IV. PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN ZÜHD HAYÂTI

Ehl-i dünya dirhem ü dînâr ile eyler ferâh

Ehl-i ukbâ ülfet-i ağyâr ile eyler ferâh

Mâsivâya eylemez hiç iltifat Hak âşığı

Neylesin ağyârı ol Dildâr ile eyler ferâh

Kuddûsî

Allâh’ın rızâsı ve âhiret karşısında dünyevî nimet ve lezzetlerin, âdetâ gözden ve gönülden düşmesi şeklinde ifâde edebileceğimiz zühd, dînî hayâtımızın ve mânevî dünyâmızın îmârında, pek mühim bir yere sâhiptir. Her konuda olduğu gibi, zâhidâne bir hayâtın nasıl yaşanabileceği husûsunda da Fahr-i Kâinât Efendimiz, ümmetine pek güzel örnekler sergilemiştir.

Zühd, rağbet etmemek, meyletmemek, yüz çevirmek ve terk etmek mânâlarına gelir. Bir şeyi terk etmek ve yüz çevirmek, o şeyi küçümsemekten, değer vermemekten veya azlığından dolayıdır.

Dolayısıyla zühd, geçici emelleri azaltmak ve harîs olmaktan kurtulmak, dünyâyı küçük ve fânî görüp nimetlerini kalpten çıkarmak ve dünyâ rahatını, âhiret için terk etmektir. Zühd hayâtını kendilerine düstûr edinenlere de “zâhid” denilmiştir.

Bir kimsenin zâhid olabilmesi için, belli bir seviyede dünyevî imkânlara sâhip olmakla birlikte onlara rağbet etmemesi gerekir. Nitekim Mâlik bin Dînâr, kendini kasdederek şöyle demiştir; “İnsanlar, Mâlik bin Dînâr’ın zâhid olduğunu söylerler, ancak asıl zâhid, Ömer bin Abdülaziz’dir. Zîrâ o, boyun eğip ayağına geldiği hâlde dünyâya aslâ rağbet etmemiştir.” (İbn-i Hanbel, V, 249)

Diğer taraftan, nefiste arzu ve istek duyulmayan herhangi bir şeyden ictinab etmek zühd sayılamaz. Mesela, kıymet verilmeyen şeyleri değil de, altın ve gümüş gibi rağbet edilen şeyleri terk edene zâhid denilir.

Zühd, mü’minlerin mânevî seviyelerine göre üç mertebedir. Birincisi harâmı terk etmektir ki, bu avâmın zühdüdür. İkincisi helâl kılınmış şeylerden fazla olanı terk etmektir ki bu da havâssın zühdüdür. Üçüncüsü ise Allâh’ı tefekkürden alıkoyan her türlü meşgaleyi terk etmektir ki bu da âriflerin zühdüdür. Bunların en zor olanı üçüncüsüdür. Zîrâ, bunda dünyâdan olduğu gibi, cennet ve onun her türlü nîmetlerinden de kalben uzaklaşmak gerekmektedir. Mevlâna hazretleri şöyle der:

“Dünyâ malı zayıf kuşların, âhiret mülkü de üstün kuşların tuzağıdır. Hattâ pek büyük bir mülk olan âhiret tuzağı öyle büyük bir tuzaktır ki onunla en büyük kuşlar avlanır. Ey dünyâ mülküne sâhip olanlar, siz mülkün sâhibi olduğunuz halde, aslında o mülkün kulu, kölesisiniz. Gerçekten mala sâhip olan ve helak olmaktan kurtulan kimse, mala mülke esir olmayan kişidir. Ey şu dünyâya gönül veren ve onun esiri olan kişi! Sen tersine olarak, esir olduğun halde, kendine; «Dünyânın beyi, emîri!» dedirtiyorsun. Aslında sen, bu dünyânın kulusun, rûhun da dünyâ mahpusu!. Sen ne vakte kadar, kendini dünyânın sâhibi, efendisi sanacaksın?” (Mesnevî, c. IV, beyt: 647-652)

Dünyâ malı, sonunu düşünmeyen, ileriyi göremeyen zayıf akıllı insanların, âhiret de dînî vazîfesini yapan şerefli insanların tuzağıdır. Şu halde dünyâ da âhiret de insanlar için kendilerine dikkatle yaklaşılması gereken iki unsurdur. Dünyâya gönül verenler, dünyâ tuzağına düşmekte; cennete ve cennet zevklerine ulaşmak için ibâdet edenler de, âhiret tuzağına düşmektedirler. Aslında ne dünyâ, ne de cennet sevgisi değil, sâdece Hak sevgisi insanı kurtaracaktır.

Râbiatü’l-Adeviyye’nin şu duâsı bu hakîkati ne güzel hulâsa etmektedir:

“Allâhım! Sana, cennet arzusuyla ibâdet ediyorsam, beni oraya koyma! Şâyet cehennem korkusundan dolayı ibâdet ediyorsam, beni oradan çıkarma! Ancak ben Sana, Sen olduğun için ibâdet ediyorum. Sevilmeye lâyık sâdece Sen olduğun için Seni seviyorum!”

Gerçek zâhidlerin örnek alması gereken yegâne şahsiyetin Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- olduğu âşikardır. Bu yüzden onun zühd hayâtı en ince teferruatına kadar öğrenilmelidir.

Bookmark the permalink.

Comments are closed