Teslîm ü rızâdır işi erbâb-ı kemâlin
Olmaz elem-i hırs u tezellül ukalâda[1]
Nâmık Kemâl
Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Hak Teâlâ’ya duyduğu ta’zîm ve muhabbetin bir tezâhürü olarak, O’na karşı tam bir teslîmiyet içerisinde bulunurdu. Teslîmiyet, kalbin bir fiili olup Allâh tarafından haber verilen konularla alâkalı şüphelerden, emirlere ters düşen nefsânî arzulardan, ihlasla bağdaşmayan isteklerden, ilâhî takdîre ve şer’-i şerîfe itiraz illetinden kurtulmak demektir.
Teslîmiyet hâli, ancak itmi’nân derecesindeki bir güven duygusu sâyesinde gerçekleşebilir. Bu ise güven duyulan varlığın, her yönden kendisine güvenilebilecek bir husûsiyette olmasını gerektirir. Dolayısıyla teslîmiyeti yalnız Allâh’a hasredebilmek için, öncelikle tüm güç ve kudretin sâdece Allâh’ta olduğuna, O’nun izni olmadan hiçbir varlığın fayda ya da zarara güç yetiremeyeceğine, her şeyin fânî, ancak O’nun bakî olduğuna, her şeyin O’na muhtaç olup, O’nun ise hiçbir şeye muhtaç olmadığına ve bir benzerinin de bulunmadığına kalben îmân etmek ve bu îmânı itmi’nân derecesine ulaştırmak gerekmektedir. Bu sebeple kulun Allâh’a teslîmiyeti, Allâh hakkındaki bilgisi ve O’na olan imânı nisbetindedir. Teslîmiyet, kulluğun özünü oluşturması bakımından kalbin Allâh’a olan en önemli yönelişidir. Bu yöneliş îmânla başlar, mârifetullah arttıkça o da artarak devâm eder.
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in her durumda Cenâb-ı Hakk’a teslîmiyeti tam ve zirvedeydi. Onun hayâtında bunun câlib-i dikkat numûneleri pek çoktur:
Allâh Resûlü’nün, hicret esnâsında hem Sevr mağarasında hem de daha sonra müşriklerden Süraka bin Mâlik’in peşlerine düşmesi sırasında Allâh’a göstermiş olduğu teslîmiyet, dillere destandır. Mekke’den Medine’ye hicret esnâsında müşrikler, Peygamber Efendimiz’i ve sâdık yol arkadaşı Hz. Ebûbekir’i amansız bir takibe almışlar ve Sevr mağarasında kendilerine ulaşmışlardı. Onlar mağaranın sağını solunu dolaşıyor ve:
– Eğer mağaraya girmiş olsalardı, güvercinlerin yumurtası kırılır, örümcek ağı da bozulurdu, diyorlardı. Bu esnâda endişeye kapılan Hz. Ebûbekir, Peygamber Efendimiz’e hitâben:
– Ben öldürülürsem, nihâyet bir tek kişiyim, ölür giderim. Fakat sen öldürülecek olursan, o zaman bir ümmet helak olur, diyordu. Peygamberimiz ayakta namaz kılıyor, Hz. Ebûbekir de gözcülük yapıyordu. Efendimiz’e:
– Şu kavmin seni arayıp duruyorlar. Vallâhi ben kendim için tasalanmıyorum. Fakat sana zarar vermelerinden korkuyorum, dedi. Resûl-i Ekrem:
“– Ey Ebûbekir, korkma! Hiç şüphesiz Allâh bizimledir!” buyurdu. (Buhârî, Fedâilü’l-ashâb, 2; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 1)
Mağaranın önüne gelen bedbahtlar örümcek ağından başka bir şey görememişlerdi. Şâir Ârif Nihat Asya’nın dediği gibi:
Örümcek ne havada,
Ne suda ne yerdeydi…
Hakk’ı göremeyen
Gözlerdeydi!
Cenâb-ı Hak, Habîb-i Ekremi’nin ve onun yâr-ı gârı (mağara arkadaşı) olan Sıddîk-i Ekber’in Sevr’de azılı müşriklerin tazyîki karşısında yaşadıkları bu hâlet-i rûhiyeyi şöyle haber verir:
“…Mahzûn olma; Allâh bizimledir!..” (et-Tevbe, 40) Bu hitapla, aynı zamanda teslîmiyetin esâsını teşkil eden maiyyet (beraberlik) sırrına işâret edilmektedir.
Mağaradan ayrılıp yollarına devâm ederken, müşriklerden Sürâka bin Mâlik, yüz deve karşılığında Peygamberimiz’i ve Hz. Ebûbekir’i öldürmek üzere peşlerine düşmüştü. Hz. Ebûbekir şöyle anlatıyor:
“Biz sert bir arâzide yürüyorduk. O sırada Sürâka’nın peşimizden süratle geldiğini gördüm. Bunun üzerine:
– Ey Allâh’ın Resûlü, bize yaklaştı! dedim. «Üzülme! Allâh bizimledir!» buyurdu ve Sürâka’ya bedduâ etti. Derhal atının ön ayağı karnına kadar yere saplandı. Sürâka:
– Anladım ki siz bana bedduâ ettiniz. Ne olur benim için duâ edin; ben de sizi takip edenleri geri çevireyim, dedi. Peygamberimiz duâ ediverdi, adam kurtuldu ve geri döndü. Yol boyu her kime rastladı ise:
– Ben sizin yerinize burada gereken araştırmayı yaptım, kimse yok! dedi. Böylece yolda rastladığı herkesi geri çevirerek verdiği sözü yerine getirdi. (Buhârî, Menâkıb, 45; Müslim, Zühd, 75)
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in teslîmiyeti Dost’un yoluna malı ve canı fedâ etme telâkkîsine istinâd ediyordu. Şâir, teslîmiyet sırrına eren kimselerin sâhip oldukları kalbî kıvam ve hâlet-i rûhiyeyi ne güzel dile getirir:
Girenler nakd-i cân îsâr ederler bâb-ı teslîme
Erenler bezmine başka türlü armağan olmaz.
“Teslîmiyet kapısına girenler, bu yola canlarını fedâ ederler. Zîra erenler meclisine bundan başka bir hediye takdîm edilmez.”
Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Allâh’a gösterdiği teslîmiyeti sebebiyle, O’nun yolunda başına gelen musibetlere aldırış etmez, hayatın normal akışı içinde meydana gelen hâdiselerde de “Allâh’a teslimiyet”i hatırlardı. Nitekim, bir taşın kendilerine isâbet edip parmağını kanatması üzerine, şu mânidar sözler mübârek dudaklarından dökülüvermişti:
“Sen ancak kanayan bir parmak değil misin? (Bu kazaya da boşa değil) ancak Allâh yolunda uğramış bulunuyorsun.” (Buhârî, Edeb, 90; Müslim, Cihâd, 112)
Teslîmiyet husûsunda Peygamber Efendimiz ve ashâbı, oldukça ibretli davranışlar ortaya koymuşlardır. Rivâyetlere göre bâzı münâfıklar, Küçük Bedir Gazvesi demek olan Bedr-i Suğrâ’da müşriklerle karşılaşmaya hazırlanan İslâm askerlerine, Kureyş ve yandaşlarının büyük bir güç topladıklarını söyleyerek onları caydırmaya çalışmışlardı. Ne var ki bu haber, mü’minlerin Allâh’a güvenlerini ve zafere olan inançlarını pekiştirmişti de hiçbir za’fiyet göstermeden; “Allâh bize yeter, ne güzel vekildir O!” demişlerdi. Onların bu güzel davranışları, Yüce Rabbimiz’in rızâsına mazhar oldu ve şu âyet-i kerîmeler geldi:
“Bâzı münâfıkların Müslümanlara, «Düşmanlarınız size hücum için hazırlandılar; aman onlardan sakının!» demeleri, onların îmânlarını bir kat daha artırdı ve «Allâh bize yeter, ne güzel vekildir O!» dediler. Bunun üzerine onlara hiçbir zarar dokunmadan, Allâh’ın nimet ve ikrâmlarıyla döndüler. Böylece Allâh’ın rızâsına da uymuş oldular. Allâh büyük kerem sâhibidir.” (Âl-i İmrân 3/173-174) (Vâhidî, s. 135)
Mü’minlerin “Allâh bize yeter, düşmanın sayısı önemli değil!” şeklindeki teslîmiyetleri ve Allâh’ın rızâsını her şeyden önde tutmaları, en küçük bir sıkıntıya düşmeden başarılı olmalarını sağlamıştı. Zîrâ Allâh Teâlâ, kendisine tevekkül edenlerin bu güvenini, asla boşa çıkarmaz. Öyleyse mü’minlerde bulunması gerekli olan; inançta tereddütsüzlük, Allâh’a sarsılmaz bir îtimâd ve teslîmiyettir. Bu, onların en büyük gücü ve başarılarının da sırrıdır.
Abdullâh bin Abbas -radıyallâhu anhümâ-’nın rivâyet ettiğine göre “Allâh bize yeter, o ne güzel vekildir.” sözünü İbrâhîm -aleyhisselâm-, ateşe atılırken söylemiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, onu:
“Rabbı ona «Teslîm ol!» deyince, derhal «Bütün varlığımla Âlemlerin Rabbı’na teslîm oldum!» dedi.” (el-Bakara 2/131) âyeti ile, teslîmiyetin timsâli olarak takdim etmiştir.
Peygamberimiz de bu sözü, “Müşrikler size karşı toplandılar, başınızın çâresine bakınız!” denildiğinde söylemiştir. Bunun üzerine Müslümanların îmânları artmış ve hep birlikte, “Allâh bize yeter, O ne güzel vekildir!” diyerek, Allâh’a karşı eşsiz bir teslîmiyet örneği sergilemişlerdir. (Buhârî, Tefsîr, 3/13)
Hz. Mevlâna, Allâh Resûlü’nde tecellî eden bu engin ve nihâyetsiz teslîmiyet hâlini, emsalsiz teşbihlerle şöyle tasvîr eder:
“Ben saman çöpü değilim; hilim, sabır ve adâlet dağıyım. Kasırga nasıl olur da koca bir dağı yerinden koparabilir? Bir rüzgârla yerinden oynayıp uçan ancak saman çöpüdür. Zaten, uygun esmeyen nice rüzgârlar vardır. Ben bir dağım, benim varlığım O’nun binâsıdır. Beni O yaratmıştır. Saman çöpü olsam bile, beni kımıldatan, uçuran O’nun rüzgârıdır. İsteğim, dileğim, O’nun irâde rüzgârından başka bir şeyle hareket etmez. Rûhânî ve cismânî kuvvetlerimin, gönül ordularımın başkomutanı, tek olan, eşi ve benzeri bulunmayan Allâh’ın aşkıdır.” (Mesnevî, c. I, beyt: 3794-3797)
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in hayâtı, onun en zor durumlarda Allâh’a olan güvenini ve sarsılmaz itimadını gösteren örneklerle doludur. O, en kavî iradelerin çözüldüğü zamanlarda bile, asla gevşemeyen ve çözülmeyen bir teslîmiyet âbidesi olmuştur. Bu teslîmiyeti, hayâtının her safhasında hatta en ince muvzûlarda bile görmek mümkündür.
Ebû Said el-Hudrî -radıyallâhü anh-’ın anlattığına göre, bir adam Resûl-i Ekrem Efendimiz’e gelerek:
– Kardeşim midesinden rahatsız, (ne yapayım?) diye sordu. Peygamber Efendimiz:
“– Ona bal şerbeti içir!” buyurdu. Adam denileni yaptı. Bir müddet sonra tekrar gelip:
– Bal şerbeti içirdim, ancak onun rahatsızlığını artırmaktan başka bir şeye yaramadı, dedi. Adam bu şekilde üç defâ gidip geldi. Sonunda Efendimiz:
“– Şüphesiz Allâh doğru söylemekte, kardeşinin karnı ise yalan söylemektedir.” buyurdu. Sonra o kimse kardeşine bir kere daha bal şerbeti içirdi ve iyileşti. (Buhârî, Tıb, 4; Müslim, Selâm, 91)
Bu sözüyle Allâh Resûlü, “(Arının yaptığı) o balda insanlar için bir şifa vardır.” (en-Nahl 16/69) âyetinde ifâde buyrulan gerçeğe işâret etmiş ve Allâh Teâlâ’ya olan güven ve teslîmiyetini ortaya koymuştur.
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in hayâtında gördüğümüz bu teslîmiyet hallerini, diğer peygamberlerin ve sâlih kişilerin hayâtlarında da görmekteyiz. Bunlardan biri de, Hâcer vâlidemizdir. Peygamber Efendimiz onun teslimiyetini şöyle anlatmıştır:
“İbrâhîm -aleyhisselâm-, Hâcer ile henüz sütteki oğlu İsmâil’i alıp Mekke’ye getirmişti… Hz. İbrâhim, âilesi ile oğlunu, yanlarına bir dağarcık hurma ve bir kırba su koyarak birçok hikmete mebnî oraya bıraktı. İbrâhîm -aleyhisselâm- arkasını dönüp giderken Hâcer:
– İbrâhim! Bizi konuşup görüşecek bir kimsenin, yiyip içecek bir şeyin bulunmadığı bu vâdide, tek başımıza bırakıp da nereye gidiyorsun? diye sordu. Bu soruyu birkaç defa tekrarladı ise de Hz. İbrâhim susuyordu. Sonunda Hâcer:
– Bunu böyle yapmanı sana Allâh mı emretti? dedi. Bu sefer Hz. İbrâhim:
– Evet, Allâh emretti, dedi. (Bu cevap üzerine rahatlayan Hâcer vâlidemizin dilinden, Allâh’a teslîmiyetin zirvesini gösteren) şu sözler döküldü:
– Öyleyse Allâh bizi korur!..
Daha sonra da geri döndü. İbrâhim -aleyhisselâm- da yürüyüp gitti. Kimsenin kendisini göremediği Seniyye mevkiine varınca, yüzünü Ka’be tarafına çevirdi, sonra ellerini kaldırarak şöyle duâ etti:
«Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını, senin saygı duyulması gereken Mukaddes Mâbed’inin yanında, ekin bitmez bir vâdiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerine, onlara karşı muhabbet koy ve kendilerine bâzı meyvelerden rızık ver. Umulur ki nimetlerine şükrederler.» (İbrâhim 14/ 37)” (Buhârî, Enbiyâ, 9)
Hâcer vâlidemizin Allâh’ın emri karşısında gösterdiği eşsiz teslîmiyeti kadar, hanımı ve biricik evlâdını, ıssız bir vâdîde, yine Allâh’ın emri ile yapayalnız bırakan İbrâhim -aleyhisselâm-’ın teslîmiyeti de bizim için pek ibretli bir misâldir. Bu teslîmiyetin neticesinde Allâh Teâlâ o beldeyi mübârek bir mekân kılmış ve yaptıkları hareketleri de kıyâmete kadar devam edecek olan hac ibâdetinin birer rüknü hâline getirmiştir. Gösterdikleri bu teslîmiyet ve rızâlarına binâen onların isimlerinin ebediyyen hayırla yâd edilmesini takdir buyurmuştur.
[1] İlim ve irfan sâhiplerinin âdeti, her an Allâh Teâlâ’nın emir ve irâdesine tam bir teslîmiyetle boyun eğmekten ibârettir. Aklı başında olanlar aslâ hırs ve zillet acısı çekmezler.