın (ki bunun karşılığında dünyaları alsanız yine azdır) ve yalnız benden korkun!” (Bakara 2/41)
Bunun için Allah’a ve âhirete imanın kişinin kalbinde son derece kökleşmiş olması gerekiyor. Öyle iman ki, aynen Fahr-i Kâinât Efendimiz gibi Allah’a vereceği hesabın korkusundan insanı titretir, “eğer ben Rabbimin emrinden kıl payı ayrılırsam helak olmaktan korkarım” diyerek gözüne uyku girdirmez.
Din adına iş yapacak ve söz söyleyecek herkesin Efendimiz’in şu halinden ibret alması ne kadar zaruridir:
Kinde kabilesinin temsilcileri gelip, Mescid’de bulunan Peygamber Efendimiz’in huzûruna çıkmışlardı. Rasûlullah (s.a.v.):
“–Allah beni hak bir dinle peygamber gönderdi ve bana bir de kitab indirdi. O kitaba bâtıl ne önünden, ne de ardından yaklaşabilir!” buyurdu. Kinde temsilcileri:
“–Bize ondan biraz okuyup dinletebilir misin?!” dediler. Rasûlullah Sâffât sûresinin başından okumaya başladı:
“Yemin olsun saf saf dizilenlere, haykırıp sürenlere, zikir okuyanlara ki sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. O, göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunan her şeyin Rabbi, aynı şekilde doğuların da Rabbidir.” (Sâffât 37/1-5)
Allah Rasûlü (s.a.v.) bu âyetleri okuyup susmuştu. Hiç kımıldamadan duruyordu. Gözleri yaşarmış, gözyaşları sakalına doğru akmaya başlamıştı. Kindeliler:
“–Biz senin ağladığını görüyoruz!? Yoksa seni gönderen zattan korktuğun için mi ağlıyorsun?” dediler. Peygamber Efendimiz:
“–Beni korkutan ve ağlatan, Allah’ın beni kılıcın ağzı gibi ince ve keskin olan dosdoğru bir yol üzere göndermiş olmasıdır ki, ondan azıcık eğrilsem helâk olurum!” buyurdu…
Bunun üzerine Kinde temsilcileri müslüman oldular. (bk. İbn Hişam, es-Sîre, IV, 254; Ebû Nuaym, Delâil, I, 237-238; Halebî, İnsânu’l-uyûn, III, 260)