K. ŞÜKRÜ

“…Zât-ı ulûhiyetime yemin ederim ki eğer şükrederseniz, size olan nîmetlerimi artırır da artırırım.”

İbrâhîm 14/7

Şükür, verilen herhangi bir nimetten dolayı, bu nimeti verene karşı söz, fiil veya kalb ile gösterilen saygı ve minnettârlıktır.

– Söz ile şükür; nimet vereni zikretmek, O’nu övmek ve bu husûsta lisan ile yapılabilecek şeyleri yerine getirmektir.

– Fiilî şükür, vücûdun âzâlarını ve diğer nimetleri Allâh’ın rızâsı istikâmetinde kullanmaktır. Diğer bir ifade ile herkesin imkân ve konumuna göre, Allâh’ın kullarını koruyup kollaması, varlığından ihtiyaç sâhiplerini hissedâr kılmasıdır.

– Kalp ile şükür, nimeti vereni tanımak ve O’nu tasdik etmektir.

Cüneyd-i Bağdadî yedi yaşında iken dayısı Seriyy-i Sakatî onu hacca götürür. Harem içinde gerçekleşen irfan sohbetlerinden birinde şükür hakkında konuşulur. Oradaki âriflerin her biri kendi değerlendirmelerini yaptıktan sonra, Seriyy-i Sakatî Cüneyd’e dönerek onun da konuşmasını ister. Cüneyd bir müddet düşündükten sonra şu muhteşem cevâbı verir:

– Şükür, Allâh Teâlâ’nın lûtfettiği nimetle O’na âsî olmamak ve o nimeti ma’siyete sermaye eylememektir. (Attar, s. 318)

Yakînin kemâle erip devamlılık kazandığı kalpte pek çok güzel hâl tecellî eder. Şükür de bu hâlin tabiî bir netîcesidir. Şükür mertebesine erişen insan, açık ve gizli her türlü nimetin Allâh’tan geldiğini görür, Rabbi’ne muhabbeti artar ve O’na şükretmekten âciz olduğunu idrak eder.

İyiliğin kıymetini bilmek, onu yapana karşı teşekkür hissi duymak ve nimeti hatırlayıp sâhibini övmek, şükürden kaynaklanan güzel davranışlardır. Türkçemizde kullanılan teşekkür ve şükrân kelimeleri de şükür ile aynı mânâdadır.

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, kendisine en küçük bir iyiliği dokunan kimselere bile ne kadar büyük bir şükrân duygusu içinde bulunduğunu göstermesi açısından şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Muhammed bin Mesleme şöyle der: Birgün Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in yanında idik. Efendimiz Hassân bin Sâbit’e:

“– Ey Hassân! Bize câhiliye şiirlerinden, Allah’ın okunmasına müsaade ettiği bir kaside okur musun?” buyurdu. O da A’şâ’nın Alkame bin Ülâse’yi hicveden bir şiirini okudu. Allah Resûlü:

“– Ey Hassân, bu şiiri benim meclisimde bir daha okuma!” buyurdu. Hassân:

– Yâ Resûlallah! Beni, Kayser’in yanında bulunan müşrik birini hicvetmekten mi menediyorsun? diye şaşkınlığını ifâde edince Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“– Ey Hassân! İnsanlara en çok teşekkür eden kimse, aynı zamanda Allah’a da en çok şükreden kimse olur. Kayser Ebû Süfyan’a beni sordu. O, hakkımda iyi şeyler söylemedi. Alkame’ye sorduğunda ise o benden güzel bir şekilde bahsetti.” buyurdu.

Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, büyük bir kadir-şinaslık sergileyerek, Alkame’ye olan şükranlarını ifâde etmiştir. (Ali el-Müttakî, III, 738-739)

Âişe -radıyallahu anhâ-’nın rivayet ettiği şu hâdise de insanlara teşekkür etmenin ehemmiyetini ortaya koymaktadır:

Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- bana sık sık:

“– Ey Âişe ezberindeki beyitlerden biraz okur musun?” buyurur, ben de:

– Hangi beyitleri istiyorsun yâ Resûlallah! Hâfızamda birçok şiir var, derdim.

“– Şükür hakkındakilerden!” buyururdu. Bir defasında: “Anam babam sana fedâ olsun şair şöyle demiştir.” dedim ve yaptıkları iyiliklere karşı insanlara teşekkür etmenin güzelliğinden bahseden bir şiir okudum. Bunun üzerine Allah Resûlü şöyle dedi:

“– Ey Âişe! Cibrîl’in bana haber verdiğine göre, Allah Teâlâ kıyamet günü mahlukatı haşrettiğinde, bir başkasından iyilik gören kuluna:

– Sana iyilik eden kuluma teşekür ettin mi? buyurur. O da:

– Ey Rabbim! Bana dokunan iyiliğin Sen’den geldiğini bildiğim için sadece Sana şükrettim, der. Allah Teâlâ ise:

– Bu iyiliklerin sana ulaşmasına vâsıta kıldığım kuluma teşekkür etmedikçe Bana şükretmiş olmazsın! buyurur.” (Ali el-Müttakî, III, 741-742)

Şükür, dil ve kalp ile olursa eksik kalır. Tam bir şükür bunlara fiili de ilâve etmek sûretiyle gerçekleşir. Allâh Teâlâ her şeyi bir gâye ve hikmetle yarattığı gibi, insana verdiği nimetleri de bir maksatla ihsân etmiştir. İnsana verilen hayat, îmân, rızık, sağlık gibi nimetler onun Allâh’a şükretmesi ve yolunda hizmet etmesi içindir.

“Allâh sizi analarınızın karnından, hiçbir şey bilmez olduğunuz halde çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” (en-Nahl 16/78) âyeti bunu göstermektedir. Allâh insana baş verir, şükür olarak secde ister; ayak bağışlar, şükür olarak da hizmet ve ibâdet ister.

Şükür aynı zamanda, kulun Allâh’a karşı edep ve saygısını ifâde eden ve Allâh nezdindeki değerini yükselten ahlâkî hasletlerden biridir. Buna rağmen, bu hissiyâtı taşıyan insanlar oldukça azdır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Ey Dâvûd ailesi, (Allâh’a) şükür için çalışın! Kullarımdan hakkıyla şükredenler ne kadar da azdır!” (Sebe’ 34/13) Çünkü insan, çok çabuk unutan ve dünyâya hemen meyleden bir varlıktır. Kâmî Ahmed Çelebi, Allâh’ın mârifetini ve rızâsını isteyen, ona lâyık-ı vechile şükreden, hevâ ve hevesine uymayan yani istenen kıvamda olan insanların azlığını ne güzel ifâde etmiştir:

“Men aref” esrârına âgâh olan yüzbinde bir

Taht-gâh-ı mârifette şâh olan yüzbinde bir

            Lafla dâvây-ı irfân eyleyen çoktur velî

            Fi’l-hakîka ârif-i bi’llâh olanlar yüzbinde bir

Mâsivâ tasvîrini elvâh-ı hâtırdan silip

Kalb-i pâki ayn-ı beytullâh olan yüzbinde bir

            Jengden hâli olup rûşen-sarây-ı sînesi

            Pâdişâh-ı aşka menzil-gâh olan yüzbinde bir

Ben de sultanım diyen âlemde bî-hadd ü hisâb

Bende-i dergâh-ı ehlullâh olan yüzbinde bir

            Vâdi-i nefs-i hevâsında tekâpû etmeyüp

            Râh-ı Hak’ta aşk ile hemrâh olan yüzbinde bir

Dem uranlar çok ammâ aşktan Kâmî gibi

Cân-ı dilden âşıkullâh olanlar yüzbinde bir.

İnsanın sabır ve şükür başta olmak üzere güzel hasletleri kazanabilmesi için büyük bir mücâhede ve gayret içinde olması gerekir. Mevlânâ -kuddise sirruh- bunu ne güzel ifâde eder:

“Senin nefis merkebin kaçmıştır. Onu mücâhede kazığına bağla! O daha ne zamana kadar insanlık ve ibâdet yükünü taşımaktan kaçacak? İster yirmi yıllık yol olsun, ister otuz yıllık, isterse iki yüz yıllık, ona sabır ve şükür yükünü yüklemek, ona bu yükü taşıtmak gerekir. Hiç bir günahkâr, başkasının günahını çekmedi. Hiç bir kimse de ekmediğini biçmedi.” (Mesnevî, c. II, beyt: 729-731) “Akla uygun olan da, nimet verene şükretmektir. Eğer şükredilmezse ebedî olarak öfke kapısı açılır.” (Mesnevî, c. III, beyt: 2671)

Hakîkatte, Allâh Teâlâ’nın kimsenin şükrüne ihtiyâcı yoktur. O’nun ilâhlığı, yüceliği ve hakimiyeti herhangi bir kimsenin şükrü veya küfrü ile ne bir derece yükselir ne de bir derece eksilir. O, bizzat kendisi her şeye hâkimdir. Nitekim Cenâb-ı Hak Süleyman -aleyhisselâm-’ın dilinden bu hakîkati şöyle ifâde eder:

“Kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, şüphesiz ki Rabbim, kimsenin şükrüne muhtaç değildir; O, lütuf ve kerem sâhibidir.” (en-Neml 27/40)

Şükredenlere üstün nimetler ve Allâh’ın kurbiyeti lutfedilirken, şükretmeyenlerden de güzellik, hüner ve mârifet alınır. O kadar ki artık onda bu güzel hasletlerden bir iz bile kalmaz.

Sevgili Peygamberimiz her hâl ve hareketinde hamd ve şükür hâli içinde bulunmuştur. Âişe -radıyallâhu anhâ- onun bu durumunu şöyle anlatır; Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem-, gece ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Ona:

– Niçin böyle yapıyorsun ey Allâh’ın Resûlü? Oysa Allâh senin geçmiş ve gelecek hatâlarını bağışlamıştır, dediğimde:

“– Şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdu. (Buhârî, Tefsîr, 48/2)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu sözleriyle, Cenâb-ı Hakk’ın bahşetmiş olduğu nimetlerin, kulluğu azaltmaya değil, aksine teşekkürü artırmaya vesile kılınması gerektiğini bildirmiştir. Kulun hiç günahı olmasa dahî, lutfedilen ilâhî nîmetlere şükredebilmesi tâkatinin üzerindedir. Bu bakımdan da acziyet içinde istiğfâr etmek, kulluğun zarûretindendir. Böylece insan, kulluğa devam ile şükrünü ve Allâh’a yakınlığını artırır. Efendimiz’in bu ulvî duygularına Mevlânâ’nın şu sözleri ne güzel tercümân olmaktadır:

“Nimete şükretmek nimetten daha hoştur. Şükrü seven kimse şükrü bırakır da nimet tarafına gider mi? Şükretmek nimetin canıdır. Nimet ise deri gibidir, kabuk gibidir. Çünkü seni dostun kapısına ancak şükür götürür. Nimet insana gaflet verir. Şükretmek ise uyanıklık getirir. Sen aklını başına al da şükür tuzağı ile nimet avla.” (Mesnevî, c. III, beyt: 2895-2897)

Hz. Ali’nin de bu konuda şöyle bir sözü vardır:

“Bazı insanlar bir şeyler umarak kulluk yapar; bu tüccar kulluğudur. Bazıları da korkudan dolayı kulluk yapar; bu da köle kulluğudur. Diğer bir kısmı ise şükür olsun diye kulluk yapar; işte bu, tüm menfî duygulardan kurtulmuş seçkin kimselerin (havâssın) kulluğudur.”

Böylesi şükür duyguları içinde bulunan kimseleri Allâh -celle celâlüh- mükâfatlandıracağını bildirerek şöyle buyurmaktadır:

“…Kim dünyâ sermâyesini isterse, ona ondan veririz. Kim de âhiret sevâbını isterse ona da ondan veririz. Şükredenlere gelince, onları mutlaka mükâfâtlandıracağız.” (Âl-i İmrân 3/145)

İnsan, zenginlik ya da güç sâhibi olduğunda umûmiyetle zalimleşmeye, zorbalaşmaya ve vicdansızlaşmaya meyleder. Şükür ise insanı azgınlaşmaktan koruyan güzel bir ahlâkî vasıftır. Zîrâ şükür şımarıklığa, aşırılığa, dolayısıyla nimetin zevâline engel olma gayretidir. Şükreden insan bilir ki eline geçen her nimeti Allâh vermiştir ve bunları O’nun istediği şekilde kullanmakla yükümlüdür. Kendilerine büyük makam, mülk ve hakimiyet verilen Hz. Davud ve Hz. Süleyman gibi peygamberlerin tevâzû ve olgunluklarının esâsı bu inançtır. Elindeki mülk nedeniyle azgınlaşan Kârun’un hazin akıbete uğramasının asıl sebebi de bu anlayıştan mahrum olup şükretmeyi bilmemesidir. [1]

Şâyet bir mü’min, kendisine verilen nimetlerden dolayı azgınlık yapmayacağını, kibirlenip şımarmayacağını yaptığı şükürle ortaya koyabilirse, Allâh da ona daha fazla nimetler ihsân eder. “…Zât-ı ulûhiyetime yemin ederim ki, eğer şükrederseniz, size olan nîmetlerimi artırır da artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz benim azâbım pek şiddetlidir.” (İbrâhîm 14/7) âyeti bunu ifade etmektedir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, insana verilen en büyük nimetler arasında şükreden bir kalbi zikretmiştir. Sevbân -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

«…Altın ve gümüşü biriktirip de bunları Allâh yolunda sarfetmeyenlere can yakıcı bir azâbı müjdele!» (et-Tevbe 9/34) âyeti nâzil olduğu zaman biz, Efendimiz’le birlikte seferde bulunuyorduk. Ashaptan bâzısı; «Altın ve gümüş hakkında inecek olan indi. (Artık bir daha onları biriktirmeyiz.) Keşke hangi malın daha hayırlı olduğunu bilsek de ondan biraz edinsek?» dedi. Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- şu cevabı verdi:

«– Sâhip olunan şeylerin en efdali zikreden bir dil, şükreden bir kalp, kocasının îmânına yardımcı olan sâliha bir zevcedir.»” (Tirmizî, Tefsir, 9/9)

Resûl-i Ekrem Efendimiz ashâbına, günlerce çektikleri açlıktan sonra yedikleri bir öğün yemekten bile kıyâmette hesâba çekileceklerini bildirir ve bu nimetten dolayı, Allâh’a karşı şükür hissiyâtı içinde olmak gerektiğini ifâde ederdi. Zâten o, nâil olduğu her nimet için, az veya çok demeden dâimâ bir şükür içerisinde bulunurdu. Şâirin şu beyti, Efendimiz’in bu hâlini bir nebzecik olsun anlatmaktadır:

Bazı kimseler güllerin dikeni olduğundan yakınırlar.

Ben ise, dikenlerin gülü olduğuna şükrederim.[2]

Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- kendisinde bulunan nimetlerin başkalarında olmadığını müşâhede ettiğinde, hemen Allâh’a şükrederdi. Nitekim bir defâsında kötürüm bir hastanın yanına uğrayıp onun hâlini gördüğünde, hemen hayvanından inerek şükür secdesine kapanmıştır. (Heysemî, II, 289) Kadir kıymet bilmek ve gördüğü iyiliğe teşekkür etmek, olgun insanların vasfıdır. Âlemlere Rahmet Efendimiz ümmetinin nâil olduğu bir rahmet-i ilâhiye karşısında da hemen şükür için secdeye varmıştır. Bu husûstaki bir müşâhedesini Sa’d bin Ebî Vakkâs -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Bir gün Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile beraber Medine’ye gitmek üzere Mekke’den yola çıkmıştık. Azverâ denen yere yaklaştığımızda Resûl-i Ekrem Efendimiz bineğinden indi. Sonra ellerini kaldırarak bir süre dua etti, daha sonra secdeye kapandı, uzunca bir süre secdede kaldı. Bunu üç defa tekrarladı. Nihayetinde şöyle buyurdu:

«Rabbim’den dilekte bulundum ve ümmetim için şefâat niyaz ettim. O da ümmetimin üçte birini bana bağışladı. Ben de Rabbim’e şükretmek için secdeye kapandım. Sonra tekrar başımı kaldırıp Rabbim’den ümmetimi bağışlamasını diledim; O da bana ümmetimin üçte birini daha bağışladı. Ben de bunun üzerine Rabbim’e şükür secdesine kapandım. Sonra tekrar başımı kaldırıp Rabbim’den ümmetimi diledim; O da bana ümmetimin geri kalan üçte birini bağışladı. Ben de Rabbim’e şükretmek üzere tekrâr secdeye kapandım.»” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 162)

İnsanı sevindiren her nimet ve geride bırakılan her sıkıntı, bir şükrü gerekli kılar. Esâsen, Sa’dî-i Şîrâzî’nin dediği gibi biri aldığımız diğeri de verdiğimiz için olmak üzere, her nefeste iki şükür borcumuz vardır. Buna güç yetiremeyeceğimize göre, en azından Allâh’ın bizden istediği farz ibadetlere ilâveten, Resûlullah Efendimiz’in yaptığı nâfilelere müdâvim olmalıyız. Ayrıca nîmetlere kavuştuğumuzda veya bir musîbetten kurtulduğumuzda da Allâh’a şükür secdesine kapanıp kulluğumuzu ve minnettarlığımızı arzetmeliyiz. Böyle zamanlarda yoksullara ve ihtiyaç sâhiplerine yapılan yardımlar da Allâh rızâsı için kılınan namazlar gibi birer şükür ifadesi olur.

Abdurrahmân bin Avf -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’in Allâh’ın ikram ve ihsanlarına karşı şükründeki inceliğini gösteren diğer bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:

“Bir defâsında Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- mescidden çıkmıştı. Ben de onu hissettirmeden tâkip ettim. Bir hurma bahçesine girdi. Kıbleye karşı durarak secdeye vardı. Secdesini o kadar uzattı ki vefât etti sandım. Hemen yanına vardım, eğilip yüzüne bakmaya başladım. Başını kaldırdı ve:

«– Ne oldu ey Abdurrahmân?» diye sordu.

– Yâ Resûlallâh! Secdeyi o kadar uzattınız ki vefât ettiniz diye korktum ve hemen yanınıza geldim, dedim. Resûl-i Ekrem Efendimiz:

«– Bahçeye girdiğimde Cebrâil ile karşılaştım. Allâh Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu müjdeledi; “Kim sana selâm verirse ben de ona selâmet veririm. Kim sana salavât getirirse, ben de ona salât ederim. (Bunun için Rabbime şükür secdesi yaptım)» buyurdu.” (Hâkim, I, 344)

Resûl-i Ekrem Efendimiz Mekke fethi sonrasında Allâh’a karşı şükrünü ve hamdini daha da ziyâdeleştirerek:

سُبْحَانَ اللهِ وَبِحَمْدِهِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ وَأَتُوبُ اِلَيْهِ

“Ben Allâh’ı ulûhiyyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder ve O’na hamdederim. Allâh’tan beni bağışlamasını diler ve günahlarıma tövbe ederim.” zikrini, namazlarında, özellikle rükû ve secdelerde çokça okumaya başlamıştı. Hz. Âişe bunun sebebini sorunca Efendimiz; “Rabbim bana ümmetimde bir alâmet göreceğimi, onu gördüğüm zaman bu zikri çokça yapmamı emretmişti. Ben o alâmeti gördüm.” buyurdu. (Müslim, Salât, 220)

Peygamber Efendimiz’in bu hâli bize, yardım görmek, fetihlere nâil olmak ve dîni tebliğde başarılı olmak gibi en mühim hizmetlerin dahi zirvesinin tesbih ve şükür olduğunu öğretmektedir.

Yüce Rabbimiz’in üzerimizdeki nimetlerini, saymakla bitiremeyiz. Bu nedenle bize, Mevlânâ ile hem-zebân olup (aynı dili paylaşıp); “Ya Rabbi, Sana şükürler olsun! Beni ansızın gamdan âzâd ettin. Bedenimde her kılın bir dili olsa da hepsi ile Sana şükretse, yine de şükrünü yerine getiremez.” (Mesnevî, c. V, beyt: 2314-2315) demek düşmektedir.



[1] Ka­sas Sû­re­si’nde bil­di­ri­len Kâ­run sâ­lih bir kul iken, se­fil bir gâ­fil ve re­zil bir âsî ola­rak ebe­dî sa­âde­ti­ni pe­rî­şân et­miş­tir. Ce­nâb-ı Hak, onu, da­ya­nıp gü­ven­di­ği ve sır­tı­nı yas­la­ya­rak bö­bür­len­di­ği ser­ve­tiy­le be­ra­ber ye­rin di­bi­ne ge­çir­miş­tir. Han­gi mâ­ne­vî ma­kam, mer­te­be ve üs­tün­lük olur­sa ol­sun, her hâ­lü­kâr­da kul­la­rın için­de­ki ne­fis­ dâimâ pu­su­da bek­le­mek­te ve fır­sa­tı­nı bu­lur bul­maz gö­nül­le­ri hüs­râ­na uğ­ra­ta­bil­mek­te­dir.

[2] Diğer bir ifadeyle, “Gülün dikenlerinden şikâyetçi olmak yerine, dikenler arasında gül gibi bir çiçeği yarattığı için Rabbin’e şükretmelisin.”

Bookmark the permalink.

Comments are closed