Şunlar ki çoktur malları
Gör nice oldu hâlleri
Sonucu bir gömlek giymiş
Onun da yoktur kolları
Yunus Emre
Peygamber Efendimiz, henüz tevhîd inancının tam olarak yerleşmediği ve kabirlere secde edildiği, onlarla övünme ve puta tapınma gibi câhiliye âdetlerinin devam ettiği dönemde, kabir ziyâretini geçici olarak yasaklamıştı. Daha önceleri yahudi ve hristiyanlar, aziz saydıkları kimselerin kabirlerini ibâdet yeri edinmişlerdi. Putperestlik de, büyük tanınan kimselerin mezarlarına ve heykellerine saygı ile başlamış, neticede bu saygı putlara ibâdete dönüşmüştü. İslâm dininin gâyesi ise tevhid akîdesini kalplere yerleştirmekti. Bu maksat tahakkuk ettikten sonra ziyareti serbest bırakmış ve:
“Size kabir ziyâretini yasaklamıştım. Artık kabirleri ziyâret edebilirsiniz!” buyurmuştur. (Müslim, Cenâiz, 106)
“…Kabirleri ziyâret etmek isteyen ziyâret etsin. Çünkü kabir ziyâreti bize âhireti hatırlatır.” (Tirmizî, Cenâiz, 60) buyurarak da bu ziyâretlerden asıl maksadın, âhireti hatırlamak ve o güne hazırlanmaya önem vermek olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Salih kimselerin, anne, baba ve yakın akrabanın kabirlerini ziyâret etmek mendup[1] sayılmıştır. Genel olarak kabirleri ziyâret etmek erkekler için müstehab olup, kadınlar için caizdir. Kadınların kabirleri ziyâret etmesi, bağırıp çağırma, saçını başını yolma ve kabirlere aşırı saygı gibi bir fitne korkusu olmadığı zaman mümkün ve caizdir. Çünkü Peygamber Efendimiz, çocuğunun kabri başında ağlamakta olan bir kadına sabır tavsiye etmiş, onu ziyâretten alıkoymamıştır. (Buhârî, Cenâiz, 7; Müslim, Cenâiz, 15) Diğer yandan Hz. Âîşe’nin de kardeşi Abdurrahman bin Ebi Bekr’in kabrini ziyâret ettiği nakledilmektedir. (Tirmizi, Cenâiz, 61)
Hz. Ali kabirleri ziyâret ettiğinde, âhiret hakkındaki kaygısını, orada yatanlara hitâben şöyle dile getirirmiş:
“Bırakıp gittiğiniz evleri şimdi eller tuttu.
Mallarınız paylaşıldı bitti.
Hanımlarınızı başkaları nikâh etti.
Bunlar bizim tarafta olup bitenler.
Âh! Keşke bir de sizin tarafta olup bitenleri öğrenebilseydik!
Allâh’a yemin ederim ki, onların konuşmalarına izin verilseydi,
«En hayırlı azık Allâh korkusudur.» (el-Bakara 2/197) derlerdi.” (İbn-i Abdirabbih, el-Ikdü’l-ferîd, III, 236-237)
Mezarlardan ibret alarak ölümün dehşetini hatırlayan bir şâir de şöyle demektedir:
Vücûdum tatlıdır bana, harâb olmak ne müşküldür,
Çürüyüp ayak altında türâb olmak ne müşküldür.
Tutmaz olur semiz eller, kopar nazlı temiz diller,
Mevkîler, mallar, makamlar berbâd olmak ne müşküldür!…
Sâlih kimselerin ve din büyüklerinin kabirlerini ziyâret etmekte çok büyük faydalar mevcuttur. Şuurlu bir şekilde hareket etmek, gerekli ibreti almak ve yanlış itikatlara kapılmamak şartıyla kabir ziyaretinde herhangi bir beis yoktur. Mervan birgün, yüzünü Resûlullâh’ın kabr-i şerîfinin taşına koymuş bir kişiyi gördü. Onun İslâm’a aykırı bir harekette bulunduğunu düşündü. Yakasından tutarak:
– Ne yaptığını sanıyorsun, dedi. Adam başını çevirince onun Ebû Eyyûb el-Ensârî olduğunu farketti. Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh- Mervan’ın endişelendiğini hissedince, bilinçli bir şekilde yapıldığı takdirde kabir ziyâretinin bir çok istifade sağladığını ve bunun sakıncasının olmayacağını belirtmek üzere şöyle dedi:
– Evet, ne yaptığımı biliyorum. Ben Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e geldim, taşa gelmedim! Ancak Efendimiz’in şöyle dediğini işitmiştim:
“Dîn işlerini ehil kimseler üstlendiğinde kaygılanma. Ancak bu işe ehil olmayanlar karışmaya başladığında, din için ne kadar endişelensen ve ağlasan yeridir.” (İbn-i Hanbel, V, 422)
Bu kıymetli sahâbînin söylediklerinden anlaşıldığına göre kabirleri şuurlu bir şekilde ve âdâbına uygun olarak ziyâret etmenin hiçbir mahzuru yoktur. Bilakis bunun hem ziyâret edene hem de ziyâret edilene pek çok faydası vardır. Bunları şöylece hülâsa etmek mümkündür:
– Ölüm, öncesine nazaran en büyük, sonrasına nazaran da en küçük bir hâdisedir. Kabir ziyareti, insana ölümü ve ahireti hatırlatır, zühd ve takvâya istikâmetlendirir ve ibret almayı sağlar. Ölümü düşünen bir kimse ibâdetlerini daha büyük bir huşû içinde ifâ eder, dünyaya olan hırsı azalır, haramları terkederek hayra yönelir ve âhiret için hazırlık yapmaya daha çok ehemmiyet verir.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın anlattığına göre, bir yahudi kadın vâlidemizin yanına gelmişti. Kabir azabından bahsederek:
“Allâh seni kabir azabından korusun!” dedi. Âişe vâlidemiz de Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e kabir azabından sordu. -Sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“–Evet, kabir azâbı haktır.” buyurdu. Hazret-i Âişe der ki:
“Bundan sonra -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i namaz kılıp da, namazında kabir azabından Allâh’a sığınmadığını hiç görmedim.” (Buhâri; Cenâiz 87; Müslim, Mesâcid 123; Nesâî, Cenâiz 115)
Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Biriniz namazda tahiyyâtı bitirdiği zaman, dört şeyden Allah’a sığınarak şöyle desin:
اَللّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ جَهَنَّمَ وَمِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ وَمِنْ فِتْنَةِ الْمَحْيَا وَالْمَمَاتِ وَمِنْ شَرِّ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَّالِ
Allâhım, cehennem azâbından ve kabir azâbından, hayat ve ölüm fitnesinden, kör deccâlin fitnesine uğramaktan sana sığınırım.” (Müslim, Mesâcid, 128. Ayrıca bk. Müslim, Mesâcid, 130-134; Ebû Dâvûd, Salât, 149, 179; Nesâî, Sehv, 64)
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, bir kabrin başında durunca sakalı ıslanıncaya kadar ağlardı. Kendisine:
“–Cenneti ve cehennemi hatırladığın vakit ağlamıyorsun, fakat kabri hatırlayınca ağlıyorsun!” dediler. Bunun üzerine:
“–Çünkü Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu işittim:
«Kabir, âhiret menzillerinin ilkidir. Kişi ondan kurtulabilirse, sonrakiler daha kolaydır. Ondan kurtulamazsa sonraki menziller kabirden daha zor ve daha şiddetlidir… Gördüğüm manzaraların hiçbiri kabir kadar korkutucu ve dehşet verici değildi!»” (Tirmizî, Zühd, 5/2308; Ahmed, I, 63-64)
Berâ t anlatıyor:
“Biz Rasûlullah r ile bir cenâze teşyîinde bulunmuştuk. Efendimiz r, kabrin kenarına oturup ağladılar, öyle ki gözyaşlarıyla toprak ıslandı. Sonra da:
«–Kardeşlerim! İşte asıl böylesine mühim bir yer için hazırlık yapınız!» buyurdular.” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)
Zülkarneyn -aleyhisselâm- ölmeden evvel, geride kalanların dünyaya karşı haris davranmamaları gerektiğini anlatan şu ibretli vasiyette bulunmuştur:
“–Beni yıkayın, kefenleyin. Sonra bir tabuta koyun. Yalnız kollarım dışarıya sarkık kalsın. Hizmetkârlarım arkamdan gelsin. Hazînelerimi de katırlara yükleyin! Halk, benim son derece ihtişâmlı bir saltanat ve dünyâ mülküne rağmen eliboş gittiğimi, hizmetkârlarımın da, hazînelerimin de bu dünyâda kalarak benimle beraber gelmediğini görsün! Bu yalancı ve fânî dünyâya aldanmasın!..”
Söyledikleri aynen yapıldı. Âlimler bu vasiyyeti şöyle tefsîr ettiler:
“Arkamdan gelen ordular ile doğu ve batıya hâkim oldum. Maiyyetimde sayısız asker ve birçok hizmetçiler vardı. Hiçbiri emrimden dışarıya çıkmadı. Dünyâ, baştanbaşa benim idârem altında idi. Sayısız hazînelere sâhib oldum. Fakat dünyâ nîmetleri kalıcı değildir. İşte gördüğünüz gibi mezarıma eliboş gidiyorum!.. İşte Dünyâ malı dünyâda kaldı… Sizler Âhıret’te faydalı olan işleri yapın!..” (Osman Nûri Topbaş, Nebîler Silsilesi, II, 17)
– Sâlih kişilerin kabirlerini, özellikle Allâh Resûlü’nün kabrini ziyâret, ruhlara ferahlık verir ve ulvî hislerin duyulmasını sağlar. Efendimiz’in ve Allâh’ın veli kullarının kabirlerini ziyâret için yolculuğa çıkmak menduptur. Bir hadis-i şerifte; “Kim, beni öldükten sonra ziyâret ederse, şefaatim ona hak olur.” buyrulmuştur. (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, V, 245)
– İnsanın, dinî kültürü ve tarihi ile bağlarının güçlenmesine yardımcı olur. Milletlerin hafızasında derin izler bırakan manevî şahsiyetlerin kabirleri, sonraki nesillerle tarihleri arasında köprü vazifesi görmektedir. Buralardaki manevî atmosfer, o bölgelerdeki dînî hayatın canlı kalmasında önemli bir rol üstlenmiştir. Uzun yıllar komünist rejim altında bulunan Semerkant, Buhara gibi yerler bunun en tipik misâlidir.
Ziyâret ölüler için de faydalıdır:
– Kabirler ziyâret edilirken, oradakilerin ruhları için Allâh’a dua ve istiğfar edilir, Kur’an okunur ve yapılan iyiliklerin sevabı bağışlanır. Sevgili Peygamberimiz hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
“Sizden biri vefat ettiğinde onu fazla bekletmeden kabre götürünüz. Defnettiğiniz zaman da biriniz, başucunda Fâtiha Sûresi’ni, ayak ucunda da Bakara sûresinin son kısmını (Âmenerrasûlü) okusun.” (Taberânî, XII, 340; Deylemî, I, 284; Heysemî, III, 44)
“…Yâsin, Kur’ân’ın kalbidir. Bir kimse onu Allâh’ın rızâsını ve âhiret yurdunu talep ederek okursa, muhakkak günahları bağışlanır. Ölülerinize de Yâsin sûresini okuyunuz.” (İbn-i Hanbel, V, 26)
Alâ bin el-Leclâc, sâhâbe-i kirâmdan olan babası Leclâc’ın, vefâtı esnâsında kendilerine şu vasiyette bulunduğunu rivâyet etmiştir:
“Beni kabre koyduğunuz zaman:
« بِسْمِ اللهِ وَ عَلَى سُنَّةِ رَسُولِ اللهِ » (Bismillâh ve alâ sünneti Rasûlillâh)[2] deyiniz ve üzerime toprak atınız. Başımın ucunda Bakara sûresinin evvelini ve son kısmını okuyunuz. Şüphesiz ben, Abdullâh bin Ömer’in bu uygulamayı güzel gördüğüne şâhid olmuştum.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, IV, 56)
Sahâbe-i kirâmdan Amr bin Âs -radıyallâhu anh-’ın vefâtı esnâsında vasiyet olarak etrâfındakilere söylediği şu sözler de câlib-i dikkattir:
“Beni kabrime defnettiğiniz zaman, bir deve kesip etini parçalayacak kadar mezarımın başında bekleyin ki, sizin varlığınızla yeni hayatıma alışma imkânı bulayım ve Rabbimin elçilerine vereceğim cevapları hazırlayayım.” (Müslim, Îmân, 192)
Bu hadîsi kitabında zikreden Nevevî, İmâm Şâfiî -rahmetullâhi aleyh-’in şu sözlerini nakletmiştir:
“Mezarın başında Kur’ân’dan âyet ve sûreler okumak müstehabdır. Kur’ân’ın tamamının okunması (hatim edilmesi) ise, daha güzeldir.” (Nevevî, Riyâzu’s-Sâlihîn, s. 293)
Okunan Kur’ân-ı Kerim ölülere mânevî bir ikram olduğu gibi, onlar adına yapılan hayır ve hasenâtın sevabının kendilerine ulaşacağı da sahih hadislerle ve icmâ ile sabittir. (Muvatta’, Itk, 13-14; Müslim, Sıyâm, 155-156; İbn-i Hanbel, II, 509; VI, 252) Buna, şu ayet-i kerime de delâlet etmektedir:
“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş îmânlı kardeşlerimizi bağışla; kalblerimizde, îmân edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen çok şefkatli ve çok merhametlisin.” (el-Haşr 59/10)
Bu konuda vârid olan hadis-i şeriflerden birisi şöyledir. İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- anlatır:
“Sa’d bin Ubâde -radıyallâhu anh-’ın annesi vefat etmişti. Peygamber Efendimiz’e gelerek:
– Ey Allâh’ın Resûlü! Yanında bulunmadığım bir sırada annem vefat etti. Onun adına sadaka versem kendisine bir faydası dokunur mu, diye sordu.
Allâh Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“– Evet!” buyurunca, Sa’d -radıyallâhu anh-:
– Ey Allâh’ın Resûlü! Siz de şâhid olun ki meyve bahçemi annem adına tasadduk ediyorum, dedi.” (Buhârî, Vesâyâ, 15)
– Kabre ağaç dikmek de sevaptır. Hatta dikilen ağaç ve bitki, ölünün azabının hafifletilmesine sebep olur. (Müslim, Tahâret, 111) Ecdadımız müessese önlerine çınar, kabristanlara ise selvi ağacı dikmiştir. Çınar, sonbaharda yaprağını döktüğü için dünyanın ve müesseselerinin faniliğini, selvi ise yapraklarını dökmediği için âhiretin ebedîliğini simgeler. Aynı zamanda, bu uygulamalarla çevrenin, dünyanın akciğeri mesabesinde olan ağaçlarla süslenmesi sağlanmıştır.
– Cenâze merâsimlerine ve kabirlere çelenk götürmek ise dînimizde olmayan ve mekruh görülen bir davranıştır. Haç şeklinde yapılan, eski yunan ve hristiyan âleminin dînî bir sembolü olan çelenk, ölüye bir fayda sağlamadığı gibi kâfirlere benzemenin de bir göstergesidir. Peygamberimiz ise kâfirlere benzemeyi yasaklamıştır.
Diğer bir husus da çelenk yapımındaki israftır. Bir çelenk için büyük miktarlarda masraf yapıldığı gibi birçok çiçek de telef edilmektedir. Faruk Nâfiz’in dediği gibi:
Bir gül, dalında durduğu müddetçe tâzedir
Bir gül, çelenge girdiği gün bir cenâzedir.
– Son zamanlarda cenâze merasimlerinde alkış yapıldığı görülmektedir. Manevî bir atmosfere yakışmayan bu davranış dinimizce makbul sayılmamıştır. Cenab-ı Hak benzer bir davranış segileyen müşrikleri şöyle itab etmektedir:
“O (müşriklerin), Beytullah yanındaki ibadetleri ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan ibarettir.” (el-Enfâl 8/35)
[1] Mendûb: Sevilen, yapılması uygun olan, işlenmesi teşvik edilen iş. Dinen yapılması iyi sayılmakla birlikte yapılmamasında sakınca olmayan ve Resulullah Efendimiz’in bazen yapıp, bazen terkettiği işler.
[2] Allâh’ın adıyla ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünneti üzere (seni Hakk’a emânet ediyoruz).