C. HACCI

Kime ki Kâ’be nasîb olsa Hudâ rahmet eder

Her kişi hânesine sevdiğini dâvet eder.

Nahifî Süleyman

Hac, tevhid ve şükür ifâde eden fiillerden müteşekkil önemli bir ibâdettir. İslam, Müslümanları aynı gâye etrâfında bir araya getirerek maddî mânevî kuvvetlerini artırmak, gücünün her tarafa yayılmasını sağlamak, samîmi olanları diğerlerinden ayırmak gibi maksatlarla müntesiplerini hacca dâvet eder. İnsanlar bu sâyede tanışıp kaynaşırlar ve birbirlerinden istifâde ederler. Zîrâ insanda arzu ve rağbetler, ancak berâber olma ve birbirlerinden görme sonucunda oluşur.

Hacdan maksat, Allâh’ın dinini yüceltmek, Hz. İbrâhim’in sünnetine uymak ve Allâh’ın nimetlerini yâd etmektir.

Hac, Allâh’ın evine saygının en güzel ifâdesidir. Ka’be Allâh’ın nişânelerinden biri olduğu için, ona saygı göstermek Allâh’a saygı göstermek demektir. Bu sebeple hacca gitmek, imkân bulabilen her Müslüman üzerinde, Allâh Teâlâ’nın bir hakkıdır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Yoluna güç yetirenlerin Ka’be’yi haccetmesi, Allâh’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allâh bütün âlemlerden müstağnîdir.” (Âl-i İmrân 3/97)

İbn-i Atâ -rahimehullah- âyette geçen “hacca güç yetirme” konusunda şu açıklamayı yapar; “İstitâat yani hacca güç yetirmek iki şeyle olur: Bunların biri “hâl”, diğeri ise “mâl”dır. Hâli olan yola düşsün, mal onu bulur.” Hâl, muhabbetin kuvvetli olmasıdır. Muhabbet ve aşkın fazla olduğu yerde şevk de fazla olur. Şevk gâlip olduğunda uzun ve meşakkatli yollar kolaylaşır ve kısalır. Şevk olmadığında ise kısacık yollar uzak gözükür. Gönlün şevki neye ise ayaklar da gönülle beraber ona doğru koşar. Eğer bir kimsede bu hâl yoksa şeriate göre onun istitâatı sâdece mal ile tahakkuk eder.

İslâm, gücü yetmeyen kimselere müsâade ederken gücü yetenleri de ısrarla hacca dâvet etmiştir. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“Allâh yolunda cihâd eden, hac ve umre yapan kimseler, Allâh’ın elçileridir. Çünkü Allâh bunların yapılmasına kullarını dâvet etti, onlar da icâbet ettiler. Buna mukâbil, O’ndan isterler, Allâh da onlara istediklerini verir.” (İbn-i Mâce, Menâsik, 5) beyânıyla onları “Allâh’ın elçileri” sıfatıyla şereflendirmiştir.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, hacca insanlarla berâber kâinattaki bütün varlıkların da büyük bir iştiyakla katıldıklarını ifâde etmek ve haccın faziletini anlatmak için şöyle buyurmuştur:

“Her bir Müslüman ile birlikte, sağında ve solunda bulunan bütün taş, ağaç ve sert toprak da telbiyede bulunur. Bu iştirak -sağ ve solunu göstererek- şu ve şu istikâmette, arzın son hudûduna kadar devam eder.” (Tirmizî, Hac, 14)

Bu coşku ve heyecâna katılarak mânevî âlemlere dalmak, her türlü kir ve günâhtan arınabilmek için hacca gitme husûsunda acele etmek ve şevkli olmak lâzımdır. Zîrâ hayır işlerinde acele edilmesini tavsiye eden Allâh Resûlü, hac ibâdetinde de aynı hassâsiyeti göstererek şöyle buyurmuştur:

“– Hac yapmak isteyen acele etsin! Olur ki insan hastalanır, (bineği) kaybolur veya bir mânî zuhûr eder.” (İbn-i Hanbel, I, 214)

Hac, uzun bir yolculuk ve zor bir iştir. Dolayısıyla, büyük bir fedâkarlık ister. Bu yüzden sırf Allâh rızâsı için yapılan bir hac ibâdeti, îmânın önceki küfür hâlini tamâmen silmesi gibi, geçmiş günâhları siler. Resûl-i Müctebâ Efendimiz, bu hakîkati beyân ederek:

مَنْ حَجَّ للهِ فَلَمْ يَرْفُثْ وَلَمْ يَفْسُقْ رَجَعَ كَيَوْمِ وَلَدَتْهُ اُمُّهُ

“Kötü söz söylemeden ve büyük günâh işlemeden Allâh için hacceden kimse, annesinden doğduğu günkü gibi günâhsız olarak döner.” buyurmuştur. (Buhârî, Hac, 4)

Yüce Rabbimiz biz kulları için, bir çok af ve mağfiret kapısı aralamakta, bulunmaz fırsatlar sunmaktadır. Bu fırsatları değerlendiren kimselere de bir çok mükâfâtlar va’detmektedir. Bununla birlikte imkânı olduğu halde dünyevî meşgalelere dalarak Allâh’ın evini ziyâret etmeyen kimseler için de şiddetli tehditler mevcuttur. Böylelerini uyarmak için Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

“Kim, azığa ve kendisini Allâh’ın evi Ka’be’ye ulaştıracak bir bineğe sâhip olduğu halde haccetmezse ha yahûdi ha hıristiyan olarak ölmüş hiç fark etmez.” (Tirmizî, Hac, 3)

Bütün insanlık için üsve-i hasene olan Allâh Resûlü, hac farz kılındıktan sonra, bu ibâdeti bir defâ îfâ ederek ashâbına, onu en ince teferruatına kadar tâlim etmiştir. Efendimiz bu haccında Müslümanlarla vedâlaşınca insanlar; “Bu vedâ haccıdır.” demişler ve bu isim meşhur olmuştur. (Buhârî, Hacc, 132) Peygamber Efendimiz ise bundan “Haccetü’l-İslâm” ismiyle bahsederdi. (Heysemî, III, 237)

Efendimiz -aleyhisselâm-, hacca niyet edince, bunu insanlara bildirdi. Ashâbı da onunla birlikte gitmek için hazırlandılar. Herkes Allâh Resûlü ile gitmenin bir çaresini arıyor ve haccı onun yaptığı gibi yapmak istiyordu. Bu haber Medîne’nin dışına ulaşınca, insanlar her taraftan akın akın geldiler. Yolda onlara katılanların haddi hesâbı yoktu. Etrâfı gözün alabildiğince büyük kalabalıklar kaplamıştı. Efendimiz hac ve ihram hakkında oradakilere kısa bir bilgi verdikten sonra, yola çıktı. Beraberinde 114.000, hatta bundan da fazla sahâbî bulunuyordu. Efendimiz, hacda kurban etmek üzere yüz kadar deve götürüyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz yol boyunca Müslümanlara hep hacdan bahsetti. Îrâd buyurduğu hutbesinde ihrâmın ve haccın vâciblerini, sünnetlerini anlattı. Zülhuleyfe’ye geldiğinde Akîk vâdisinde Müslümanlara şöyle dedi:

“Rabbim tarafından gönderilen Cebrail bu gece bana gelip; «Bu mübârek vâdide namaz kıl ve ‘hem hacca hem umreye niyet ettim’ de!» buyurdu.” (Buhârî, Hac, 16) Orada iki rekât da ihram namazı kıldı. Allâh’a hamd ü senâda bulunup tesbih ettikten ve tekbir getirdikten sonra:

اَللّهُمَّ حِجَّةٌ لاَ رِيَاءَ فِيهَا وَلاَ سُمْعَةَ

“Ey Allâhım! Bunu bana içinde riyâ ve süm’a (gösteriş ve şöhret) bulunmayan mebrûr ve makbûl bir hac kıl!” diyerek dua etti. (İbn-i Mâce, Menâsik, 4) Zülhuleyfe’de ihrâma girip:

لَبَّيْكَ، اَللّهُمَّ لَبَّيْكَ، لَبَّيْكَ لاَ شَرِيكَ لَكَ لَبَّيْكَ. اِنَّ الْحَمْدَ وَالنِّعْمَةَ لَكَ وَالْمُلْكَ، لاَ شَرِيكَ لَكَ

diyerek telbiyeye başladı. (Buhârî, Hac, 26) Daha sonra da; “Sizden kim hac ve umreye niyet etmek isterse bunu yapsın!” buyurdu.

Hacılar, mîkat yerlerinde ihrâma bürünmek sûretiyle, Mekke’ye girmek için hazırlık yaparlar. Hac ve umre için ihrâma girmek, namaza nisbetle tekbir almak gibidir. İhrâm, ihlâs ve ta’zîmin, duygularla hissedilebilir bir şekli ve haccetme azminin açık bir fiille ifâdesidir. Aynı zamanda bu, nefsin her türlü lezzetlerini, râhatını ve âdetlerini terk etmek sûretiyle Allâh’a boyun eğdiğini simgeler. İnsanın Allâh korkusunu ve O’na duyduğu saygıyı içinde hissetmesini sağlayarak yine O’nun rızâsı için yorgunluğa katlanma ve toza toprağa bulanma mânâsını ihtivâ eder.

Efendimiz ihrâma girip telbiyeye başladıktan sonra Cebrâîl’in gelerek:

“Yâ Muhammed! Ashabına telbiyede seslerini yükseltmelerini emret! Çünkü bu, haccın alâmetlerindendir!” dediğini bildirdi. (İbn-i Mâce, Menâsik, 16)

Allâh Resûlü, uğradığı yerlerde Müslümanlara imam olup namaz kıldırmıştır. Daha sonra bir vefâ ve muhabbet tezâhürü olarak namaz kıldırdığı yerlere mescidler yapılmıştır. (İbn-i Sa’d, II, 173)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Beytullâh’ı görünce ellerini kaldırdı ve:

“Ey Allâhım! Bu Beytinin şerefini, azametini, keremini ve heybetini artır. Ona hac ve umre ile ta’zîmde bulunanların da şereflerini, keremlerini, heybetlerini, tazimlerini ve iyiliklerini artır!” diyerek dua etti. (İbn-i Sa’d, II, 173) Devesini Beytullâh’ın kapısında ıhdırdı.

Ridâsının bir ucunu sağ koltuğunun altından alıp sol omuzunun üzerine atmış ve sağ kolunu açmış olduğu halde Mescid-i Haram’a girip doğruca Hacerü’l-Esved rüknüne vardı ve onu istilâm etti. Bu esnâda gözleri yaşla doldu. Hacerü’l-Esved’i öptü, ellerini onun üzerine koyduktan sonra yüzüne sürdü.

اَللّهُمَّ اِيمَانًا بِكَ وَتَصْدِيقًا بِكِتَابِكَ وَاتِّبَاعًا سُنَّةَ نَبِيِّكَ

diyerek Hacerü’l-Esved köşesinden tavafa başladı. (Heysemî, III, 240) Tavafın ilk üç devresinde adımlarını kısaltıp omuzlarını silkeleyerek hızlı ve çalımlı bir şekilde yürüdü. Rükn-i Yemânî ve Hacerü’l-Esved hizâsına geldikçe:

رَبَّنَا اتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى الاخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

(el-Bakara 2/201) âyetini okumakta idi. Peygamber Efendimiz tavafın bu bölümünü tamamlayınca Hacerü’l-Esved’i öptü, ellerini onun üzerine koyduktan sonra yüzüne sürdü. Bundan sonra halkın arasından güçlükle geçip Makâm-ı İbrâhim’e ulaştı. Makâm’ı kendisiyle Beytullâh arasına alarak iki rekât namaz kıldı. Sonra dönüp tekrar Hacerü’l-Esved’i istilâm etti ve Hz. Ömer’e:

“Ey Ömer, sen güçlü bir adamsın. Hacerü’l-Esved’e erişmek için omuz vurma, insanları, zayıfları sıkıştırma! Ne rahatsız ol ne de rahatsız et. Kalabalık sebebiyle Hacer-i Esved’e ulaşamazsan, uzaktan “el sürüp öpme” işareti yap, kelime-i tevhid okuyarak ve tekbir getirerek geç!” buyurdu. (Heysemî, III, 241; İbn-i Hanbel, I, 28)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bundan sonra Ka’be’nin Benî Mahzûm kapısından çıkıp Safâ tepesine gitti. Oraya yaklaşınca:

“Şüphe yok ki Safa ile Merve Allâh’ın şeâirindendir.” (el-Bakara 2/158) âyetini okudu ve; “Allâh’ın âyette ilk olarak zikrettiğinden başlıyorum!” buyurarak sa’ye Safâ’dan başlamak üzere oraya yöneldi. Beytullah’ı görünce ona bakarak tehlil ve tekbir getirdi. Üç kere veya yedi kere:

“Bir olan Allâh’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun eşi ve ortağı yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’na mahsustur. Diriltir, öldürür. O herşeye kâdirdir. Allâh’tan başka hiçbir ilah yoktur. Allâh va’dini yerine getirdi; kuluna yardım etti, düşmanlık için toplanmış olan bütün orduları yalnız başına bozguna uğrattı.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Menâsik, 84)

Sonra, Safâ’dan Merve tepesine doğru yürüyerek indi. Hızlı bir şekilde sa’y ediyordu. Allâh Resûlü, bu hızlı yürüyüşü sa’y vâdisinin ortasına gelince yapıyor, burayı geçince tabiî yürüyüşüne dönüyordu. Bu esnâda:

رَبِّ اغْفِرْ وَارْحَمْ وَاَنْتَ الاَعَزُّ الاَكْرَمُ

“Yâ Rab! Beni bağışla ve bana rahmet et! En azîz, en kerîm olan Sen’sin!” diyerek duâ ediyordu. (Heysemî, III, 248)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Merve tepesine vardığında, Safâ’da yaptıklarını aynen tekrarladı. Safâ’dan Merve’ye yedi defa gidip gelerek sa’yi Merve’de tamamladı. Bundan sonra:

“Kimin yanında kurbanı varsa, o ihram üzere kalsın! Kurbanı olmayan ise hemen ihramdan çıksın ve haccını umreye çevirsin.” buyurdu. (Müslim, Hac, 147) Peygamber Efendimiz yanında kurban getirmiş olduğu için ihramdan çıkmadı.

Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- Mekke’de dört gün kaldı. Beşinci gün Beytullâh’ı yedi kere tavaf ettikten sonra, güneşin batıya meylettiği sırada hayvanına bindi. Mina’ya varıp Dârü’l-İmâme’nin bulunduğu yere indi. Geceyi Mina’da geçirdi. Güneş doğuncaya kadar bekledi. Zilhicce’nin dokuzunda sabahleyin Arafat’a doğru hareket etti. Mina’dan Arafat’a varıncaya kadar telbiye getirmeye devâm etti.

Peygamber Efendimiz Arafat’ta meşhur vedâ hutbesini îrâd etti. Bu hutbesinde insanların bilmeleri gereken ve bilmedikleri takdirde mâzur sayılmayacakları hükümleri açıkladı. Orada toplanan kalabalık vâsıtasıyla bu hükümlerin bütün insanlığa duyurulmasını arzu etti.

Hutbeden sonra Hz. Bilal ezan okudu. Efendimiz, cem yaparak önce öğle namazının farzını, ardından da tekrar kâmet getirtip ikindi namazının farzını kıldırdı. Namazdan sonra devesi Kasvâ’ya binip Cebelü’r-Rahme’nin dibindeki vakfe yerine vardı. Kasvâ’nın göğsünü kayalara doğru çevirdi ve kıbleye döndü. Güneş batıp sarılığı gidinceye kadar vakfe yaptı.

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, vakfede bir eliyle devesinin yularını tutup diğer elini kaldırarak uzunca bir dua yaptı. Bu duâdan bir kısmı şöyledir:

“Ey Allâhım! Kabir azâbından, kalbin vesvesesinden, işlerin dağınıklığından Sana sığınırım! Ey Allâhım! Rüzgârların getirdiği âfetin şerrinden Sana sığınırım!

Ey Allâhım! Gözümde bir nûr, kulağımda bir nûr, kalbimde bir nûr yarat! Ey Allâhım! Göğsüme genişlik ver! İşimi kolaylaştır! Ey Allâhım! Sağlığın hastalığa çevrilmesinden, birdenbire gelip çatacak azabından ve bütün gazabından Sana sığınırım! Ey Allâhım! Beni doğru yoluna ulaştır! Geçmişimi, geleceğimi bağışla!

Ey dereceleri yükselten, bereketleri indiren, ey gökleri ve yeri yaratan Allâhım! Sesler türlü türlü dillerle gürüldeyip Sana doğru yükseliyor, Sen’den dileklerde bulunuyor! Benim dileğim de; dünya halkının beni unuttuğu imtihan yurdunda Sen’in beni hatırlamandır!

Ey Allâhım! Sen sözümü işitiyor, bulunduğum yeri görüyor, gizli açık neyim varsa biliyorsun! İşlerimden hiçbiri Sana gizli değildir! Ben çaresizim, yoksulum, Sen’den yardım ve emân diliyorum! Korkuyorum, kusurlarımı itiraf ediyorum! Bir çaresiz Sen’den nasıl isterse, ben de öyle istiyorum! Zelil bir günâhkâr Sana nasıl yalvarırsa, ben de öyle yalvarıyorum! Sen’in yüce huzurunda boynunu bükmüş, Sen’in için gözlerinden yaşlar boşanan, Sen’in uğrunda bütün varlığını fedâ eden, Sen’in için yüzünü topraklara süren bir kulun Sana nasıl dua ederse, ben de öyle dua ediyorum! Ey Rabbim! Duamın kabul edilmesinden beni mahrum bırakma! Bana Raûf ve Rahîm ol, ey kendisinden istenilenlerin en hayırlısı ve verenlerin en keremlisi!” [1]

Bazı Allâh dostları da Arafat’ta şöyle duâ etmişlerdir:

“İlâhî! Ben merhametine yetişmeye ehliyetli değilsem, merhametin bana yetişebilir! Çünkü Sen’in rahmetin herşeyi kuşatacak derecede geniştir! İlâhî! Benim kusurum ne kadar büyük de olsa, Sen’in affının yanında küçük kalır! Sen onları bana bağışlayıver ey kerem sâhibi Allâhım!

İlâhî! Sen ancak Sana itaatli olanlara rahmet ve merhamet edeceksen, günâhkârlar kime sığınacaklar?

Ben Sana her an muhtâcım! Sen’in ise bana hiçbir ihtiyâcın yoktur! Sen ancak yaratanım olarak beni bağışlarsın! Beni şu durduğum yerden, bütün hâcetlerimi yerine getirmiş, dileklerimi ihsan buyurmuş, temennîlerimi gerçekleştirmiş olarak döndür!

Ey isteyenlerin ihtiyaçlarına sâhip ve mâlik olan Allâhım! Ey susup duranların içlerinden geçirdiklerini bilen Allâhım! Ey kendisinden yardım beklenecek başka Rab bulunmayan Allâhım! Ey Kendisinin üstünde korkulacak başka bir yaratıcı bulunmayan Allâhım! Ey yanına varılacak veziri, rüşvet verilecek kapıcısı bulunmayan Allâhım! Ey dilekler çoğaldıkça cömertliği, keremi artan; ihtiyaçlar çoğaldıkça fazl u ihsanı artan Allâhım! Ey Allâh’ım! Sen her misafiri ağırlarsın! Bizler de Senin misafirleriniz! Bizleri cennetinde ağırla!

Ey Allâhım! Her kâfileye hediye, her isteyene atiyye verilir; her ziyaretçiye ikram edilir! Her sevap umana sevap verilir! Bizler topluca Sen’in Beyt-i Haramın’a geldik! Şu büyük meşâirde vakfeye durduk! Şu mübârek yerlerde hâzır bulunduk! Ümidimiz yüce katındaki sevap ve mükâfata nâil olmaktır! Ümidimizi boşa çıkarma Allâhım!”[2]

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Arafat’ta bulunduğu sırada, yanına Necd halkından bazı kimseler gelerek:

– Yâ Resûlallâh! Hac nasıldır, ne ile tamam olur? diye sordular. Efendimiz:

“– Hac Arafat’tır. Kim Müzdelife gecesi sabah namazından önce Arafat’a gelirse o hacca yetişmiş olur. Mina günleri üçtür. Acele edip orada iki gün kalan kimseye günâh yoktur. Geciken kimseye de günâh yoktur.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Menâsik, 57)

Güneş tamamıyla battıktan sonra, Peygamber Efendimiz, terkisinde Üsâme bin Zeyd olduğu halde Arafat’tan Müzdelife’ye doğru hareket etti. Orada yatsı vaktinde cem yaparak bir ezan ve iki kametle önce akşam, arkasından da yatsı namazını kıldırdı.

Allâh Resûlü fecir doğuncaya kadar Müzdelife’de kaldı. Ortalık iyice aydınlanıncaya kadar müzdelifedeki vakfeden ayrılmadı. Bu esnâda telbiye ve duâya devam ediyordu.

Abbas bin Mirdas -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre Allâh Resûlü, Arefe günü akşamı ümmeti için mağfiret duâsında bulunmuştu. Hak Teâlâ duâsına:

“– Ben, zâlimler hâriç ümmetini affettim. Zîrâ Ben, zâlimden mazlûmun intikamını alacağım.” diye icâbette bulundu. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“– Ey Rabbim! Dilersen mazlûma kendi katından bir lütuf olarak cenneti verir, zâlimi de affedersin!” dedi. O akşam Allâh Teâlâ bu duâsına icâbet etmedi. Fahr-i Âlem Efendimiz, Muzdelife’de sabah namazını kılınca, önceki duâsını tekrar etti. Bu defâ duâsına, arzusu istikametinde cevap verildi. Bunun üzerine tebessüm etti. Hz. Ebû Bekr ve Ömer:

– Anamız babamız sana kurban olsun yâ Resûlallâh! Bu vakitlerde hiç gülmemiştiniz. Sizi güldüren nedir, Allâh seni sevindirsin?! dediler. Allah Resûlü:

“– Allâh’ın düşmanı iblis, Rabbimin, ümmetimin hepsini mağfiret buyurduğunu öğrenince, yerden toprak alıp kendi yüzüne saçtı ve «Yazıklar olsun bana! Helak oldum, bütün emeklerim boşa gitti!» diye bağırıp çağırmaya başladı. Onun bu korku ve üzüntüsünü görmek, beni güldürdü.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Menâsik, 56)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Mina’da atacağı taşları Müzdelife’de topladı. Güneş doğmadan Müzdelife’den ayrıldı. Muhassir vâdisine gelince ashâbına cemrede[3] atacakları taşları toplamalarını emretti. Ayrıca cemreleri, fiske taşı gibi küçük taşları parmak arasına alarak atmalarını söyledi. Taşların nasıl atılacağını da eliyle işaret ederek gösterdi.

Efendimiz, Muhassir vadisinde hayvanını hızla sürüp[4] büyük cemreye yani Akabe cemresine vardı.

Cemrelerin üçü de Mina’dadır. Peygamber Efendimiz Akabe cemresini kurban kesme günü güneşin doğuşundan sonra yaptı. Burası Mina’nın sonundadır. İlk ve orta cemreler ise Hayf mescidinin yukarısındadır.

Cemre taşlarının bir hikmeti de yedi tekbirin sayısını unutmamaktır. Namazın sonunda okunan tesbihlerin sayısını unutmamak için parmakların boğumlarına başvurulması da bunun gibidir.

Allâh Resûlü küçük fiske taşlarını baş ve şehâdet parmakları arasına alıp birer birer atarken, halk da cemre taşlarını atmaya ve birbirleri üzerine yığılmaya başlamışlardı. Efendimiz:

“Ey insanlar! (izdiham yapmayınız!) Birbirinizi öldürmeyiniz! Sizler, cemre taşları atacağınız zaman fiske taşları gibi küçüklerini, parmaklarınızın arasında atınız!” buyurdu. (İbn-i Hanbel, VI, 379)

Kudâme bin Abdullah Efendimiz’in o andaki hâlini şöyle anlatır:

“Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i devesinin üzerinde cemreleri atarken gördüm. Ne vurmak ne itip kakmak ne «Çekil, çekil!» demek vardı!” (İbn-i Mâce, Menâsik, 66)

Peygamber Efendimiz, yaşadığı her bir yıl için bir deve olmak üzere altmış üç deveyi kendi eliyle kurban ettikten sonra bıçağı Hz. Ali’ye verdi. Geri kalanını da o kesti. Allah Resûlü kesilen her devenin etinden birer parça alınmasını emretti. Bunlar bir çömleğe konularak pişirildi. Hz. Ali ile birlikte ondan yediler. Daha sonra Efendimiz develerin kalan etlerini, derilerini ve çullarını fakirlere dağıtmasını Hz. Ali’ye emretti.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz kurbanını kesince berberini çağırarak tıraş oldu. “Kadınlara tıraş değil, ancak saçlarından kırpmak vardır!” buyurarak kadınların başlarını tıraş ettirmelerini yasakladı. (Dârimî, Menâsik, 63)

Peygamberimiz Kurban bayramının birinci günü öğle vaktinden önce hayvanına binerek ifâda tavafını yapmak üzere Beytullah’a gitti. Tavafı bitirdikten sonra öğle namazını kıldı. Daha sonra Zemzem kuyusuna gitti. O gün akşama doğru Mina’ya döndü. Teşrik günlerinin gecelerini Mina’da geçirdi. Bu gecelerde, gelip Beytullâh’ı ziyaret etmekten de geri durmadı.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, kurban gününü takib eden birinci ve ikinci teşrik günlerinde güneş batıya doğru meyledince yürüyerek, Mina mescidinden sonraki ilk cemrenin yanına vardı. Teşrik günlerinin sonuncu günü, üçüncü gün cemresini atıp öğleden sonra Mina’dan Muhassab’a hareket etti. Müslümanlar, Muhassab’dan etrâfa dağılıp gitmeye yönelince:

“Sakın, son varacağı yer Beytullah olmadıkça, hiç kimse bir yere gitmesin!” buyurdu. (Müslim, Hac, 379; Dârimî, Menâsik, 85) Zilhicce’nin on dördüncü günü sabah namazından önce Beytullah’ı tavafa gidileceğini ilan etti. Beytullâh’a gidip vedâ tavâfını yaptı.

Bu arada bir zât gelip Mekke’de kalmayı sordu. Allâh Resûlü:

“Mekke kalma yeri değildir. Dışardan gelen kimselerin, hac ibadetlerini yerine getirdikten sonra Mekke’de kalacağı müddet üç gecedir!” buyurdu. (İbn-i Hanbel, IV, 339)

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Harem-i Şerîf’e son derece ta’zim gösterirdi. Bir şey yemek yahut bir ihtiyacını gidermek istediği vakit dışarıya çıkar, uzak bir yere giderdi. Usanma gelmesin ve ta’zîmde kusur göstermeyeyim diye orada uzun müddet kalmazdı. Zîrâ herhangi bir beldede bulunup kalbin Beytullâh’a bağlı olması, onun yanında durup da kalbin usanmış olmasından ve memleketine takılı kalmasından daha hayırlıdır.

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve Müslümanlar, vedâ tavafını yaptıktan sonra hep birlikte Medine’nin yolunu tuttular. (Buhârî, Hac, 21, 70, 128; Müslim, Hac, 147; İbn-i Mâce, Menâsik, 84)

Hac Allâh’ı, âhireti ve önceki peygamberlerin hâtıralarını akla getiren nişânelerle dolu bir ibâdettir. Her bir rüknün çok derin mânâsı vardır. Bu sebeple Muhammed Parsâ hazretleri, Şiblî -rahmetullâhi aleyh-’den naklen, hac ibâdetinin kıyâmete benzediğini şöyle îzâh eder:

Hac mü’minlere kıyâmeti hatırlatır. Kişinin evini, ehlini ve vatanını terkedip yollara düşmesi ve bu arada çektiği sıkıntılar, hastalık ve ölüm hallerini temsil eder. Mîkat mahalline ulaşmak sûrun üfürülmesidir ki artık hacılar dünya libaslarından soyunmuşlar ve kıyâmet sahasına girmişlerdir. Lebbeyk nidâları kıyâmet gününün dâvetçisine icâbettir. Arafat’a koşmak, kıyâmet gününde Arasat’a koşmanın; Arafat’ta toplanmak ise mahşerde toplanmanın bir simgesidir. Vakfe, kıyâmette Allah Azîmüşşân’ın huzurunda durmanın temsîlidir. Arafat’tan Meş’ar-i Haram’a (Müzdelife’ye) akış, ilk duruşmadan sonra Mahkeme-i Kübrâ’nın son duruşmasına gitmek gibidir. Ziyâret tavafı için Mekke’ye gitmek, Dost’un dîdârını görmeye gitmektir. Beytullâh’ı tavaf, arşın etrâfında dönmeye ve gölgesinde yer aramaya benzer. Hacer-i Esved’i öpmek, Allâh’a olan ahdi tâzelemek ve yerine getirmektir. Vedâ tavâfı ise kıyâmet ehlinin ebedî yerlerine gitmek üzere mahşerden ayrılmalarıdır. Kâseleri Zemzem’den doldurmak, ümmet-i Muhammed’in cennet kâselerini Kevser Havuzu’ndan doldurmalarını temsil eder. Kurban kesmek, ölümün cennetle cehennem arasında kesilmesinin misâlidir. Başların açılması ise kıyamette her şeyin açığa çıkmasını temsil eder. (Tevhîde Giriş, s. 241-244)

Sevgili Peygamberimiz, Haccetü’l-İslâm’da “kıran haccı”na[5] niyet ettiği için, bu esnâda bir de umre yapmıştır. Önceden ifâ ettikleri ile birlikte toplam dört umresi olmuştur. Umre, farz olmayıp sünnet bir ibâdet olmakla birlikte, Efendimiz ona da çok ehemmiyet atfetmiştir. Umrenin fazîletini beyân için şöyle buyurmuştur:

“Hac ve umreyi peşpeşe yapın. Çünkü bunların peşpeşe yapılması, tıpkı körüğün demirin pasını temizlemesi gibi, fakirliği ve günâhları temizler.” (İbn-i Mâce, Menâsik, 3)

“Umre ibâdeti, daha sonraki bir umreye kadar işlenecek günâhlara keffârettir. Mebrûr haccın karşılığı ise ancak cennettir.” (Buhârî, Umre, 1)

Ramazan ayında umre yapan ümmetini daha da taltif ederek onlara:

“Ramazan ayında yapılan umre tam bir hac sayılır, yahut da benimle birlikte yapılmış bir haccın yerini tutar.” müjdesini vermiştir. (Buhârî, Umre, 4)

İbn-i Arabî hazretlerinin el-Fütühâtü’l-Mekkiyye isimli eserinde yer alan Şeyh Şiblî -rahimehullâh-’ın arkadaşıyla yaptığı konuşma, haccın mânevî derinliğini ne güzel ortaya koymaktadır:

Şiblî: Hacca niyet edip ihrama girdin mi?

Arkadaşı: Evet girdim.

– Hayatın boyunca bu hac niyetinden başka bütün yaptığın niyetleri feshettin mi?

– Hayır.

– Öyle ise hacca niyet edemedin. Sonra ihram için elbiselerini çıkardın mı?

– Evet, çıkardım.

– Elbiseyi çıkardığın gibi, kalbini dünya işlerinden ve mâsivâdan tecrid ettin mi?

– Hayır.

– Öyleyse ihrama giremedin. Sonra, temizlendin mi?

– Evet.

– Sende bulunan illetlerin hepsi, bu temizlikle iyi oldu mu?

– Hayır.

– Öyle ise temizlenmedin. Telbiye getirdin mi?

– Evet.

– Yaptığın telbiye gibi sana cevap verildi mi?

– Hayır.

– Şu halde hakkıyla telbiye edemedin. Harem-i Şerif’e girdin mi?

– Evet.

– Harem’e girerken haram şeylerden vazgeçtiğine gerçekten inandın mı?

– Hayır.

– Buna göre Harem-i Şerif’e giremedin. Sonra Mekke-i Mükerreme’ye yaklaştın mı?

– Evet.

– Mekke’ye yaklaşmakla Hak -celle ve alâ-’dan sana bir hâl geldi mi?

– Hayır.

– Öyle ise bu da olmadı. Mescid-i Haram’a girdin mi?

– Evet girdim.

– Allâh’ı bildiğin vechile O’na yaklaşabildin mi?

– Hayır.

– Öyle ise Mescid’e girmedin. Ka’be’yi gördün mü?

– Evet gördüm.

– Kasd ve niyet ettiğin şeyi gördün mü?

– Hayır.

– Bu takdirde Ka’be’yi görmedin. Yedi defa reml ve meşy ettin mi? Yâni kısmen koşarak ve kısmen de sükûnetle yürüdün mü?

– Evet.

– Dünyadan firar edip onunla alâkanı keserek Hakk -sübhanehü ve teâlâ-’ya şükrettin mi?

– Hayır.

– Şu halde reml etmedin. Hacer-i Esved’i musâfaha ile öptün mü?

– Evet.

– (Bu cevabı alınca çırpınmaya başladı.) Kendine gel, sen ne söylüyorsun. Hacer-i Esved’le musâfaha eden Hak’la musâfaha eder. Hak’la musafaha eden dâire-i emn ü emâna girer. Sende böyle bir hal zâhir oldu mu?

– Hayır.

– Öyle ise musâfaha etmedin. Sonra Allâh’ın huzurunda vakfede durdun mu, iki rekât namaz kıldın mı?

– Evet.

– Nezd-i İlahî’de olan makâmını anlayabildin mi?

– Hayır.

– Öyle ise ne vakfe yaptın, ne de namaz kıldın. Safâ’ya çıktın mı?

– Evet.

– Ne yaptın?

– Yedi defa tekbir aldım, haccı hatırladım, Allâh’tan kabul diledim.

– Melâike’nin tekbiri gibi tekbir alıp orada iken tekbirin hakîkî mânâsını anladın mı?

– Hayır.

– Safâ’dan indin mi?

– Evet.

– Bütün mânevî hastalıklar senden zâil olarak, hâlis ve sâfî oldun mu?

– Hayır.

– Öyle ise Safâ’ya ne çıktın ne de indin. Sonra koştun mu?

– Evet.

– Nefsinden firâr edib Hakk’a vâsıl oldun mu?

– Hayır.

– Öyle ise koşmadın. Sonra Merve’ye vâsıl oldun mu?

– Evet.

– Sana bir vakâr ve sükûnet hâli geldi mi?

– Hayır.

– Şu hâlde Merve’ye vâsıl olmadın. Minâ’ya çıktın mı?

– Evet.

– Yaptığın isyâna karşı Cenâb-ı Hak’tan af diledin mi?

– Hayır.

– Öyleyse Minâ’ya çıkmadın. Mescidü’l-Hayf’e girdin mi?

– Evet.

– Girerken, çıkarken Allâh’tan korktun mu? Buradaki korku gibi başka zamanlarda da nefsinde bir korku buldun mu?

– Hayır.

– Burada da bir şey yapamadın. Arafât’a çıktın mı? Vakfe’ye durdun mu?

– Evet.

– Yaratıldığın hâli, içinde bulunduğun durumu ve yarın ne olacağını bildin mi?

– Hayır.

– Öyleyse Arafât vazifesini de yapamadın. Müzdelife’ye indin mi? Meş’ari’l-Harâm’ı gördün mü?

– Evet.

– Kendini ve dünyayı unutacak bir hâlde kalbini Allâh’a bağlayarak zikrettin mi?

– Hayır.

– Şu hâlde Müzdelife’de durmadın. Sonra Minâ’ya girdin mi, Kurban kestin mi?

– Evet.

– Nefsini kurban ettin mi?

– Hayır.

– O zaman bir şey kesmedin. Sonra cemre attın mı?

– Evet.

 – Cehlini atıp, ona bedel ilim kazanabildin mi?

– Hayır.

– Öyle ise cemre atmadın. Sonra tıraş oldun mu?

– Evet.

– Dünyaya ait emel ve arzularını kökünden söküp attın mı?

– Hayır.

– Bunu da yapamadın. Sonra ziyâret tavâfında bulundun mu?

– Evet.

– Bu ziyâret dolayısıyla hakîkatlerden ve kerâmetlerden sana bir şey keşf olundu mu? Çünkü Rasül-i Ekrem Efendimiz; “Hacılar ve umreciler, Allâh’ın ziyaretçisidir. Ziyâret olunanın, ziyâretçilere bir şeyler ikrâm etmesi gerekir.” buyurdu.

– Hayır.

– Şu halde ziyâret etmedin. Sonra ihramdan çıkıp tehallül ettin mi? Yani helâl işleri yapmaya başladın mı?

– Evet.

– Bundan böyle helâlinden yemeye azmettin mi?

– Hayır.

– Öyle ise tehallül etmedin. Sonra vedâ ettin mi?

– Evet.

Şiblî: Ruhunla, nefsine külliyen vedâ ettin mi?

Arkadaşı: Hayır.

Şiblî: Şu hâlde vedâ etmedin, tekrar haccetmen lâzımdır. Bundan sonra nasıl hac yaptığına dikkat et. Sana nasıl haccedileceğini öğrettim. Tekrar hacca gidersen sana anlattığım hâl üzere olmaya gayret et.” (İbn-i Arabî, el-Fütühâtü’l-Mekkiyye, X, 133-138)

Hâsılı hacc-ı mebrûr, hac ile umreyi peş peşe yapmak ve çokça umreye gitmek, Allâh’ın rahmetine mazhar kılan en mühim ibâdetlerdir. İlâhî rahmet denizine dalabilmek için üsve-i hasene olan Efendimiz’e uyarak, bu ibâdetleri şartlarına âzâmî derecede riâyetle îfâ etmeli, kötü söz ve çirkin işlerden kaçınmalıdır.



[1] İbn-i Kesîr, el-Bidâye, V, 166-168; Heysemî, III, 252; İbn-i Kayyım, Zâdü’l-meâd, II, 237; Gazâlî, İhyâ, I, 337-338.

[2] Gazâlî, İhyâ, I, 337-338; Beyhakî, Şuab, II, 25-26.

[3] Cemre: Ateş közü, kor, küçük çakıl taşları gibi mânâlara gelir. Burada hac menâsikinden cemrelerin atıldığı yer mânâsınadır. Bu da ilk cemre, orta cemre ve Akabe cemresinde, küçük çakıl taşlarını belli zamanda belli yerlerde ve belli sayıda atmayı ifade eder.

[4] Muhassir vâdisi, Ebrehe ordusunun helâk edildiği yerdir. Bu sebeple Efendimiz oradan hızla geçmiş ve bu gibi gazap tecellîsine ma’kes olmuş yerlerden oyalanmadan hızla uzaklaşılmasını tavsiye etmiştir.

[5] Hac ibâdeti üç şekilde îfâ edilir. 1. Hacc-ı ifrâd: Umreye niyet etmeksizin sâdece hac yapmak. 2. Hacc-ı Kırân: Hac ile umrenin bir ihramla yerine getirilmesi. 3. Hacc-ı Temettu’: Hac ile umrenin iki ihramla ayrı ayrı yerine getirilmesi. Son ikisinde kurban kesmek gerekir.

Bookmark the permalink.

Comments are closed