Ömer Çelik
İSLÂM’I TEBLİĞDE ÖNCELİKLERİMİZ….
Dünyada en küçük bir başarıya ulaşabilmek, en küçük bir iyiliği yakalayabilmek, şahsi hayatımızda güzel bir davranışı benimseyip alışkanlık hâline getirebilmek bir metodu, bir üsulu, bir yordamı gerektiriyor. Bir menzile varmak için, onun yoluna girmek gerek. Bir maksûda ermek için, ona ulaştıracak yolda yürümek gerek.
Bir evi çatısından yapmaya başlamayız. Önce pencerelerini, çatısını yapmayız. Onun bir planı vardır. Temel kazılır, direkler dikilir, beton atılır, katları belli bir plana, üsule göre inşa edilip bitirilir. Ardından tezyinâtı ve tefrişatı yapılır, eşyaları yerleştirilir. Oturulup huzur duyacak hâle gelir.
Ağaç, tepesinden büyümeye başlamaz. Önce tohum olur, tohum çatlar fide olur, filiz atar. Filiz, suyunu güneşini alarak büyür, dallı budaklı ağaç olur, meyve verir.
Bir meyve dalında anında olgunlaşmaz. Peyderpey olgunlaşıp yenecek tada ulaşır. Beklemesi, olgunlaşmak için geçmesi gereken yollar vardır.
İnsan, annesinin rahmine düşer düşmez hemen kısa sürede doğup dünyaya gelecek duruma ulaşamaz. Onun dokuz ay on gün, alacağı dersler, göreceği bir eğitim, yürüyeceği yollar var. Bunlar tamamlanınca dünyaya gelir. Doğar doğmaz da olgunlaşmış bir insan olamaz. Belli şartlar altında beslenmesi, gelişmesi, büyümesi lazımdır. Ancak bütün bunlardan sonra olgun insan haline gelir. Faydalı bir insan olur. Hem kendine hem de başkalarına faydası olur. Bedenen menzil-i maksûda ulaşmış olur.
Çok ağır bir hastalığa yakalanmış bir insanı da bir anda tedavi edip iyileştirmek zordur. Önce hastalığın teşhisi gerekir. Sonra belli bir süreç ve sıra dâhilinde gerekli ilaçları kullanıp, yapılması gerekenleri yaptıktan sonra neticeye ulaşmak mümkün olmaktadır.
Maddi varlıklar ve olaylarla ilgili verilen bu örnekler, manevi durumlar için de aynen geçerlidir. İnsanın manevi terbiyesi için de geçerlidir. Dinin insanlara ulaştırılıp, onların bu dinî prensipler çerçevesinde kafalarının, kalplerinin ve ruhlarının terbiye edilip kemâle ermeleri için de geçerlidir.
Yani manevi doğumun ve büyümenin de tohum, filiz, fide ve olgun hale gelme safhaları vardır. Bunun da nutfe, alaka, mudğa, kemik, et safhaları vardır. Aynı şekilde bebeklik, çocukluk, gençlik, olgunluk devreleri vardır. Maddî alemdeki tedrici büyüme ve gelişme aynı şekilde manevi alemler için de geçerlidir. Tabi ki manevî âlemlerin kaideleri çerçevesinde ve o âleme uygun kanunlar altında…
İşte dini tebliğde örnek şahsiyetler olan peygamberler hep bu esasa dikkat ederek tebliğ yapmışlardır. Seyyidü’-Mürselîn (s.a.v) Efendimiz de böyle yapmıştır. 23 yıllık tebliğ hayatının her karesi, her adımı, her saniyesi buna örnektir.
İlk olarak şunu söylemeliyiz ki, tebliğde tedrîciliğe yani hedefe doğru adım adım yürümeye, gayeyi safha safha gerçekleştirmeye önem verilmesi ve buna son derece dikkat gösterilmesi esastır. Yüce Rabbimizin her şeyde olduğu gibi dinini öğretmede de takip ettiği usul budur. Efendimiz de bunu tatbik etmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Biz bu Kur’ân’ı kısımlara ayırarak indirdik ki insanlara onu iyice anlayabilmeleri için dura dura okuyasın.” (İsrâ 17/106)
Hz. Âişe vâlidemiz Kur’ân-ı Kerîm’in ve ondaki hükümlerin inişindeki tedrîcilikten bahsederek şu izahı yapar:
“İlk inen sûre kısa sûrelerden biri idi. Bunda cennet ve cehennemden bahsediliyordu. Helâl ve harâma dâir hükümler ise ancak insanlar İslâm’a tam olarak ısındıktan sonra inmeye başladı. Eğer ilk defâ:
«– İçki içmeyin!» emri inseydi insanlar:
«– Biz içkiyi kesinlikle bırakmayız!» derlerdi. Yine ilk olarak:
«– Zinâ etmeyin!» emri gelseydi insanlar aynı şekilde:
«– Zinâyı aslâ bırakmayız!» derlerdi. Ben Mekke’de oyun oynayan bir çocukken Peygamberimiz (s.a.v)’e:
“Hayır onlara va’dedilen asıl azab vakti, kıyâmettir. İşte o an, cidden çok dehşetli ve çok acıdır” (Kamer 54/46) gibi îmân ve kıyâmetle alâkalı âyetler nâzil olmuştu. Muâmelâtla alâkalı hükümler ihtivâ eden Bakara ve Nisâ sûreleri ise ancak ben onun yanında iken Medîne’de inmiştir.” (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân 6)
Bilindiği gibi ilk nâzil olan âyetler tevhide dâvet, mü’minleri cennetle müjdeleme, kâfirlere ve âsîlere cehennemi haber verme gibi inançla ilgili husûslarda idi. İnsanlar bu hususlarda iknâ olup îmânlarını kuvvetlendirdikten sonra, muâmelâtla alâkalı hükümler inmeye başladı. Çünkü insanlar alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlı oldukları için bunlardan vazgeçmeleri çok kolay değildir. Tedrîcîliğe riâyet etmeden insanları kötü alışkanlıklardan arındırmaya çalışmak, nefrete ve uzaklaşmaya sebep olabilir.
Mekke dönemindeki itikat ve ahlâkla ilgili âyetlerde olduğu gibi, Medîne’de Müslüman muhâtaplara inen hükümlerde de tedrîcîliğe riâyet edilmiş, bilhassa eski alışkanlıkların düzeltilmesi ve yeni hükümlerin uygulanmasına dâir hemen hemen her husûsta bu metot uygulanmıştır. Namaz, oruç ve zekâtın farz kılınmasında, içki, zinâ ve fâizin yasaklanmasında hep bu usûl tatbik edilmiştir.
Namaz, ilk olarak sabah ve akşam ikişer rekât olmak üzere farz kılınmıştı. Daha sonra Müzzemmil sûresinin ilk âyetleriyle gece namazı emredilmiş ve Müslümanlar bir yıl boyunca gece namazını farz olarak kılmışlardı. Müzzemmil sûresinin son âyetiyle bu farziyet kaldırılmış ve gece namazı nafile ibadet hâline gelmiştir. Beş vakit namaz ise bi’setin 11. yılında Mîraç’ta farz kılınmıştır. Hicrete kadar hazarda ve seferde ikişer rekât olan bu namazlar, hicretten sonra Medîne’de mukim olanlar için dörde çıkarılmış, seferde ise iki rekât olarak devam etmiştir. Hicret esnâsında Medîne’ye girerken Cuma namazı farz kılınmış, daha sonra da bayram namazları emredilmiştir. (Tâhirü’l-Mevlevî, s. 58-65)
Oruçla alakalı gelen farklı hadisler ve rivâyetler değerlendirildiği zaman, insanın terbiyesinde pek mühim bir yeri olan bu ibadetin üç merhalede farz kılındığı anlaşılmaktadır.
İçkinin haram kılınışı dört merhalede gerçekleşmiştir. Üçüncü merhalede: “Ey îmân edenler! Siz sarhoş iken, ne söyleyeceğinizi bilinceye… kadar namaza yaklaşmayın!” (Nisâ 4/43) âyeti nâzil olunca Müslümanlardan içki içenler iyice azalmış, son olarak Allah Teâlâ’nın:
“Ey îmân edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları, şeytanın murdar ve kötü işinden başka bir şey değildir! Bunlardan uzak durun ki felâh bulasınız!” (Mâide 5/90) âyetlerini inip Müslümanlar, “Artık vazgeçtiniz değil mi?” hitabını duyunca hep bir ağızdan: “Vazgeçtik! Vazgeçtik yâ Rab!” dediler. Tulumları delinip boşaltılan ve küpleri kırılıp dökülen içkiler, Medine sokaklarında su gibi aktı!.. (bk. İbn- Hanbel, I, 53; II, 351; Nesâî, Eşribe, 1-2; Hâkim, II, 305)
Görüldüğü üzere Kur’ân, toplumda yerleşmiş müzmin bir içtimâî hastalığı tedâvî ederken bu işi ânî çıkış ve zorlamalarla değil, hastalığa yumuşaklıkla yaklaşıp onu ıslâha doğru birbirlerine zincirleme bağlı ve sağlam adımlar atarak yapmakta, hedefe ulaşıncaya kadar gayretine devam etmektedir.
İçki konusundaki bu durum faiz hakkında da aynen geçerlidir. Faizin haram kılınmasında da aynı metot tatbik edilmiş ve o da dört merhalede yasaklanmıştır. Böylece faiz içkideki durumla tam bir mutabakat arz etmiştir. Bu da, içki ile faizin bazı ortak taraflarının bulunduğuna ilahî bir işaret sayılabilir.
Rasûlüllah (s.a.v), Kur’an’ın baştan sonra bir tatbikatı olan tebliğ hayatında Cenâb-ı Hakk’ın öğrettiği şekilde tedrici olarak İslâm’ı tebliğ etmiş, böylece hem beyinlerde, hem gönüllerde, hem de sosyal hayatın bütün alanlarında İslâm inkılâbını gerçekleştirmiştir. Efendimiz (a.s)’ın tebliğde aynı esası takip etmeyi, sahabe-i kirama, özellikle çevre illere muallim ve vali olarak gönderdiği kişilere tavsiye ettiğini görmekteyiz. Meselâ Muâz bin Cebel’i Yemen’e gönderirken yaptığı şu tavsiyeler bu açıdan ne muhteşemdir:
“Muhakkak ki sen Ehl-i kitap olan bir topluma gidiyorsun:
– Onları, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah’ın resulü olduğuma şehâdet etmeye dâvet et.
– Şayet buna itaat ederlerse, Allah’ın kendilerine bir gündüz ve gecede beş vakit namazı farz kıldığını bildir.
– Bunu kabul edip itaat ederlerse, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilmek üzere kendilerine zekâtın farz kılındığını haber ver.
– Buna da itaat ettikleri takdirde, mallarının en kıymetlilerini almaktan sakın!
– Mazlumun bedduasını almaktan çekin, çünkü onun bedduası ile Allah arasında perde yoktur.” (Buhârî, Zekât 41, 63; Müslim, Îmân 29-31)
Hayberin fethinde Hz. Ali’yle alakalı şu olay da tebliğde öncelik verilmesi gereken konular hakkında bir fikir verir.
Rasûlullah (s.a.v) Hayber Savaşı’nda Ali bin Ebî Tâlib’i çağırmış, sancağı ona teslim edip şöyle buyurmuştu:
“–Yürü, Allah fethi müyesser kılıncaya kadar sağa-sola bakınma!”
Ali (r.a) derhal harekete geçti; sonra durdu ve arkasına dönmeden seslendi:
“–Ey Allâh’ın elçisi, onlarla ne yapmaları için savaşayım?”
Efendimiz (a.s) şöyle buyurdu:
“–Onlarla, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allâh’ın Rasûlü olduğuna şehâdet getirinceye kadar savaş. Bunu yaptıkları takdirde, dînin yasaklarını çiğnemedikçe, kanlarını ve mallarını senden korumuş olurlar. Asıl hesaplarını görmek ise Allah’a âittir.»” (Bkz. Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 33; Buhârî, Ashâbu’n-Nebî 9)
Peygamber Efendimiz’in, zamanındaki devlet başkanlarına gönderdiği mektuplar da, İslam’ı tebliğde ilk olarak nelere dikkat edilmesi gerektiğinin açık örnekleri bulunmaktadır. Bunlar özellikle İslâm’la yeni tanışan bölgelerde İslâmî tebliğ yapacak Müslümanlar için son derece ufuk açıcıdır. Bunlardan bir iki misal meseleyi anlatmak için yeterli olacaktır:
Bi’setin ilk yıllarında Temim kabilesinden yaşlı bir zat olan Eksem bin Sayfi, gönderdiği mektupla Resûlullâh’tan İslâm hakkında bilgi istediğinde Peygamberimiz ona şu mektupla mukabelede bulunmuştu:
“Allah’ın Resûlü Muhammed’den Eksem bin Sayfî’ye… Allah’ın selâmı üzerine olsun. Allah’a olan hamdimi sana bildiririm. Allah bana, «Lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîke leh» dememi ve insanlara bu sözü tebliğ etmemi emrediyor. Bütün mahlûkât ve hükümranlık Allah’a âittir. Her şey O’nundur. Allah onları yaratır, öldürür ve âhirette tekrar diriltir. Şüphesiz dönüş O’nadır. Peygamberlerin mesajını size ilettim. Büyük haberden elbette sorulacaksınız. Bir süre sonra onun haberini elbette öğreneceksiniz.” (Hamidullâh, el-Vesâik, s. 254-255)
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Abdullah bin Huzâfe’yi de Acem Şâhı Kisrâ’ya göndermişti. Yazdırdığı mektubunda şöyle buyuruyordu:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allah’ın Resûlü Muhammed’den Fârisîlerin büyüğü Kisrâ’ya! Hidâyete uyanlara, Allah’a ve Resûlü’ne îmân edenlere, Allah’tan başka hiçbir ilâh ve mâbud olmadığına, O’nun eşi, ortağı bulunmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve resûlü olduğuna şehâdet getirenlere selam olsun! Seni Allah’a îmâna dâvet ediyorum. Çünkü ben dirileri uyarmak, inançsızlardan azâbı hak edenlerin cezasını bildirmek üzere Allah’ın bütün insanlara gönderdiği bir elçisiyim. Bu durumda Müslüman ol da selâmet bul. Dâvetimden yüz çevirirsen, bütün mecusîlerin günahı senin boynuna olur!” (İbn-i Hanbel, I, 305; İbn-i Sa’d, I, 260, IV, 189)
Bu mektupların gönderilmesi ve muhtevaları kadar onları götüren elçilerin şahsiyet, karakter ve terbiyeleri de İslâm’ı tebliğ açısından bizim için büyük bir önem arzeder. Zira dâvetin muhataplar tarafından kabul edilmesinde bu husûsun tesiri büyüktür. Söz konusu gerçeği çok iyi bilen Rasûlullâh (s.a.v) mektuplarını götürecek elçilerinde, pek çok nitelikler bulunmasına azami dikkat göstermiştir:
– Gönderilen bu elçiler güzel söz söyleyebilen, cesur, zeki, ikna kabiliyetine sâhip, İslâm’ın hakikatini iyi kavramış, örnek yaşayış sâhibi, ehliyetli ve liyakatli kişilerdir.
– Bunlar elçi olarak gönderildikleri bölgelere önceden değişik vesilelerle gitmiş, oranın örf, âdet, inanç ve düşüncelerini bilen, lisânlarına vâkıf ve tertipli kimseler idi. Çünkü insanın görünüşü, muhataba tesir etme bakımından oldukça mühimdir. Nitekim Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:
“Sizler kardeşlerinizin yanına varacaksınız; binek hayvanlarınızı düzene koyun, elbiselerinize çeki düzen verin. Tâ ki insanlar arasında, yüzdeki güzelliğin timsâli olan ben gibi olun. Çünkü Allah çirkin görünüşü ve kötü sözü sevmez.” (Ebû Dâvûd, Libâs 25)
Nebiyy-i Muhterem (s.a.v), ayrıca gönderdiği elçilere dikkat etmeleri gereken hususlarda önemli tavsiyelerde bulunurdu. Meselâ Efendimiz (a.s), Himyer’de bulunan bazı önde gelen kimselere bir mektup yazmıştı. Mektubu Iyâş bin Ebî Rabîa (r.a) ile gönderirken ona şu tavsiyelerde bulundu:
“- Oraya vardığın zaman geceleyin girme, sabahın olmasını bekle. Sonra en güzel şekilde abdestini al, iki rekât namaz kıl. Seni muvaffak kılması ve hüsn-i kabûl görmen için Allah Teâlâ’ya duâ et. Daha sonra güzelce hazırlık yap, mektubumu sağ eline al ve onu sağ elinle onların sağ eline ver. Böyle yaparsan onlar seni kabul edeceklerdir.” (İbn-i Sa’d, I, 282)
Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, kim olursa olsun İslâm’ı tebliğ ederken muhâtaplardan talep edilecek ilk husûs, sahîh bir îmân ve sağlam bir İslâmî anlayış olmalıdır. Bu te’mîn edildikten sonra ondan, inandığıyla amel etmesi istenmelidir. Bunu sağlayabilmek için en geçerli metot ve çare de kolaylaştırma ve müjdeleme üslûbudur. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.v), “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin” (Buhârî, İlim 11) bu husustaki en temel esaslardan birini beyan eder.
Yine Efendimiz (a.s), insanlarla münâsebetlerin kolayca sağlanabilmesi için: “Biz, insanlara akılları ölçüsünde konuşmakla emrolunduk” (Ali el-Müttakî, X, 242) buyurarak, tebliğde insanların seviyelerine inip ona göre davranmanın önemini belirtir. Onları zorlayacak şekilde konuşmayı ve davranmayı uygun görmez.
Dolayısıyla, günümüzde de insanlara İslâm’ı anlatma ve sevdirmede başarılı olmak için her adımda insan fıtratının gereklerini göz önünde bulundurarak hareket etme mecburiyeti vardır. Bunun esası da, tedriciliği esas alarak, kolaydan başlayıp zora doğru giderek, müjdeleyip ısındırarak hedefe ulaşmanın gayreti içinde olmaktır. Büyük bir fabrikayı temelden başlayıp kurmak, muazzam bir binâyı mükemmel bir plana göre yapmak gibi, büyük bir şehri detaylı bir plan çerçevesinde alt ve üst yapısı, binaları, yolları ve eserleriyle inşa etmek gibi İslam binasını ince bir tebliğ siyasetiyle ve bütün yönleriyle tesis edebilmektir.