1. Uzun Süre Aç Kalması

Allâh Resûlü zaman zaman yokluk sebebiyle uzun süre açlık çekmiş, varlık zamanlarında da irâdî olarak azla yetinerek, elindekileri dâima ihtiyaç sâhiplerine infâk etmiştir. Efendimiz’in bu vasfı, onun zühd hayâtının esâsını teşkil eder. Ebû Talha -radıyallâhu anh- anlatıyor; “Resûl-i Müctebâ Efendimiz’e açlıktan şikâyet ettik ve karınlarımızı açıp gösterdik. Herkes karnına bir taş bağlamıştı. Resûlullâh da karnını açtı. Baktık ki onda iki taş vardı.” [1] (Tirmizî, Zühd, 39)

Ebû Hureyre -radiyâllâhu anh-’den nakledildiğine göre, Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e bir gün sıcak bir yemek getirilmişti. Yedikten sonra; “Elhamdulillâh, epey zamandır mideme sıcak bir yemek girmemişti.” dedi. (İbn-i Mâce, Zühd, 10)

Fahr-i Kâinât Efendimiz bu gibi durumlarla nübüvvet hayâtı boyunca çokça karşılaşmıştı. Câbir -radıyallâhu anh- Hendek Savaşı gününde kazdıkları siperden bahsederken şunları söyler; Önümüze son derece sert bir kaya çıktı. Sahâbîler, Nebiyy-i Ekrem’e gelip, siperde önümüze şu kaya çıktı, dediler. Allâh Resûlü; “Hendeğe ben ineceğim.” buyurdu. Sonra ayağa kalktı, açlıktan karnına taş bağlamıştı. Üç gün müddetle hiçbir şey yemeksizin orada kalmıştık. Efendimiz kazmayı eline aldı ve sert kayaya vurdu, kaya un ufak olup kum yığınına döndü. (Buhârî, Megâzî, 29)

Yine birgün, Hz. Fâtıma pişirdiği çöreğin bir parçasını Resûl-i Muhterem’e getirmişti. Efendimiz:

Bu nedir?” diye sorduğunda, kızı Fatıma:

– Pişirdiğim çörektir, size getirmeden canım çekmedi, dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

“– Üç günden beri babanın ağzına giren ilk lokma bu olacak.” buyurdu. (İbn Sa’d, I, 400; Heysemî, X, 312)

Allâh Resûlü’nün çektiği bu sıkıntılara, onun uğruna canlarını ve mallarını her zaman fedaya hazır olan ashâbı da katlanıyordu. Ebû Hureyre -radıyallâhu anh- geçmişteki fakirlik günlerini ve çektiği sıkıntıları anlatırken bazen açlıktan karnını yere dayadığını, bazen de karnına taş bağladığını söylerdi. (Buhârî, Rikâk, 17) [2]

Görüldüğü gibi İslâm’a dâvet ve tebliğ, maddî imkânsızlıklar içerisinde başlamış ve oldukça uzun bir süre böyle devam etmiştir. Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- söz konusu darlıktan zerre kadar şikâyetçi olmamış, ashâbına, çekilen sıkıntıların Allâh katındaki ecrini hatırlatarak sabır ve metânet tavsiyesinde bulunmuştur. Meselâ Allâh Resûlü, namaz esnâsında açlığın verdiği tâkatsızlık sebebiyle ayakta duramayarak düşüp bayılan Suffe ashâbını; “Allâh Teâlâ’nın, katında sizin için neler hazırlandığını bilseydiniz, daha fazla yoksul ve muhtaç olmayı isterdiniz.” (Tirmizî, Zühd, 39) sözleriyle teselli etmiştir.

Aşağıda nakledeceğimiz haber ise, Sevgili Peygamberimiz ve iki güzîde sahabîsinin çektikleri açlığın boyutlarını göstermesi bakımından oldukça mânidardır. Sevgili Peygamberimiz bir gece evinden dışarı çıkmıştı. Bir de baktı ki Ebûbekir ve Ömer de dışarıdalar. Onlara:

“– Bu saatte sizi evinizden dışarı çıkaran sebep nedir?” diye sordu. Onlar:

– Açlık, yâ Resûlallâh! dediler. Peygamberimiz:

“– Gücü ve kudretiyle canımı elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki sizi evinizden çıkaran sebep, beni de evimden çıkardı, haydi kalkınız!” buyurdu. İkisi de kalkıp Resûl-i Ekrem’le birlikte Ensâr’dan birinin evine geldiler. Fakat o zât evinde değildi. Hanımı Resûlullâh’ı görünce:

– Hoş geldiniz, buyurunuz, dedi. Efendimiz:

“– Falan nerede?” diye sordu. Kadın:

– Bize tatlı su getirmek için gitti, dedi. Tam o sırada ev sâhibi geldi, onlara şöyle bir baktıktan sonra:

– Allâh’a hamdolsun! Bugün, hiç kimse misafir yönünden benden daha bahtiyar değildir, dedi. Hemen gidip içinde koruğu, olgunu ve yaşı bulunan bir hurma salkımı getirdi:

– Buyurunuz, yiyiniz, dedi ve eline bir bıçak aldı. Resûlullâh Efendimiz:

“– Sağılan hayvanlara sakın dokunma!” dedi. Ev sâhibi onlar için bir koyun kesti. Onlar da koyunun etinden ve hurmadan yediler; tatlı sudan içtiler. Hepsi yemeğe doyup suya kanınca Fahr-i Cihân Efendimiz, Hz. Ebûbekir ve Ömer’e şöyle dedi:

“– Kudretiyle rûhumu elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki kıyamet gününde bu nimetlerden sorguya çekileceksiniz. Açlık sizi evinizden çıkardı, sonra evinize dönmeden şu nimetlere kavuştunuz.” (Müslim, Eşribe, 140)

Bu hadis-i şerîfte altı çizilmesi gereken önemli bir gerçek vardır: Peygamber Efendimiz’in ihtiyaç içinde olduğunu, kendisine son derece yakın olan Muhâcir ve Ensâr’ın cömert zenginleri dahî bilmemektedir. O, hâlini genellikle hiç kimseye söylemez ve kimseye yük olmak istemezdi. Burada da gördüğümüz gibi, kendisini belki yiyecek bir şey bulurum ümidiyle evinden dışarıya çıkaran açlık, en yakın dostları olan Hz. Ebûbekir ve Ömer’i de evlerinden çıkarmıştı. Fakat onlardan hiçbiri açlık hâllerini bir başkasına açarak serzenişte bulunmamışlar, yalnızca aynı sıkıntı sebebiyle tevâfuken bir araya gelmişlerdi. Zîrâ bütün sahâbe-i kirâm üsve-i hasene olan Efendimiz’in ahlâkı ile ahlâklanmışlardı. Onlar şahsî ihtiyaçlarını ve hâllerini başkalarından gizlemeyi tercih ederlerdi. Ancak çok zor durumda kaldıklarında maddî olarak daha iyi durumda olan bir kardeşlerinin kapısını çalmışlardı.

Habîb-i Ekrem Efendimiz’in yaşanılan açlığın ardından elde edilen nimetleri büyük bir lütuf olarak değerlendirmesi ve bunlardan mutlaka sorguya çekileceklerini belirtmesi, üzerinde durulması gereken bir başka önemli noktadır. Bu durum az ya da çok nimete sâhip bulunan mü’minler için mühim bir mesaj niteliğindedir.

Allâh Resûlü’nün evindeki temel gıdâ maddelerinin başında hurma, süt ve arpa ekmeği gelmektedir. Ancak hurma ve süt dâimâ bulunmazdı. Nitekim Peygamber Efendimiz’in hâne-i saâdetlerinde bir veya iki ay gibi uzun bir süre ateş yanmadığı olmuş, bu esnâda aile efrâdı umumiyetle hurma ve su ile idare etmişlerdir. (Buhârî, Hibe, 1) Yine Aişe vâlidemizden nakledildiğine göre Peygamberimiz’in âilesinin iki gün arka arkaya arpa ekmeğiyle, bir başka rivâyette de üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadığı ifâde edilmektedir. (Müslim, Zühd, 20-22)

Gerçi Efendimiz zamanında Hicaz bölgesinde hem arpa hem de buğday, elde edilmesi ve bulunması zor olan yiyecek maddelerindendi. Bununla birlikte her ikisine de sâhip olma imkânı en fazla olan, yine Peygamberimiz idi. Fakat Resûl-i Ekrem, hiçbir zaman içinde yaşadığı toplumun sâhip olmadığı imkânları elde etme ve onlardan farklı yaşama gibi bir temâyül içinde olmamıştır. İnsanlar açlık çekmişse, buna herkesten çok kendisi ve ailesi mâruz kalmıştır. Oysa Cenâb-ı Hak tarafından Resûlullâh’a, dilerse kendisi için Mekke vadisinin altına çevrilmesi teklif edilmişti. Ancak o, bunu kabul etmeyerek bir gün tok, bir gün aç kalmayı tercih etmiş ve; “Allâhım! Acıktığım zaman sana tazarrû ve niyâzda bulunurum, doyduğumda ise sana hamd ve sena ederim.” (Tirmizî, Zühd, 35) diyerek mucizevî ve imtiyazlı bir hayât tarzı istememiş, içtimâî kanunlar neyi gerektiriyorsa ona uygun bir yaşayışı Rabbi’nden niyaz etmiştir.

Bununla birlikte Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in hayât tarzının temelinde, yokluğa teslîm olmama ve yokluk karşısında bile aynen varlıklı insanlar gibi haysiyetini koruma gayreti bulunmaktadır. Yani onun sünnetinde, yokluk karşısında bir bakıma yıkılan, bunalan, ümitsizliğe kapılan isyankâr ve mutsuz insan tasviri değil, her şeye rağmen ayakta durabilen, metânetli, iyimser ve ümidini yitirmemiş mutlu insan misâli verilmiştir. Zîrâ îsâr, infâk, sabır, şükür, istiğnâ ve tevekkül gibi nebevî hasletler, bu maksada yöneliktir.

Hadis ve siyer kitaplarımızda bu hususta zikredilen rivâyetlerden Allâh Resûlü’nün yiyeceklerinin mütevâzi gıdâlar olduğunu, sahâbîlere kıyasla sofrasında daha seçkin yiyecekler bulundurmadığını ve özellikle yemek işini bir mesele edinmediğini öğrenmekteyiz. Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ-’nın nakline göre, bir gün o, bir miktar un eleyip Efendimiz için özel ekmek yapmak istemiş ancak Resûl-i Ekrem; “Şu eleyip ayırdığın kepeği tekrar una karıştır, sonra hamur yap!” (İbn-i Mâce, Et’ime, 44) buyurarak buna izin vermemiştir.

Câbir -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre, bir gün Resûlullâh Efendimiz, ailesine katık sormuş, ancak kendisine evde sirkeden başka bir şey bulunmadığı söylenince onu istemiş, ardından; “Sirke ne iyi katıktır! Sirke ne güzel katıktır!” diyerek yemeye başlamıştır. (Müslim, Eşribe, 166)

Bir defasında da Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir parça arpa ekmeği almış, üzerine bir hurma koymuş ve şöyle demiştir; “Bu hurma şu ekmeğe katıktır.” (Ebû Dâvûd, Et’ime, 41)

Hz. Âişe’nin anlattığına göre, Peygamber -aleyhisselâm- karpuzu taze hurma ile yemiş ve; “Bunun harâretini şunun serinliğiyle, şunun serinliğini de bunun harâretiyle kırıyoruz.” buyurmuştur. (Tirmizî, Et’ime, 36)

Ayrıca Peygamberimiz’in ekmek parçaları üzerine et suyu dökülerek yapılan tiridi (Ebû Dâvûd, Et’ime, 22) ve başta bal olmak üzere tatlı türü yiyecekleri çok sevdiği de kayıtlar arasındadır. (Tirmizî, Et’ime, 29) Ancak bunların çoğu zaman sofrasında bulunmadığı da ayrı bir gerçektir.

Resûlullâh Efendimiz’in aile fertlerini tamamen aç bırakması gibi bir durum da akla gelmemelidir. Efendimiz hicrî dördüncü yılda kendisine hibe edilen Nadîr oğulları hurmalığından elde ettiği mahsulü satar ve bu paradan ailesinin bir yıllık ihtiyacını ayırırdı. (Buhârî, Nafakât, 3) Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in ailesinin sağmal hayvanlarından bahseden Ümmü Seleme vâlidemiz ise; “Geçimimizin büyük bir kısmı develerden ve koyunlardandı.” demiştir. (İbn-i Sa’d, I, 496)

Ne var ki Sevgili Peygamberimiz’in aile fertleri dışında dullar, muhtaçlar ve Mescid-i Nebevî’nin suffasında kalan ilim ve ibâdetle meşgul, yersiz yurtsuz fakir kimseler de onun desteğiyle hayâtlarını idâme ettirmekteydi. O, bir devlet başkanı sorumluluğu ile bunların nafakasını, kendi aile fertlerininki gibi düşünmekteydi. Nitekim Ebû Hureyre’ye Efendimiz’in nasıl açlık çektiği sorulduğunda, şu açıklamada bulunmuştur:

“Bu durum onun etrafını saran kimselerin ve misafirlerinin çokluğundan kaynaklanıyordu. Zîrâ Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- berâberinde bir kısım ashâbı ve mescitteki ihtiyaç sâhipleri olmadan asla yemek yemezdi. Allâh Teâlâ Hayber’in fethini müyesser kıldı da insanlar biraz rahata kavuştu. Fakat yine de halk arasında geçim sıkıntısı sürüyordu.” (İbn-i Sa’d, I, 409)

Ashâb-ı Suffe Müslümanların dâimî konuklarıydı. Onların ne sığınacak aileleri ne de malları vardı. Peygamber Efendimiz’e bir sadaka geldiğinde onlara gönderir, kendisi hiçbir şey almazdı. Şâyet gelen hediye ise ondan bir parça alır, kalanını Suffe ehline gönderirdi. (Buhârî, Rikâk, 17) Dolayısıyla Resûlullâh’ın sofrasında uzun müddet su ve hurmadan başka bir yiyeceğin bulunmayışı ve onun çoğu zaman açlık çekmesinin sebebi, elinde bulundurduklarını hiçbir rızık endişesi taşımadan ihtiyaç sâhipleriyle paylaşmasıdır. Yâni Resûl-i Ekrem Efendimiz’in hayât boyu geçim sıkıntısı içerisinde yaşaması, yukarıda dikkat çekildiği gibi genel olarak yokluktan değil, muhtaçların çokluğundan kaynaklanmaktaydı. Böylece Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“Komşusu aç iken, karnını doyuran kimse gerçek mümin değildir.” (Hâkim, II, 15) sözlü beyanlarını fiilî olarak da uygulamıştır.

Öte yandan Resûlullâh’tan sonra fetihlerle gelen imkânları gören pek çok sahabî, helâl de olsa dünyâ nimetlerinden faydalanma husûsunda ciddi bir endişe taşımışlardır. Bu çerçevede daha önce yaşanılan yokluğu, zaman zaman dile getirmişlerdir. Nitekim oruçlu olduğu bir gün Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- için zengin bir sofra hazırlanmış ancak o, yemeklere bakıp şöyle demişti:

“Mus’ab bin Umeyr Uhud savaşında şehid edildi. O, benden daha faziletli idi. Ama kefen olarak bir hırkadan başka bir şeyi yoktu. Onunla da başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açık kalıyordu. Sonra dünyâlık olarak bize her şey verildi. Doğrusu iyiliklerimizin karşılığının dünyâda verilmiş olmasından korkuyorum.” Daha sonra Abdurrahman bin Avf ağlamaya başladı ve yemeği bırakıp sofradan kalktı. (Buhârî, Cenâiz, 27)

Hz. Ömer, elinde bir et parçası bulunan Câbir -radıyallâhu anh- ile karşılaştığında:

– O nedir? diye sormuş, Câbir de:

– Canım çektiği için satın aldığım bir et parçasıdır, demişti. Bunun üzerine Hz. Ömer:

– Canın çektiği her şeyi satın alır mısın? Yoksa sen, “Siz dünyâ hayâtınızda bütün güzel şeylerinizi harcayıp tükettiniz.” (el-Ahkâf 46/20) âyetinde bahsedilen kimselerden olmaktan korkmuyor musun? diye uyarıcı bir mukâbelede bulundu. (İbn-i Hanbel, Zühd, s. 124)

Netice itibariyle, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve ona tâbi olan ashâbın, gerek yokluk gerekse varlık anlarında uzun süreli açlık çekmeleri ve azla yetinmeleri, zühd anlayışlarının dikkat çeken bir yönüdür.



[1] Hacı Bayram-ı Velî’nin, Peygamber Efendimiz’in bu sünnetine uyarak zaman zaman açlıktan karnına taş bağladığı rivâyet edilmektedir. Söz konusu taş, bugün Ankara Etnoğrafya Müzesi’nde “Kara Taş” ismiyle sergilenmektedir. [1] O dönemde insanlar açlıklarını bastırmak için karınlarına taş bağlarken, ne acıdır ki günümüz insanı, tıka basa yemek ve sürekli tok dolaşmak sûretiyle midesini taş gibi taşımaktadır.

 

[2] Bu tür rivâyetlerden anlaşıldığına göre, muhtemelen acıkınca karna taş bağlamak, o günkü Araplar arasında yaygın bir âdetti. Açlık anında kişinin karnına taş bağlamasının faydası ise, açlığın verdiği ızdırâbı hafifleterek hareket edebilme kolaylığı sağlamaktır. (İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, XI, 274-275)

Bookmark the permalink.

Comments are closed