ÖNSÖZ
Bizleri Peygamberlerin Efendisi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)’in ümmeti, ezelî ve ebedî kelâmının talebesi yapan Yüce Rabbimize sayısız hamd ü senâlar olsun.
Rabbinden vahyen alıp tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerîm’le ve onun hem sözlü hem fiilî en mûteber tefsîri olan sünnet-i seniyyesiyle yolumuzu aydınlatan, cennete ve cemâlullaha götürecek yolu bize gösteren Fahr-i Kâinat Efendimiz’e sonsuz salât ü selâm olsun.
Kur’an ve sünnet esasları üzere yükselen İslâm dinini bütün ihtişamıyla hayatlarında tatbik edip Allah yolunda emsalsiz bir can ve mal infakıyla tüm dünyaya öğreten sahâbe-i kirâma ve onların izinden yürüyenlere selam olsun.
Allah’ın kelâmı Kur’ân-ı Kerîm… Sözlerin en güzeli… Risâlet vahyini taşıyan kitapların son altın halkası… Din adına göklerin yere son hitabı… Ebedî ilâhî düstûr… Hak katında yegane makbul din olan İslâm’ın ana kaynağı… Her şeref sahibinin şerefini kendinden aldığı izzetli kelâm… Âyetlerinden hakla bâtılı ayıran hükümlerin süzüldüğü hikmetli kelâm… Kıssaları, misalleri, ikazları, müjdeleri, yoklayışları ve dokunuşlarıyla gönülleri mestedip ten kafesini can kuşuna dar kılan muhteşem kelâm…
Kur’ân-ı Kerîm hem bir şeriat hem bir hikmet kitabı… Hem bir dua hem bir kulluk kitabı… Hem bir emir ve dâvet hem bir zikir ve fikir kitabı…. İnsanlığın her türlü manevî ihtiyacını karşılayacak tüm kâide ve esasları ihtivâ eden tek ve şumüllü kitap…İnsana iki cihan mutluluğunun, cennetin ve cemâlullahın yolunu gösteren emsalsiz kitap…
Biliyoruz ki, Kur’ân-ı Kerîm Rabbimizin bize mukaddes mektubudur. Bu mektup, okunmak için, anlaşılmak için ve yaşanmak için geldi. O, Allah Teâlâ’dan Peygamberimiz (s.a.s.)’e 23 yıl boyunca bir kez vahyedildi. Neticede vahiy sona erdi, din tamamlandı, Peygamberimiz (s.a.s.) Refîk-ı A‘lâsı’na, En Yüce Dostu’na gitti. Geride Kur’an gibi çok mübarek, çok mukaddes, bir o kadar da mesuliyeti çok ağır bir emânet bıraktı.
Şunu belirtelim ki, Peygamberimiz (s.a.s.)’e olduğu gibi Kur’ân-ı Kerîm’in mü’min gönüllere nüzûlü devam etmektedir, devam edecektir.
Soru şu:
Kur’an’ın gönüllere nüzûlü nasıl gerçekleşir?
Bir çocuğun kalbine, hayat sebebi annesinin “Yavrum, kuzum!” sözü nasıl nüzûl eder?
Bir talebenin kalbine, çok sevdiği hocasının şefkat ve merhamet yüklü dilinden dökülen ismi, “Kardeşim, evladım!” hitabı nasıl nüzûl eder?
Bir müridin kalbine, aşkla bağlandığı mürşidinin sözleri nasıl nüzûl eder?
Şüphesiz ki Allah kelâmının şimdi bahsi geçen sözlerin üzerinde kıyas götürmeyecek kadar çok yüksek bir değeri vardır. İnanan gönüllerde o kelâm-i ilâhînin bambaşka bir tesiri vardır. Her âyet o günüllerde bambaşka bir yankı bulur. Her âyet okundukça, dinlendikçe imanla tertemiz hale gelmiş o musaffâ gönüllere yeniden, yeniden taptaze olarak nüzûl eder. Şu âyet-i kerîmeler Kur’an karşısında o gönüllerin halini ne güzel aksettirir:
“…onlara Kur’an okunduğu zaman derhal yüzüstü secdeye kapanırlar ve şöyle derler: «Rabbimiz, şüphesiz sen her türlü noksanlıktan pak ve yücesin. Eğer Rabbimiz bir şey va‘detmişse, o mutlaka gerçekleşir.” Yine ağlayarak yüzüstü secdeye kapanırlar; kendilerine ne zaman Kur’an okunsa, bu onların Allah’a olan saygılarını artırır.” (İsrâ 17/107-109)
“Rahmân’ın has kulları, kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında, onlara karşı sağır ve kör gibi davranmazlar.” (Furkān 25/73)
O halde Kur’an âyetlerinin gönüllere nüzûlü hiç bitmez, bitmeyecek. Gökyüzündeki yıldızların her gece doğuşu ve yeryüzünü aydınlatışı gibi, o âyetler her dâim gönüllere doğacak ve onları aydınlatacak. Bu açıdan elbette ki Kur’an’ın hem lafzının hem tertille okunuşunun hem de sesi ve teğannîsinin çok önemli payları vardır. Ama unutulmamalıdır ki bunlar zarftır, kılıftır, kabuktur. Esas gönülleri etkileyecek olan; o lafızlardan, Kur’an’a mahsus o lahûtî ses ve sadâdan gönüllerin derinliklerine bal gibi süzülecek olan mânalardır.
Düşünelim ki, bir şiir dinliyoruz. Nâmeleri, kâfiyeleri, şiire eşlik eden mûsikî muhteşem. Hepsi bizi etkiliyor. Fakat mısraların neden bahsettiğini anlamaktan mahrumuz. Acaba o mısralar:
“Vurulmuş tertemiz alnından uzanmış yatıyor
Bir hilâl uğruna yâ Rab ne güneşler batıyor.
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer” ifadelerinde olduğu gibi mukaddes değerleri uğrunda şehâdet şerbetini içmekte olan canların son halini mi aksettiriyor?
Veya:
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım
Kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım
Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım” mısralarında olduğu gibi insanın özgürlük, cengaverlik ve kahramanlık duygularını mı kamçılıyor?
Yahut:
“Gönül hûn oldu şevkinden boyandım ya resûlallah,
Nasıl bilmem bu nirâna dayandım ya resûlallah,
Ezel bezminde bir dinmez figandım ya resûlallah,
Cemalinle ferahnâk et ki yandım ya resûlallah….
Yanan kalbe devâsın sen, bulunmaz bir şifâsın sen,
Muazzam bir sehâsın sen, dilersen rehnumâsın sen,
Habîb-i kibriyâsın sen, Muhammed Mustafâ’sın sen,
Cemâlinle ferahnâk etki yandım ya resûlallah…”.[1] beyitlerinde olduğu gibi benzin kuyusunu ateşlemişçesine gönüllerdeki Resûlüllah muhabbetini mi coşturuyor?
Yahut da:
“Ne zaman anarsam seni
Kararım kalmaz Allahım!
Senden başka gözüm yaşın
Kimseler silmez Allahım!” kıtasındaki gibi gerçek zikrin kalpteki tesirini ve kulun içli içli Rabbine niyazını mı dile getiriyor?
Diyelim, gerçekten çok etkileyici, mutluluk ve üzüntü duygularımızı, gülme ve ağlama sinir uçlarımızı harekete geçirebilecek özellikte ilginç bir olay dinliyoruz. Anlatım şahâne, jest ve mimikler mükemmel. Fakat espriyi anlayamıyor, püf noktaları kaçırıyoruz. Anlayanlar kendilerinden geçerlerken, biz bön bön bakıyoruz…[2]
O halde Kur’ân-ı Kerîm’in gönüllere nüzûlünden maksat; tilâvetiyle, kırâatıyla, teğannî ve hoş sadâsıyla, bunlarla birlikte ama bunların ötesinde gönülleri en tesirli şiirden, en etkili kıssa, hikâye, roman, tiyatro, sinema ve filimden daha fazla etkileme gücüne sahip olan mânalarıyla kalplere nüfûz etmesidir. İşte bu noktada Kur’ân-ı Kerîm’in her bir dile edebî bir güzellik ve incelik içinde, fevkalâde bir belâgat ve fesâhatla yapılacak tefsirleri devreye girmektedir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz’in ve ashâb-ı kiramın böyle bir problemi yoktu. Onlar Arap oldukları ve çok yüksek seviyede Arapçayı anlama maharetine sahip bulundukları için inen âyetler, bir annenin çocuğuna hitap ederken söylediği “Yavrum! Seni çok seviyorum. Seni kendi gözümden bile sakınıyorum. Şunu yap, şunu yapma. Şöyle davran, böyle davranma!” sözünden daha iyi anlaşılmakta ve daha çok tesir etmekteydi.
Şu misaller ne kadar dikkat çekicidir:
Kinde kabilesinin temsilcileri hicrî 10. senede altmış veya seksen kişi olarak gelip, Mescid’de bulunan Peygamber Efendimiz’in huzûruna çıkmışlardı. Resûlullah (s.a.s.):
“–Allah beni hak bir dinle peygamber gönderdi ve bana bir de kitab indirdi. O kitaba bâtıl ne önünden, ne de ardından yaklaşabilir!” buyurdu. Kinde temsilcileri:
“–Bize ondan biraz okuyup dinletebilir misin?!” dediler. Resûlullah Sâffât sûresinin başından okumaya başladı:
“Yemin olsun saf saf dizilenlere, haykırıp sürenlere, zikir okuyanlara ki sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. O, göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunan her şeyin Rabbi, aynı şekilde doğuların da Rabbidir.” (Sâffât 37/1-5)
Allah Resûlü (s.a.s.) bu âyetleri okuyup susmuştu. Hiç kımıldamadan duruyordu. Gözleri yaşarmış, gözyaşları sakalına doğru akmaya başlamıştı. Kindeliler:
“–Biz senin ağladığını görüyoruz!? Yoksa seni gönderen zâttan korktuğun için mi ağlıyorsun?” dediler. Peygamber Efendimiz:
“–Beni korkutan ve ağlatan, Allah’ın beni kılıcın ağzı gibi ince ve keskin olan dosdoğru bir yol üzere göndermiş olmasıdır ki, ondan azıcık eğrilsem helak olurum!” buyurduktan sonra:
وَلَئِنْ شِئْنَا لَنَذْهَبَنَّ بِالَّذ۪ٓي اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ ثُمَّ لَا تَجِدُ لَكَ بِه۪ عَلَيْنَا وَك۪يلًاۙ ﴿86﴾
“Eğer istesek elbette sana vahyettiğimiz Kur’an’ı hafızalardan ve yazıldığı sayfalardan tamâmen silip yok ederiz; sonra bize karşı onu yeniden elde etmene yardımcı olacak bir destekçi bulamazsın” (İsrâ 17/86) âyetini okudu. Bunun üzerine Kinde temsilcileri müslüman oldular. (bk. İbn Hişam, es-Sîre, IV, 254; Ebû Nuaym, Delâil, I, 237-238; Halebî, İnsânu’l-uyûn, III, 260)
Hz. Ebubekir (r.a) kendi halini şöyle anlatıyor:
“Bir gün Resûlüllah (s.a.v)’in yanında bulunurken:
مَنْ يَعْمَلْ سُٓوءًا يُجْزَ بِه۪ۙ وَلَا يَجِدْ لَهُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلِيًّا وَلَا نَص۪يرًا ﴿123﴾
«Gerçek şudur ki; kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görecektir. O kişi, Allah’tan başka da ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilecektir» (Nisâ 4/123) âyeti nâzil oldu. Efendimiz:
«- Ebubekir, bana indirilen bu âyeti sana okutayım mı?» buyurdu. Ben:
«- Tabii ki ya Resûlallah» dedim. Bana bu âyeti okuttu. Sanki belimin kırılıp ayrıldığını hissettim ve öylece kasılıp kaldım. Peygamberimiz:
«- Neyin var, ne oldu?» diye sordu. Ben:
«- Anam babam sana fedâ olsun ya Resûlallah, hangimiz günah işlemez ki! Şimdi biz işlediklerimiz yüzünden mutlaka cezalandırılacak mıyız?» diye üzüntümü ifade ettim. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.) şu açıklamayı yaptı:
«- Ey Ebubekir! Sen ve diğer mü’minler hatalarınız sebebiyle dünyada bazı sıkıntı ve meşakkatlere uğratılarak cezalandırılırsınız. Öyle ki Allah’a günahsız olarak kavuşursunuz. Diğerlerine gelince onların yaptıkları biriktirilir ve cezaları kıyamet gününe bırakılır.»” (Tirmizi, Tefsir 4/3039)
Şu ibretli kıssa ise, Kur’an’ın gönülleri sarsan âyetleri karşısında nasıl bir kalbî hassasiyet içinde olması gerektiğini göstermesi açısından dikkat çekicidir:
Ebûbekir Verrâk (r.h.)’in küçük bir oğlu vardı. Kur’ân-ı Kerîm öğrenmek için bir hocadan ders okumaktaydı. Bir gün okuldan benzi sararmış bir vaziyette, titreyerek ve erkenden döndü. Vücudunun her tarafı korkudan titriyordu. Ebûbekir Verrâk, gönül meyvesinin bu durumuna şaşırarak sordu:
“–Hayırdır evlâdım, bu hâlin ne, niçin okuldan erken döndün?”
Oğlu, o küçücük yüreğine yerleşmiş bulunan Allah korkusu netîcesinde sonbahar yaprağına dönen bir çehreyle:
“–Ey babacığım! Bugün hocamız bana Kur’ân’dan bir âyet öğretti, onun mânası gönlüme sinince korkumdan bu hâle geldim!” dedi. Bu defa babası:
“–Evlâdım, o hangi âyet-i kerîmedir?” dedi. Küçük çocuk okumaya başladı:
فَكَيْفَ تَتَّقُونَ اِنْ كَفَرْتُمْ يَوْمًا يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ ش۪يبًاۗ ﴿17﴾
“Peki ey kâfirler! İnkârınızda devam ederseniz, o takdirde, çocukları bir anda ak saçlı ihtiyarlara çevirecek bir günden kendinizi nasıl koruyacaksınız?” (Müzzemmil 73/17)
Daha sonra küçük yavru, bu âyetin dehşet ve heybetinden hasta olup ölüm döşeğine düştü, çok geçmeden de rûhunu teslîm etti. Babası bu hâdise karşısında çok duygulandı. Öyle ki, sık sık oğlunun kabrine gider ve ağlayarak kendi kendine şöyle derdi:
“–Ey Ebûbekir! Senin oğlun, Kur’ân’dan bir âyet öğrendi de Allah korkusundan rûhunu teslîm etti. Sen ise bunca zamandır Kur’ân-ı Kerîm okursun, hâlâ Allah’ın hukûkunu yerine getirmede bir çocuk kadar dahî korkmazsın!”
Gerçekten de Allah kelâmının, anlayış ve kavrayış melekelerini kaybetmemiş, sâfiyeti ve selîmiyeti bozulmamış hassas gönüllerde meydana getirdiği tesirler, ınkılaplar, hercümerçler, allak bullak olmalar ne müthiştir!…
Hangi temiz bir gönül ve sağlam bir idrak sahibi kişi Kur’an’ın şu dokunuşları karşısında sarsılmaz, heyecanlanmaz, uyanıp kendine gelmez:
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Çünkü kıyâmetin sarsıntısı gerçekten çok korkunç bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, dehşetten her emzikli anne emzirdiği yavrusunu unutup terk eder, her hâmile dişi de karnındakini düşürür. İnsanları sarhoş görürsün, halbuki onlar şarap içip sarhoş olmuş değillerdir, lâkin Allah’ın azabı pek şiddetlidir.” (Hac 22/1-2)
Ya kıyâmetin şu korkunç manzaraları:
“Güneş dürülüp ışığı söndüğü zaman,
Yıldızlar kararıp döküldüğü zaman,
Dağlar yerlerinden sökülüp yürütüldüğü zaman,
Doğurması yaklaşmış gebe develer başıboş bırakıldığı zaman,
Vahşi hayvanlar bir araya getirildiği zaman,
Denizler ateşlenip kaynatıldığı zaman,
Nefisler bedenleriyle ve amelleriyle eşleştirildiği zaman,
Diri diri gömülen kız çocuğuna sorulduğu zaman:
Günahı neydi de öldürüldü?
Amel defterleri açıldığı zaman,
Gök sıyrılıp alındığı zaman,
Cehennem alev alev kızıştırıldığı zaman,
Cennet mü’minlere yaklaştırıldığı zaman,
İşte o zaman… Her insan, kendisi için neler hazırlamış olduğunu bilecektir.” (Tekvîr 81/1-14)
Ya ihtiyarlıktan beli bükülmüş, kemikleri erimiş, saçları yangın yeri gibi alev alev bembeyaz olmuş Zekeriyâ (a.s.)’ın içli içli yakarışları hangi gönlü kendinden geçirmez:
“Bir defasında Zekeriyâ Rabbine gizlice niyâz etmiş, yalvara yakara şöyle demişti:
«Rabbim! Doğrusu ben öyle perişan bir haldeyim ki, kemiklerim zayıfladı, eridi; başımdaki saçlar ihtiyarlıktan dolayı beyaz alevler gibi tutuştu. Rabbim! Ben sana hangi konuda dua ettiysem hiçbir zaman bedbaht ve mahrum olmadım. Gerçekten ben, arkamdan yerime geçecek vârislerden endişe içindeyim. Hanımım da kısırdır. Ne olur, bana lütf-u kereminden bir yardımcı oğul ihsan eyle! Ki o, hem bana mirasçı olsun, hem de Yâkub ailesine. Rabbim onu kendisinden râzı olduğun bir kul eyle!»” (Meryem 19/3-6)
Peki bizler!…
Bizlerin iman, ilim, irfan, amel, ihlas ve takvâ bakımından Kur’ân-ı Kerîm’in sonsuz güzellik, nûraniyet ve ruhâniyetteki iklimine doğru yolculuk etmeye çok ihtiyacımız var. Bu bakımdan doğru bir İslâm bilgisine, imanlarımızı yeniden tazelemeye, amellerimizi güzelleştirmeye, ihlas ve takvâmızı artırmaya ihtiyacımız var. Bu noktada yine, lazım gelen diğer çalışmalarla birlikte, Kur’ân-ı Kerîm’in kendi dilimizde yapılan doğru, güvenilir, seviyeli ve kolay okunup anlaşılabilir meâl ve tefsirleri devreye girmelidir.
Elinizdeki esere böyle bir niyetle başlandı. Eserin ortaya çıkmasında muhterem Osman Nuri TOPBAŞ hocamızın yönlendirme, dua ve himmetlerinin çok özel bir yeri olduğu şüphesizdir. Hocamızın da teşvikleriyle hareket noktası şu oldu:
“Türkiye’de geniş halk kitleleriyle beraber özellikle gençliğin, lise ve üniversite öğrencilerinin, Kur’an Kursu ve İmam Hatip talebelerinin okuyup bitirebileceği, anlayıp doğru bir Kur’an bilgisine sahip olabileceği muhtasar bir tefsire ihtiyaç bulunmaktadır…”
Zira zamanın değişmesiyle ortaya çıkan gelişme ve ihtiyaçlar telif ve tercüme tefsir sahasında yeni çalışmaları zaruri kılmaktadır. Azim, gayret ve güzel niyetlerle yapılacak yeni çalışmalar bu mânada mevcut boşlukları dolduracak ve istifadeye medar olacak hususiyetleri haiz olmalıdır. Bu yüzden, kaleme aldığımız tefsirimizde aşağıdaki kıstaslara mümkün olduğu ölçüde riayet etmeye çalışarak, kolay okunan ve faydalanılan bir çalışma olmasına gayret ettik:
Girişte muhterem Osman Nuri TOPBAŞ hocamız, Kur’ân-ı Kerîm’in mâna ve ehemmiyeti, ebedî mucize oluşu, gönüllere tesiri, zamanın ihtiyaçlarına uygun olarak Kur’an’ın tefsirinin yapılamasının ve okunmasının önemi, yeterli derecede Kur’an bilgisine sahip olabilmek için sadece meâl okumanın yetersizliği konularına temas eden bir takdîm yazısı kaleme aldı.
Tefsirde, Kur’ân-ı Kerîm’in indiriliş gâyesine uygun olarak insanları dâimâ iman-ı kâmil, amel-i sâlih, ihlâs, takvâ, ihsân, güzel ahlâk ve âdaba teşvik eden bir dil ve uslûb kullanılmaya çalışıldı.
Her sûrenin girişinde, o sûreyi ve muhtevasını tanıtan kısa bir açıklama yapıldı. Bu açıklamanın muhteva ve uzunluğu, sûrenin büyüklüğüne göre şekillendi. Çalışmada, belli başlı tefsir kaynaklarından istifade edilmekle beraber, nakilden ziyade telif üslubu tercih edildi. Tefsirde Mushaf tertibine riayet edildi. Âyetler olabildiğince tek tek tefsir edilmeye çalışıldı. Konu birliği olan âyetler ise grup hâlinde ele alındı.
Tefsir kaleme alınırken meâl, tefsir, hadis, siyer, fıkıh, kelâm, tasavvuf, lügat kaynaklarından çok sayıda esere müracaat edildi. Tefsir içinde gerekli görülen yerlerde bu eserler kaynak gösterildi, gerek görülmeyen yerlerde okuyucunun dikkatini dağıtmamak maksadıyla kaynak adreslerine yer verilmedi. Ancak âyetlerin, hadislerin, nüzûl sebeplerinin, rivâyete dayanan başka bilgilerin ve tefsirlerden aktarılan orijinal yorumların kaynakları özellikle gösterilmeye itina edildi.
Ele alınan âyet veya âyet grubuyla alakalı olarak mânanın anlaşılmasına yardımcı olacak nüzul sebepleri zikredildi. Bu hususta rivayetlerin güvenilirliğine önem verildi. Âyet içinde kapalı kelime ve ıstılahlar açıklandı. Tefsir kısmında ise derleyici ve toparlayıcı bir üslup kullanılmaya çalışıldı. Konunun anlaşılmasına yardımcı olacak hususlara gerektiği kadar yer verilmeye fakat dağınıklığa düşülmemeye özen gösterildi. Özellikle fayda sağlamayacak teferruat bilgilerden uzak duruldu. Her mevzuyu, geçtiği her yerde yeniden izah etmeye çalışmak gibi lüzumsuz bir tekrara düşülmemeye çalışıldı.
Sûreler ve âyetler arası münâsebete önemli ölçüde değinildi. Konudan konuya geçerken yerinde ve anlamlı ifadeler kullanılmaya çalışıldı. Başarılabildiği ölçüde bu özellik, tefsirin okunabilirliğine elbette apayrı bir akıcılık kazandıracaktır. Yer yer serpiştirilen menakıp, kıssa ve şiirlerle esere edebî bir incelik katmak ve eseri okuyup anlamaya olumlu tesirde bulunmak hedeflendi.
Ülkemizde, özellikle Türkçe kaleme alınmış “İşârî Tefsîr” alanına giren çalışmalar oldukça azdır. Bu neviden tefsirler, daha çok büyük tefsir eserleri içinde aralara serpiştirilmiş vaziyette bulunmaktadır. Eserde, bu tür işârî tefsirler ve mâneviyatı kuvvetlendirecek izahlara mümkün mertebe yer verilmeye gayret edildi. Âyetlerin tefsirinde, mevzu ile alâkalı diğer âyetlere, hadislere, sahâbe kavline ve evliyâullâhın sözlerine öncelik verilmeye çalışıldı. Fezâilü’l-Kur’ân ile alakalı rivayetler değerlendirildi ve bunlara gerektiği kadar yer verildi.
Bu temel kaidelere riayetle birlikte bir kısım mühim mevzularda şu usuller takip edilmeye çalışıldı:
Ahkâm Âyetleri
Âyetlerin beyân buyurduğu hükümler dilin, siyak ve sibakın yani âyetlerin bağlamının müsaade ettiği çerçevede açıklandı. Detaylar, mevzu ile alakalı kaynak eserlere havale edildi. Âyetlerden çıkarılabilecek hükümlerle ilgili olarak mezheplerin tercih edilen ve günümüz şartlarında tatbike en münasip olan görüşlerine yer verildi. Okuyucunun, Kur’ân-ı Kerîm’in ahkâmının cihanşumüllüğü ve ebediliği hakkındaki itikadına şüphe düşürecek açıklamalardan ve tartışmalardan uzak duruldu. Miras, faiz, kadın hakları, örtünme vb. gibi son dönemde yaygın bir şekilde tartışılan konularda Kur’an’ın, sahih sünnetin ve günümüzdeki sâlih ülemanın açıklamaları doğrultusunda en mutedil olabilecek izahlara yer verildi. Mes’elenin hem takvâ hem de ruhsat tarafı insanların faydasına olacak tarzda açıklanmaya çalışıldı.
İtikâdî Âyetler
İtikadî ayetler, bizâtihî ayetlerin beyân buyurduğu mânalar çerçevesinde tefsir edildi. En mühim maksad, ayetin ne buyurduğunu anlamak ve anlatmak olduğundan, Kur’ân-ı Kerîm’e mezheplerin bakışıyla değil, mezheplerin görüşlerine Kur’an nazarıyla bakılmaya çalışıldı. İtikadî mes’elelerle ilgili görüşlerin en güzel olanı tercih edildi ve cumhur tarafından tercih edileni göz önüne alınıp açıklandı. Bu neviden ayetlerin tefsirinde muhatabın imanını kuvvetlendirecek delillere ve zaman zaman aklî izahlara yer verildi. Gerek ahkâm ayetleri gerek itikadî ayetler olsun bunların aşırı sayılabilecek bir mezhebî taassupla izahından bilinçli bir şekilde uzak duruldu.
Kavramlar
Kavramlar, ilk geçtikleri yerlerde tefsirin hacim ve muhtevasına uygun tarzda izah edildi. Sonraki yerlerde ya sadece tercümesiyle iktifa edildi veya siyak sibaka uygun tarzda ilave bir mâna vermek mümkünse o verildi. Ya da o kavramın ifade ettiği mânayı açacak, faziletini beyân edecek bir hadis-i şerife veya ibretli bir hâdiseye yer verildi.
Nesih Mes’elesi
Şu an elimizde bulunan Mushaf-ı Şerif’in içinde neshedilmiş bir ayetin bulunmadığı görüşü esas alınarak tefsir yapıldı. Kur’ân-ı Kerîm’in, kendinden önceki kitapların bir kısım hükümlerini neshettiği, diğer bir kısmını ise ibka ettiği, ilgili ayetler geldikçe açıklandı. Okuyucunun zihnini karıştırmamak için, Peygamberimizin sağlığında vuku bulan neshlere de fazla temas edilmedi. İslâm ümmetinin terbiyesi bakımından nesihden ziyade tahsis ve tedricilik prensibine vurgu yapıldı.
Müteşâbih Âyetler
Kur’ân-ı Kerîm’in müteşâbih ayetleri, muhkem ayetlere nispeten oldukça fazladır. İtikadi mes’elelerle alakalı müteşâbihler olduğu gibi yaratılışın pek çok vechesiyle alakalı da müteşabihler bulunmaktadır. İtikadi mes’elelerde ehl-i sünnet ve’l-cemaatin çizgisi takip edildi. Fen bilimlerini ilgilendiren ayetlere ise, günümüzdeki bir takım ilmî gelişmeleri dikkate alarak, Kur’an’ın i’caz ve azametini beyân edecek tarzda yeri geldikçe kısaca izahlar getirildi.
Mezhepler
Amelde olsun itikatta olsun mezhepler arasında ihtilafı, anlaşmazlığı ve uyuşmazlığı tahrik edecek yaklaşımlardan uzak duruldu. İslâm dünyasında hayatiyeti devam eden mezheplerin hassasiyetleri göz önünde bulunduruldu. Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyye merkezli yakınlaşmaya vesile olacak bir usul ve üslup takip edildi.
Meâldeki Ölçüler
Tefsire özgün bir meâl yapıldı. Meâl yapılırken mevcut meâllerden istifade edildi. Daha çok işin ehli olan zevatın hazırladığı hüsn-i kabul görmüş kıymetli çalışmalardan yararlanıldı. Bunların başında, Hasan Basri Çantay meâli, Marmara İlahiyat Vakfı’nın komisyon meâli, Hayrat Neşriyatın komisyon meâli, Suat Yıldırım meâli, Ali Ünal meâli, Yaşar Kandemir ve arkadaşlarının meâli, Süleyman Ateş meâli gelmektedir. Meâl çalışması yaparken, tefsirlerden de istifade edildi. Ayrıca meâlin, yaptığımız tefsire uygun düşmesine dikkat edildi. Meâlde, açıklayıcı mâhiyette parantez içi izahlar yerine, mânayı açıklayıcı mâhiyette parantezsiz açıklamalara gerektiği kadar yer verildi.
Güncel Mes’eleler
Yeri geldikçe kültür, medeniyet, ictimaileşme, hoşgörü, savaş, barış vb. güncel mes’elelere temas edildi. Tartışmacı bir usluptan ziyade, insanları hayra ve amel-i sâlihe teşvik edici bir yol takip edilmeye çalışıldı.
Kıraat Farklılıkları
Zaman zaman mânaya tesir edecek kıraat farklılıkları sözkonusu olmaktadır. Yeri geldikçe bunlar usulüne uygun olarak izah edildi. Kıraat farklılıklarının izahında, bu mevzuda yapılmış müstakil çalışmalardan istifade edildi. Kıraat farklılıklarının hepsine yer vermek gibi bir mecburiyet hissedilmedi.
Dil ve Üslûb
Tefsirin telifinde olabildiğince açık, akıcı ve her seviyeden insana hitab edecek tarzda bir üslup kullanılmaya gayret gösterildi.
Eserin vücuda gelmesi sürecinde bize kıymetli fikirleri ve teşvikleriyle yardımcı olan başta muhterem Osman Nuri TOPBAŞ hocamız olmak üzere tüm dostlarımıza ve arkadaşlarımıza teşekkür ederiz. Tefsirden bir kısım sûreleri okuyup değerlendirerek bizi gayretlendiren ve heyecanımızın tazelenmesine vesile olan muhterem Abdullah SERT, Dr. Adem ERGÜL, Dr. Alican TATLI, Ali Hüsrevoğlu, Dr. Murat KAYA, Dr. Cüneyd KÖKSAL, Prof. Dr. Abdülaziz HATİP, Prof. Dr. Ramazan ÖZEY, Prof. Dr. Gulfettin ÇELİK, Prof. Dr. Necdet TOSUN, Prof. Dr. Hidâyet AYDAR, Y. Doç. Dr. Halil İbrahim ÇELİK, Y. Doç. Dr. Erdoğan BAŞ, Dr. Abdullah Hikmet ATAN, Selman TAN, Murat KARAMAN, Mehmet TOPRAK, Mustafa KÖSEOĞLU beylere teşekkür ederiz.
Yüce Rabbimiz, kusurlarımızı affederek, acizane gayretlerimizi dergahında kabul buyursun. Bu mütevazı çalışmayı sonsuz merhameti, lütfu ve keremiyle sadaka-i câriye kılsın. Hem müellifin hem de okuyucuların Kur’ân-ı Azimüşşân’ın nihayetsiz feyiz ve bereketinden istifade etmelerini, bu ilâhî füyûzatla gönül ve ruhlarını lebâleb doldurmalarını nasip eylesin. Kelâm-i İlâhisinin hidâyetiyle doğru yolu bulmayı, onu tebliğ eden Âlemlerin Efendisi’nin izinden yürüyüp onun ahlâkıyla ahlâklanmayı, kemâlatıyla olgunlaşmayı nasip eylesin. Kur’ân-ı Kerîm ve Resûlullah (s.a.s.)’in şefaatiyle iman, İslâm ve ihsan istikâmetinde dünya hayatında huzur ve saadet, âhiret haytında da ebedi cennet ve cemâlullahı lütf u ihsan buyursun!
Bu duamızın kabulüyle birlikte ilâhî rahmet kapısını aralamak üzere Yüce Allah’tan izin isteyip her türlü kötülükten O’nun sınırsız kudretine sığınmak için söze istiâzeyle başlamanın gerekliliği haber verilerek buyruluyor ki:
[1] Hûn: Hor ve zelil olmak. Şevk: Arzu. Nîrân: Ateşler. Bezm: Sohbet meclisi. Figân: Bağırıp, çağırma. Cemâl: Güzellik, yüz güzelliği. Ferah-nâk: Neşeli, sevinçli. Muazzam: Büyük. Sehâ: Cömertlik. Reh-nümâ: Yol gösteren. Habîb-i Kibriyâ: “En büyük olan Allah’ın sevgili kulu” mânasında Peygamberimizin özel bir sıfatı.
[2] Kırgızistan Oş Devlet Üniversitesi Bişkek-Araşan İlâhiyat Fakültesi’nde görev yaptığımız yıllarda az da olsa Kırgızca’yı öğrenmiştik. Talebelerimize kendi dilleriyle hitap etmek, onlarla bu şekilde konuşup hallenmek istiyorduk. Bazan fakülteye konferans vermek üzere Kırgız ilim adamlarını davet ederdik. Onlar konuşurlarken biz de mevcut Kırgızcamızla dinlemeye, bir şeyler anlamaya çalışırdık. Konuşmacı, kendi dil, kültür, örf ve adetlerine uygun olarak bir takım espriler yapardı. Salon birden ayağa kalkar, tezahüratlar yapılırdı. Talebeler adeta uçacak gibi olurlardı. Fakat biz işin özünü kaçırdığımız için öylece bakar kalırdık. Sözü anlamanın ne kadar önemli olduğunu derinden hisseder; “Biz her bir peygamberi, dinî emir ve yasakları onlara en güzel şekilde anlatmaları için kendi kavminin diliyle gönderdik” (İbrâhim 14/4) âyetinin mânasını çok iyi fark ederdik.