Hakkın Daveti Takriz – Osman Nuri TOPBAŞ

TAKRİZ

Osman Nûri TOPBAŞ

Bizleri îmân ile şereflendiren; kalplerin hayatı, ruhların gıdâsı ve gönüllerin şifâsı Kur’ân-ı Kerîmʼe muhâtap kılan; rızâsı istikâmetinde yaşanan fânî dünya günlerini, ebedî gufrân ve sonsuz ikramlarına vesîle eyleyen Cenâb-ı Hakkʼa nihâyetsiz hamd ü senâlar olsun!

Kalb-i pâkine inzâl edilen Kur’ân-ı Kerîm’i büyük fedâkârlıklarla tebliğ buyurarak biz ümmetini cehâlet ve gaflet karanlıklarından iki cihânın saâdet ufuklarına çıkaran Fahr-i Âlem, Habîb-i Hüdâ, Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.s.) Efendimiz’e sonsuz salât ü selâm olsun.

Şüphesiz ki Rabbimizin biz âciz kullarını muhâtap almaya tenezzül buyurarak yüce kelâmını lûtfetmiş olması; müʼminler için nâiliyetlerin, mazhariyetlerin, iltifatların, şeref ve izzetlerin en yücesi, en muhteşemi ve en müstesnâsıdır…

Zira;

❃     Kurʼân-ı Kerîm; kullarını seven, rahmet ve mağfiretiyle esirgeyen, sayısız nimetleriyle perverde kılan Yüce Rabbimizin, katından lûtfettiği, iki cihânın huzur ve saâdet haritasıdır.

❃     Bu yüce kitap, ilâhî imtihanlarla dolu hayat dershânesinin yegâne ders kitabıdır.

❃     Bu yüce kitap, nefsânî ve şeytânî marazların kıskacında gaflet ve cehâlet illetine müptelâ olmuş çâresizlerin şifâ reçetelerini veren ilâhî hikmetler eczâhânesidir.

❃     Bu yüce kitap, insanoğluna ebedî kurtuluş ufuklarını göstermek üzere, Rabbimizin en emîn ve azîz elçileriyle gönderip bir harfi bile tahrif edilmemek üzere hıfz u emânına alarak muazzam bir şan ve şeref bahşettiği, mûcizelerle dolu bir hidâyet ve istikâmet mektubudur.

Düşünmek îcâb eder ki, herhangi birimize resmî makamlardan bir mektup gelse ve o mektup -faraza- mâlî bir konuyla alâkalı olsa, onu tekrar tekrar okur, anlayamadığımız veya ihmâl ettiğimiz hususlar var mı diye bir de mâlî müşâvire veya muhâsebeciye danışırız. Gelen mektup şâyet hukûkî bir belge ise daha da titiz inceler, bir hukuk müşâvirine danışır, işin aslını esâsını en ince teferruatına kadar büyük bir ciddiyetle tedkik ederiz. Fânî dünya hayatımızda bir sıkıntıya düşmemek için bu kadar ciddî bir alâka gösteririz.

Yine gurbet diyarında yaşayan çok sevdiğimiz bir büyüğümüzden gelen mektupları, merak ve iştiyakla, hiç bekletmeden açıp okur, onu öper koklar, yüzümüze-gözümüze sürer, ömürlük bir hâtıra kıymetinde görüp îtinâ ile saklarız.

Kurʼân-ı Kerîm ise bizleri yoktan var eden, yegâne Hālıkʼımız, sahibimiz ve kendisine döneceğimiz mutlak merciimiz Allah Teâlâʼdan gelen bir mektup. Hem bir ebedî saâdet dâvetiyesi, hem de ebedî azap ihtârı… Dolayısıyla fânî mektuplarla kıyaslanmayacak kadar büyük bir dikkat, ciddiyet ve gayretle anlayıp mûcibince amel etmemiz zarûrî.

Kur’ân-ı Kerîm, fânî bir beşerin sözü değil, en fasih ve beliğ beşer sözlerini bile âciz bırakan Kâinâtın Hālıkı’nın mûcize hitâbı, katından gönderdiği en mukaddes emânetidir. Onun menbaının tamamen ilâhî olduğu ve onda hiçbir beşer izi olmadığını ifâde sadedinde âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Rasûlüm! Sen, bu kitap sana indirilmeye başlamadan önce ne bir kitap okuyor, ne de onu elinle yazıyordun. Eğer bunları yapmış olsaydın, Kur’an’la ilgili bâtıl iddialar peşinde koşanların, onun Allah’tan geldiği gerçeği konusunda şüphe duymaya bir mazeretleri olabilirdi.” (Ankebût 29/48)

“O Allah ki, ümmîlere kendi içlerinden, onlara âyetlerini okuyacak, onları her türlü günah kirlerinden temizleyip arındıracak, onlara kitâbı ve hikmeti öğretecek bir peygamber göndermiştir. Oysa onlar, daha önce apaçık bir şaşkınlık ve sapıklık içindeydiler.” (Cum‘a 62/2)

Bütün muhabbetlerin mutlak menbaı olan Rabbimizin bu ilâhî fermânına, bâkî olanın fânî olana üstünlüğü nisbetinde yüksek bir îtinâ ve ihtiram göstermek gerektiği muhakkaktır.

Nitekim Rabbimizin bizlere örnek nesil olarak takdîm ettiği ashâb-ı kirâm, Kurʼân-ı Kerîmʼe muazzam bir hürmet ve muhabbet göstermiş ve onun tebliği uğrunda fedâkârlıkta bulunmayı canlarına minnet bilmişlerdir.

Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.a.), her sabah kalktıklarında Mushaf-ı Şerîf’i hürmetle öpmeyi âdet hâline getirmişlerdi.

Hz. Ömerʼin oğlu Abdullah (r.a.), her sabah Mushaf-ı Şerîfʼi eline alır, büyük bir tâzîmle öper ve duygulu bir şekilde:

“‒Rabbimin ahdi, Rabbimin apaçık fermânı!” diye bağrına basardı. (Kettânî, et-Terâtübü’l-idâriyye, II, 196-197)

İkrime (r.a.) Mushaf-ı Şerîf’i alır, yüzüne-gözüne sürerek ağlar ve:

“Rabbimin kelâmı! Rabbimin kitâbı!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a olan tâzîm ve muhabbetini ifâde ederdi. (Hâkim, el-Müstedrek, III, 272/5062)

Bu bakımdan, Rabbini gerçekten seven bir müʼmin, Kurʼân-ı Kerîmʼi bir ömür elinde, dilinde, kalbinde ve hayatının merkezinde tutar. Onu gözünün nûru, gönlünün sürûru bilir, başının tâcı eder. Böyle müʼminlere de ebedî âlemde yıldızları kıskandıran ziyâsıyla nurdan taçlar lûtfedileceği, hadîs-i şerîfte şöyle müjdelenmektedir:

“Kim Kur’ân-ı Kerîm’i okur ve onunla amel ederse, kıyâmet günü ebeveynine bir taç giydirilir. Bu tâcın ışığı, güneş dünyadaki bir eve konulduğunda onun vereceği ışıktan daha güzeldir. Öyleyse Kur’ân-ı Kerîm’le bizzat amel edenin ışığı nasıl olur, düşünebiliyor musunuz?” (Ebû Dâvûd, Vitir, 14/1453)

En büyük örnek şahsiyetimiz olan Resûlullah (s.a.s.) Efendimizʼin Kurʼân-ı Kerîm’le ülfet ve ünsiyeti zirve seviyedeydi. Her vesîleyle Kurʼân-ı Kerîm okurdu: İslâmʼı tebliğ ederken, “emr biʼl-mârûf ve nehy aniʼl-münker”[1]de bulunurken, ashâbı ile sohbet edip onlara dînî meseleleri anlatırken, hep âyetlerden misal verir ve âyetleri îzah ederdi. Ayrıca gece ibadetlerinde ve bilhassa teheccüd namazlarının kıyamlarında uzun uzun Kurʼân okur ve buna her gün düzenli bir şekilde devam ederdi.

Ashâb-ı kirâm da, Kur’ân-ı Kerîm’i çokça okur; onu okumadıkları ve sayfalarına bakmadıkları bir günün geçmesini istemezlerdi. Günlerine Kur’ân ile başlar, göz rahatsızlığı olanlara da Mushaf-ı Şerîf’e bakmayı tavsiye ederlerdi. (bk. Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VII, 165) Allah aşkıyla dolu gönüllerindeki ilâhî vuslat iştiyâkını, ancak Rabbimiin kelâmıyla bir nebze olsun tesellîye çalışırlardı.

Hakîkaten bu dünya şartlarında Rabbimizle beraberliğin en sağlam yolu, Oʼnun kelâmı vesîlesiyle Oʼna yönelmektir. Nitekim hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulmuştur:

“Kur’an, bir ucu Allah’ın, diğer ucu da sizin elinizde olan sağlam bir ip gibidir. Ona sıkıca sarılın. İşte o zaman sapıtmaz ve helâk olmazsınız.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, IX, 164)

“Sizden biri, Rabbine yalvarıp O’nunla konuşmayı severse kalp huzuruyla Kur’an okusun.” (Süyûtî, Câmi‘u’s-sağîr, I, 13/360)

Allah Resûlü (s.a.s.)’in mânevî terbiyesi altında yetişen ashâb-ı kirâmın Kur’an’a muhabbetle bağlılıkları, bizler için örnek olmalıdır. Onlar, maddî bakımdan fakr u zarûret içinde olsalar da, Kur’ânî hakîkatlerin cennet iklîminde gerçek huzuru yaşadılar. Canlı bir Kurʼan olabilmenin gayret ve heyecanı içinde amellerini muhabbet ve fedâkârlıkla îfâ ettiler. Kur’ân’ın ulvî sadâsını dünyanın dört bir yanına ulaştırmak için mallarını ve canlarını cömertçe fedâ etmeyi en büyük saâdet bildiler.

Sahâbe-i kirâm, Kur’ân-ı Kerîm’in peyderpey nâzil olan âyetleriyle böylesine içli dışlı, böylesine kalbî irtibat hâlinde, feyz ve rûhâniyetle dolu bir hayat yaşıyorlardı. Onların ana gündemi Kur’ân-ı Kerîm’di. Kadın-erkek, genç-yaşlı, zengin-fakir herkesin gündeminde Kur’ân-ı Kerîm vardı.

Sahâbe hanımlar akşam eve gelen beylerine: “Günün nasıl geçti, eve ne getirdin?” diye sormak yerine, o gün nâzil olan âyetleri ve örnek şahsiyetiyle canlı bir Kurʼan olan Peygamber Efendimizʼin hadislerinden neler öğrendiklerini sorarlardı.

Nâzil olan âyet-i kerîmeler, yeni teşekkül etmekte olan genç İslâm toplumunun dünya görüşünü, fikriyat ve hissiyâtını, akıl ve gönül dokusunu inşâ etmekteydi. Zaten Kur’ân’ın gönderilişindeki büyük gâye de buydu: Yani fert ve toplumu dâimâ hakka ve hayra istikâmetlendirerek huzura kavuşturmaktı. Nitekim asr-ı saâdet toplumu da geçtiği merhaleler ve ulaştığı mânevî seviye neticesinde insanlık tarihine fazîletler medeniyeti armağan eden örnek bir nesil hâline geldi.

Fakat onların Kur’ân ile münâsebetleri, sâdece lâfızların telâffuzundan ibâret bir okuma seviyesinde değildi. Onların “Oku!” (Alak 96/1) emr-i ilâhîsinden telâkkî ettikleri; Kur’ân’ın hikmet ve esrârına vukûfiyet kesbederek, ondaki ilâhî nükteleri kavrayıp hayata tatbik ederek yapılan bir okuyuş idi. Onlar her bir âyet-i kerîmeyi, âdeta dipsiz bir kuyuya bakarcasına derin bir nazarla okur, böylece ruhlarına incelik, zarâfet ve derinlik kazandırırlardı. Bunun içindir ki Hz. Ömer (r.a.):

“Bakara sûresini on iki senede tamamladım ve şükrâne olarak bir deve kurban ettim.” buyurmuştur. (Kur­tu­bî, el-Câmi‘, I, 40) Yani Hz. Ömer, bir bakıma bu sûrenin ancak on iki senede tatbikâtına muvaffak olabildiğini ifâde etmektedir.

Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.) da, Bakara sûresini öğrenip hayatına tatbik etmek için âyetleri üzerinde tam sekiz sene çalışmıştır. (Muvatta’, Kur’ân, 11)

Bir zât, Zeyd b. Sâbit (r.a.)’a gidip, Kur’ân-ı Kerîm’in bir haftada hatmedilmesi husûsunda ne düşündüğünü sormuştu. O da; “İyi olur” dedikten sonra şöyle devam etti:

“−Fakat ben onbeş veya yirmi günde bir ha­tim yapmaktan daha çok hoşlanırım. Neden diye sorarsan, bu takdirde Kur’an âyetlerindeki hikmet ve ibretleri daha iyi tefekkür edip mânâlarını daha iyi idrâk ederim.” (Muvatta’, Kur’an, 4; İbn-i Abdilberr, İstizkâr, Beyrut, 2000, II, 477)

Süleyman Dârânî (k.s.) da, Kur’ân-ı Kerîm hakkındaki duygu derinliğini şu sözleriyle ifâde eder:

“Ben bir âyet okurum, dört-beş gece onu düşünürüm, onu iyice hazmetmeden başka bir âyete geçemem.” (Gazâlî, İhyâ, I, 374)

Tâbiîn neslinin âlimlerinden Iyâs bin Muâviye (r.h.) de Kur’ân-ı Kerîm’i tefekkürsüz okuyanlar için şu teşbihte bulunur:

“Kur’an’ı okuyup da onun mânalarını, inceliklerini bilmeyen ve düşünmeyen kimse, karanlık bir gecede hükümdardan kendisine bir mektup gelen, fakat mektupta ne yazdığını okuyup öğrenmediği için kendisini korku saran kimse gibidir. Kur’an’ın mâna ve inceliklerine intikâl eden kimse de, ışık getirip ortalığı aydınlatarak mektubun içindekileri okuyan kimse gibidir.” (Kurtubî, el-Câmi‘, I, 26)

Demek ki sahâbe-i kirâm ve onların izinden yürüyen sâlih zatlar, Kur’an’ı sadece okumakla kalmıyor, tefekkür ve duygu derinliği içinde anlayıp yaşamaya çalışıyorlardı. Onların Kur’an tilâvetleri, -maalesef günümüzde çoğunlukla yapıldığı gibi- muhtevasına vâkıf olmadan sadece okuyup geçmek şeklinde değildi.

Fudayl b. Iyâz (r.h.)ʼin şu ifadeleri ne kadar da mânidardır:

“Kur’an kendisiyle amel edilmek üzere indirildi. İnsanlar ise onun sadece okunmasını amel edindiler!”

Fudayl b. Iyaz Hazretleri’nin bu sözü üzerine ona:

“–Kur’an ile amel nasıl olur?” diye soruldu. Hazret şu cevâbı verdi:

“–Helâl kıldığı şeyleri helâl, haram kıldığı şeyleri haram kabul edip onları hayata tatbik etmek, emirlerine tâbi olmak, yasaklarından kaçınmak ve hayranlık verici ifâdeleri üzerinde durup tefekküre dalmakla olur.” (Hâtîb el-Bağdâdî, İktizâü’l-İlmi’l-Amele, s. 76)

Demek ki Kur’an’dan gerçek mânada feyz alabilmek; onun hikmet ve hakîkatlerinin tefekküründe derinleşerek telkin ettiği ahlâk ile ahlâklanmak ve muktezâsınca amel etmekle mümkündür.

Bu sebepledir ki bir âyet-i kerîmeyi tefekkür ve tedebbürle okumak, tefekkürsüz okunan bir hatimden daha hayırlı kabul edilmiştir. Zira Kur’an’ın her kelimesinde hesaba gelmeyecek sırlar mevcuttur. Kişi ancak derin tefekkür, yüksek ahlâk ve amel-i sâlihlerle elde ettiği musaffâ bir kalp ve rakik bir gönülle o sırlara muttalî olabilir. Bu kalbî kıvama erebilenler için Kurʼân hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, hayrı şerden ayıran bir hayat rehberidir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“Kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan şu yüce kitap, müttakîler için bir yol göstericidir.” (Bakara 2/2)

Yani kalbimizin, Kur’an mâneviyâtından feyz alabilmesi, onu okurken sahip olduğumuz kalbî seviye ile yakından irtibatlıdır. Bu sebeple kalbe mânen irtifâ kazandırmak îcâb eder. Zira bir hidâyet rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisine yaklaşanın kalbî niyet ve durumuna göre hem irşâda hem de idlâle[2] götürebilecek bir mâhiyet taşır. Nitekim avâm-havâs bütün mü’minler aynı rahle önünde diz çöküp Kur’an okurlar; fakat herkes kendi kalbî seviyesi ölçüsünde ondan hisse alır.

Kurʼan; ilâhî sırlarını, kudsî hikmetlerini, hakîkî renklerini ancak takvâ sahibi kulların gönül gözlerine açar. Dolayısıyla Kurʼanʼın asıl kalben okunması gerekir. Akıl ve göz, ilâhî hakîkatleri kalbin daha net idrâki için gereken yardımcı vâsıtalardan ibarettir. Asıl idrâk etmesi gereken, imanın karargâhı olan kalptir. Zira iman; dil ile ikrar, kalp ile tasdikten oluşur. Akıl ile tasdikten değil. Akıl, kalbin hizmetinde ve ona bağlı olarak okuduğu takdirde Kurʼanʼdan gerçek mânada istifâde eder. Böyle olmadığı takdirde insan, kalben ilâhî gerçekleri kabul etse bile, nefsânî menfaatlerin kıskacında kalarak o Kurʼânî gerçeklere lâyıkıyla teslîm olamaz. Aklı ve kalbi Kurʼânʼa râm etmeden de sâlih bir müʼmin olunamaz.

Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in gereği gibi idrâk edilip hayat, kâinât ve hâdisâtın Kur’ân mantığı ile tefekkür edilmesini emretmektedir. Bu bakımdan, saâdete de sefâlete de vesîle olabilen aklı, vahyin muhtevâsında istikâmetlendirmek şarttır.

Velhâsıl Kurʼân-ı Kerîmʼi yalnızca kıraat etmek kâfî değil, onun mâna iklimine girmek, tefekküründe derinleşmek, ahlâkıyla ahlâklanmak, ona hürmet ve muhabbet dolu bir kalbî kıvam ile yönelmek ve hayatın her ânında onun tâlimatları istikâmetinde yaşamak îcâb eder.

Fakat bu noktada mühim bir mesele karşımıza çıkmaktadır: Kurʼânʼın mâna iklimine lâyıkıyla girebilmek için Arapçayı bilmek de kâfî değildir. Lisânın âlet ilimleri, yani daha yüksek bilgiler edinmeye vesîle olan belâgat, dilbilgisi, maânî, edebî sanatlar, mantık gibi ilimlerin yanısıra, asıl “tefsir ilmi”nin zemin kültürüne sahip olmak gerekir.

Bunu sağlayabilmenin pek çok usûlü bulunmakla birlikte şüphesiz ki bunun en güzel yolu, Kur’ân-ı Kerîm’in açık ve anlaşılır bir şekilde şerh ve îzâhı demek olan tefsirlere müracaat etmektir.

Bu meyanda meâl okumak da akla gelebilir. Fakat belli bir ilmî altyapıya ve Kurʼan kültürüne sahip olmayan kimseler için bunun bazı mahzurları mevcuttur. Zira Kurʼân-ı Kerîm, bütün ilimlerin hikmet tarafını ifade eden kaynak kitaptır. Yaş ve kuru ne varsa hepsinin ilmi Kurʼân-ı Kerîmʼde gizli bir hazine gibi meknuzdur. Bütün ilim ve hikmetlerin şifreleri ve her meselenin çözümü Kurʼânʼdadır. Lâkin bunlar tafsilâtıyla değil, veciz bir üslûpla ve hulâsa olarak bildirilmiştir.

Yine Kurʼân-ı Kerîmʼde sayıları hayli fazla olan müteşâbih, yani tam olarak ne mânâya geldiğine karar vermenin zor olduğu âyetler de bulunmaktadır. Bazı ifadeler mecazî, bazıları hakikî mânadadır. Nâsih-mensuh âyetler vardır. Ferd ve toplum hayatını tanzim eden ibadet, ahlâk, muâmelât ve hukuka dair ahkâm mevcuttur. Sebeb-i nüzûlü ve sünnetteki izahları bilinmeden anlaşılamayacak telmihler, hurûf-i mukattaa gibi tamamen Rabbimiz ile Oʼnun bildirdikleri arasında sır kalan âyetler vardır.

Ayrıca Kurʼânʼı Kerîm, Efendimizʼin kalb-i pâkine indirilmiş, oradan ümmete tebliğ edilmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.)’e ilâhî emirler bazen mücmel olarak, yani mânası özlü ve kapalı olduğundan şerh ve izah edilmedikçe maksadı tam olarak anlaşılamayan ifadeler halinde gelirdi. Efendimiz (a.s.) 23 senelik nübüvvet hayatıyla bu icmâlî beyanları Rabbimizin dilediği kadarıyla tafsil ve tefsîr etmiştir. Dolayısıyla Kurʼanʼın ilk müfessiri, Peygamber Efendimizʼdir. Bu sebeple Kurʼanʼdan lâyıkıyla feyz alabilmenin en mühim şartı, Efendimizʼin hayatı üzerinde yoğunlaşarak Oʼnun gönül dokusundan hisse alabilmektir. Zira âyetlerde bildirilen pek çok hükmün aslî mâhiyetini ve hayata ne şekilde tatbik edileceğini, ancak sünnetten öğrenebiliriz.

Bunun gibi daha nice Kurʼânî incelikler bilinmediği takdirde âyetlerin sadece meâlini okuyanın kendi aklıyla yanlış bir yorumda bulunması kuvvetle muhtemeldir. Bu sebeple belli seviyede bir Kurʼan kültürüne sahip olmayanların meâl ile iktifâ etmeleri son derece mahzurludur. Bütün bu Kurʼânî inceliklerin sâlih ve takvâ ehli âlimler tarafından şerh ve izahına, yani tefsîrine ihtiyaç vardır.

Bu ihtiyaç kıyâmete kadar hiç bitmeyecek ve bugüne kadar pek çok tefsir kaleme alındığı gibi bugünden sonra da nice tefsir yazılacak, fakat yine de Kurʼanʼın mâna zenginliklerinin nihâyetine varılamayacaktır. Nitekim hadîs-i şerîfte:

“…Kur’an’ın her an ortaya çıkan bediî (daha önce keşfedilmemiş) mânaları tükenmez…” (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân, 14) buyrularak Kur’ân-ı Kerîm’in bu husûsiyeti dile getirilmiştir.

İnsan sözünün beşerî kâbiliyetlerle çevrilmiş belli bir hudûdu vardır ki; her akıl sahibi lisan âlimi onu kolayca kavrayabilir. Allah Teâlâʼnın kelâmında ise; sınır tanımayan bir genişlik, derinliklerine varılamayan bir enginlik, ka‘bına varılamayan bir yücelik, tadına doyulamayan ezelî bir âhenk ve târif edilemez bir ebedî lezzet vardır.

Bu itibarla, Kur’an’ın mânalarını şerh ve izah etmek için yapılan sayısız tefsirler bile, sahili olmayan bir okyanustan alınmış birkaç damla mesâbesinde kalmaya mahkûmdur. İslâmî edebiyatta 1400 küsur seneden beri yazılan bütün eserler, bir kitabın ve bir insanın izahı mâhiyetindedir. O kitap, her iki cihanın saâdet anahtarı Kurʼân-ı Kerîm, o insan da emsalsiz örnek şahsiyetiyle canlı bir Kurʼan tefsîri olan Peygamber Efendimiz (s.a.s.)ʼdir.

Dolayısıyla ilâhî kelâmın muhtevasını beşer kelimelerindeki darlığa hapsetmek doğru değildir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, arkasından buna yedi deniz daha eklense, imkânı yok, Allah’ın kelimeleri yazmakla bitmez. Muhakkak ki Allah, kudreti dâima üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Lokmân 31/27) buyrulmaktadır.

Yani Cenâb-ı Hak, ilâhî hakîkatlerin sonsuzluğunu beyân ederek âdeta Kurʼanʼdan beşer kelimeleriyle ifade edilemeyecek derinlik ve yücelikte nasipler ve hisseler alınmasını da murâd etmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm, kâinattaki bütün hakîkatlerin kâmil bir manzûmesidir. Fakat daha önce ifade ettiğimiz gibi bütün bu gerçekler onda birer nüve/öz hâlinde bulunmaktadır. Zira bu tür bilgi ve gerçeklerin Kur’ân-ı Kerîm’deki mevcûdiyeti, açık ve detaylı bir sûrette olsaydı, onun muhtevası sonsuz bir hacme ulaşırdı. Bu da onun -bırakınız ezberlenerek muhâfaza edilmesini- başından sonuna kadar bir defa okunmasını bile imkânsız hale getirirdi.

Ayrıca pek çok gerçek, ancak ilmî seviye müsâit olduğu zaman kavranabilecek bir şekilde Kur’ân-ı Kerîm’de yer almış bulunmaktadır. Yani Kur’an, kıyâmete kadar her asrın ilmî seviyesi ve insanların idrâkine göre hakîkatlerini peyderpey sergilemektedir. Şüphesiz bu keyfiyet de, merhamet-i ilâhiyye îcâbıdır.

Çünkü insan yaratılışındaki hârikulâde husûsiyetler, büyük tıbbî buluşlar, semâ haritasındaki ve yeryüzündeki zihni dehşete sevk eden ilâhî nizam gibi daha nice hakîkatler, şâyet ilmen keşfedilmeden evvel Kur’ân’da açıkça ve detaylarıyla ifâde edilmiş olsaydı, insanlar o zamanki aklî ve ilmî seviyeleriyle bunları kabullenip tasdik etmekte zorlanır ve neticede inkâr yoluna saparlardı. Allah Teâlâ, rahmet ve merhameti gereği, bu hakîkatleri zamanla anlaşılabilecek bir perde-leyişle kullarına lûtfetmiştir.

Bu yönüyle de Kur’ân-ı Kerîm, sanki derinliğine inildikçe defîne çıkan kadîm ve bereketli bir toprak gibidir. Kur’ân-ı Kerîm dâimâ önden gitmekte, her asırdaki beşerî ilimler ise yaptıkları keşiflerle onu tasdîk ve tefsîr ederek tâkip etmektedir.

Yine Kur’ân-ı Kerîm, mâna derinliği nihâyetsiz bir kitaptır. Tıpkı yerin altına doğru tabaka tabaka uzanan altın mâdeni gibi, her âyetin ifade ettiği farklı mâna mertebeleri vardır. Bunlar zâhirden bâtına, dıştan içe, satıhtan derine doğru gider. Nasıl ki bir denizin sahili ve yüzeyi yanında bir de inci, mercan ve çeşitli bitkilerle ziynetlenmiş dip tarafları varsa, Kur’ân-ı Kerîm de böyledir. Denizin sahilinden ve yüzeyinden belki kalabalık insan toplulukları istifade edebilir; kıyısında oturup kenarında yüzebilir. Fakat onun dibine dalıp inci ve mercan çıkarabilenler, ancak yüksek derecede mahâretli dalgıçlardır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’in hikmet, hakîkat, gâye ve maksadını en iyi bilen âlimler de, tıpkı denizin dibine dalabilen dalgıçlar gibidir. Onlar kâbiliyet, istidat ve imkânları nisbetinde Kur’an’ın ilâhî sır ve güzelliklerini ortaya çıkarıp insanların istifadesine sunarlar.

Bu bakımdan, kıyâmete kadar sürecek ilâhî bir mûcize olan Kurʼân-ı Kerîmʼin mâna iklimine lâyıkıyla girebilmek için, ilim ve irfanda belli bir seviyeye ulaşmış, incelikleri kavramaya istîdatlı, takvâ ehli, sâlih müfessirlerin tefsirlerine mürâcaat etmek zarûrîdir.

İşte bu ulvî gâyeye hizmet niyetiyle akademisyen kardeşlerimizden Prof. Dr. Ömer Çelikʼin hazırladığı bu tefsîr vesîlesiyle kendisini tebrik eder, bu hizmetinin şahsı için bir sadaka-i câriye teşkil etmesini, Kurʼânî hakîkatler ikliminde yaşamak isteyenlere de faydalı olmasını Cenâb-ı Hakʼtan niyâz ederim.

Yüce Rabbimiz, Kurʼânî hakîkatleri idrâk etmek, yaşamak ve yaşatmak yolunda hizmet eden bütün müʼmin kardeşlerimize muvaffakıyetler ihsân eylesin. Bizleri de Kur’ân’ın ilmi, irfânı ve ahlâkıyla kemâle erdirsin. Huzûr-i ilâhîsine Sevgili Rasûlü’nün ve Yüce Kitabı’nın güzel şâhitliği ve şefaatiyle varabilmeyi nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

 



[1] Emr biʼl-mârûf ve nehy aniʼl-münker: İyiliklerin yapılıp yayılmasını emretme, kötülükleri yasaklayın insanları ondan uzaklaştırma vazifesi

[2] İrşad: Doğru yolu göstermek. Idlâl: Doğru yoldan saptırmak.

Bookmark the permalink.

Comments are closed