“Gerçekten kâmil mânâda kılınan namaz, fahşâdan ve münkerden men eder.”
el-Ankebût 29/45
1. Abdesti
Peygamber -aleyhisselâm-, ibâdet hayâtını temizlik üzerine binâ etmiştir. İnsanın rûhen temizlenmesinde, iyiliklere yönelmesinde ve nefsin ihsân mertebesine ulaşabilmesinde, maddî temizliğin de büyük bir tesiri vardır. Bu mânâda Cenâb-ı Hak:
“Allâh temizlenenleri sever.” buyurmaktadır. (el-Bakara 2/222) Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- de:
“Temizlik îmânın yarısıdır.” (Müslim, Tahâret, 1) hadîsi ile bu hakîkati ifâde etmiştir.
Allâh Teâlâ, huzûr-ı âlîsine çıkacak olan mü’min kullarının, abdest alarak maddî ve mânevî kirlerden arınmış olmalarını istemektedir. Bu sebeple namaz ve tavaf gibi ibâdetlerden önce abdest almayı kullarına farz kılmıştır. İslâm âlimleri faziletine ve ehemmiyetine binâen, abdesti başlı başına bir tâat olarak görmüşlerdir. Abdestin fazîletini beyân eden bir rivâyet şöyledir: Ukbe bin Âmir -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Develerimizi sırayla güdüyorduk. Bir gün nöbet bendeydi. Akşam olunca develeri yerlerine getirip işimi bitirdim ve Rasûlullah (s.a.v)’in yanına geldim, ayakta insanlara konuşma yapıyordu. Şu sözlerine yetiştim:
“Güzelce abdest alıp, sonra iki rekât namaz kılan ve namaza bütün rûhu ve benliği ile yönelen bir müslümana cennet vâcib olur!”
Bunları işitince, “Bu ne güzel!” dedim. Önümde duran birisi, “Az evvel söyledikleri daha güzeldi!” dedi. Baktım Hz. Ömer imiş. Sözlerine şöyle devam etti: “Seni gördün, daha yeni geldin. Az önce Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştu:
«Sizden kim güzelce abdest alır, sonra da: “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûluh” derse kendisine cennetin sekiz kapısı da açılır. Hangisinden isterse oradan cennete girer.»” (Müslim, Tahâret, 17)
Abdestin fazîletini anlatan diğer bir hâdiseyi de Ebû Hureyre -radıyallâhu anh- nakletmektedir. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- birgün kabristana geldiler ve:
– Allâh’ın selâmı üzerinize olsun ey mü’minler diyârının sakinleri. İnşaallâh birgün biz de sizin yanınıza geleceğiz. Kardeşlerimizi görmeyi ne kadar da çok arzuladım. Onları ne kadar da özledim!” buyurdular. Ashâb-ı kirâm:
– Biz senin kardeşlerin değil miyiz yâ Resûlallâh! dediler. Efendimiz:
“– Siz benim ashâbımsınız. Kardeşlerimiz ise henüz dünyâya gelmeyenlerdir.” buyurdu. Ashâb-ı kirâm -radıyallâhu anhüm ecmaîn-:
– Ümmetinizden henüz dünyâya gelmeyen kimseleri nasıl tanırsınız ey Allâh’ın Resûlü, dediklerinde:
“– Düşünün ki bir adamın ayakları ve yüzü beyaz olan bir atı var. O kimse bu atını, hepsi simsiyah olan bir at sürüsü içerisinde tanıyıp bulamaz mı?” diye sordu. Ashâb-ı kirâm:
– Evet, bulur ya Resûlallâh! dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz:
“– İşte onlar da abdest âzâları bembeyaz olduğu halde gelecekler. Ben önceden gidip havuzumun başında ikram etmek için onları bekleyeceğim…” buyurdu. (Müslim, Tahâret, 39)
Müslüman’ın fârik vasfı temizlik olduğu için, kıyâmet gününde de abdest âzâları nûrlu olarak parlayacak ve Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in ümmeti oldukları bu husûsiyetlerinden belli olacaktır. Bunu bilen mü’minler, abdesti en güzel şekilde almaya ve suyu mümkün olduğu kadar fazla yere ulaştırmaya çalışmışlardır. Tâbiînden Ebû Hâzim, Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-’ı abdest alırken görmüş, kollarını koltuğunun altına kadar yıkıyormuş. Bunun üzerine:
– Ey Ebû Hureyre bu nasıl abdest? diye sormuş. Ebû Hureyre:
– Ey Benî Ferrûh! Siz burada mıydınız? Burada olduğunuzu bilseydim böyle abdest almazdım, dedikten sonra şöyle devam etmiştir:
– Ben, dostum Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i şöyle buyururken işittim; “Kıyâmet gününde mü’minin nûru, abdest suyunun ulaştığı yere kadar varır.” (Müslim, Tahâret, 40)
Abdest, sâdece ibâdet için alınmamalıdır. İslâm, ibâdet hâricindeki zamanlarda da, devamlı olarak abdestli bulunmaya teşvik etmiştir. Ancak buna müdâvim olabilmek ve her ânı temiz bir şekilde yaşayabilmek, her insanın yapabileceği bir iş değildir. Bunu, ancak abdestli bulunmanın faydalarını ve önemini bilen kimseler başarabilir. İşte bu yüzden devamlı temiz bulunmak, îmânın bir alâmeti kılınmış ve hadîs-i şerîfte; “Abdeste, ancak mü’min kimse müdâvim olur.” buyrulmuştur. (İbn-i Mâce, Tahâret, 4; Muvatta’, Tahâret, 36)
Nitekim bu konuda Sevgili Peygamberimiz’in hayâtında çok canlı misaller vardır. Ebû Cuheym -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre Allâh Resûlü, Cemel kuyusu tarafından gelirken bir kişiye rastlamıştı. Adam ona selam verdi ancak Efendimiz selâmını almadı. Hemen bir duvarın yanına varıp yüzünü ve ellerini meshederek teyemmüm etti, ondan sonra selâmını aldı. (Buhârî, Teyemmüm, 3)
İbn-i Abbas -radıyallâhu anh- şöyle anlatır; “Resûl-i Ekrem Efendimiz dışarı çıkar, tuvaletini yapar, sonra da toprakla teyemmüm ederdi. Ona:
– Ey Allâh’ın Resûlü suyun yakınındasınız! (Niçin böyle yapıyorsunuz?) dedim. Efendimiz şöyle cevap verdi:
«– Ne bileyim, belki ona ulaşamadan (rûhumu teslîm ederim.)»” (İbn-i Hanbel, I, 288, 303; Heysemî, I, 263)
Yine Fahr-i Kâinât Efendimiz, gusül abdesti alması gereken durumlarda, gusledinceye kadar abdestsiz durmamak için, ellerini duvara vurup teyemmüm ederdi. (Heysemî, I, 264)
Allâh Resûlü’nün bu tatbikâtı ve teşvikleri neticesinde çoğu mü’minler, abdestleri bozulduğunda hemen yenisini almayı veya abdestleri olduğu halde, üzerinden biraz zaman geçtiğinde, onu tâzelemeyi âdet hâline getirmişlerdir. Nitekim şanlı ecdâdımızın mübârek sîmâlarından II. Abdulhamîd Hân’ın, yastığının altında bir tuğla bulundurduğunu, uykudan kalktığında, abdesthâneye gidinceye kadar bile abdestsiz yürümemek için teyemmüm ettiğini, kızı anlatmıştır.
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, buna teşvik için, abdesti olduğu hâlde, tâzelemek niyetiyle tekrar alan mü’minleri müjdeleyerek; “Kim abdestli olduğu halde abdest tâzelerse, Allâh Teâlâ bu sebeple kendisine on (misli) sevab yazar.” buyurmuştur. (Tirmizî, Tahâret, 44)
Abdestin fazîleti ile alâkalı bir çok hadîs-i şerîf mevcuttur. Bunların hepsini zikretmek mümkün olmadığından, abdesti, hikmet ve fazîleti ile birlikte anlatan son bir hadîs-i şerîfe daha yer verelim:
“Sizden kim abdest suyunu hazırlar, mazmaza ve istinşakta bulunur (ağzına ve burnuna su çeker) ve bunları temizlerse, mutlaka yüzünden, ağzından, burnundan hataları dökülür. Sonra, Allâh’ın emrettiği şekilde yüzünü yıkarsa, yüzü ile işlediği günâhlar, sakalının uçlarından su ile birlikte dökülür. Sonra dirseklere kadar kollarını yıkayınca, ellerinin günâhları su ile birlikte parmaklarından dökülür gider. Ardından başını meshedince, başının günâhları saçlarının ucundan su ile birlikte akar gider. Sonra topuklarına kadar ayaklarını yıkayınca, ayaklarının günâhları, parmak uçlarından su ile birlikte akar gider. Daha sonra kalkıp namaz kılar, Allâh’a hamd ü senâda bulunur, O’na lâyık-ı vechile ta’zîmini gösterir ve kalbinden Allâh’tan başkasını(n korku ve muhabbetini) çıkarırsa, annesinden doğduğu günkü gibi bütün günâhlarından arınır.” (Müslim, Müsâfirîn, 294)
Bu hadîs-i şerîfte, kulakları ve boynu meshetmek geçmemektedir. Ancak fıkıh kitaplarımızda bâzı delillere istinâden, başı meshettikten sonra içten ve dıştan kulakların, daha sonra da üçer parmağın arkası ile boynun meshedilmesi sünnettir, denilmektedir.
İnsan, Allâh’a tam olarak teveccüh etmedikçe, nefsinin tezkiyesi ve kalbinin tasfiyesi için bütün gayretiyle çalışmadıkça, hakîkî temizlik tahakkuk etmez. Bundan dolayı abdest için bir kısım duâ ve zikirler tavsiye edilmiş ve nefsin derinliklerinde tesirini gösteren dahilî temizliğin tahakkuku da bunların okunmasına bağlanmıştır. Bu sebeple abdest alırken zâhire dikkat edip temizliği güzel yapmakla birlikte, her bir âzâyı yıkarken, belirtilen duâları okuyarak mânen de temizlenmeye niyet etmek gerekmektedir. Huzûrlu bir abdest, ancak bu duâ ve zikirlerin okunması ile alınabilir.
Resûlullâh Efendimiz’in ehemmiyetle üzerinde durduğu diğer bir nokta da, misvak kullanmaktır. Sevgili Peygamberimiz, sâir vakitlerde de sıkça kullanmakla birlikte, hâssaten abdest alırken misvak kullanmaya daha çok önem vermiş ve buna ısrarla teşvik etmiştir. “Eğer ümmetime zor gelmeyeceğini bilseydim, her namaz (hazırlığın)da misvak kullanmalarını emrederdim.” buyurmuştur. (Buhârî, Cum’a, 8) Peygamber Efendimiz diğer bir hadislerinde de; “Misvak ağız için temizlik vâsıtası ve Rabbin rızâsını kazanmak için de bir vesîledir.” (Nesâî, Tahâret, 5) buyurarak, misvağa bu kadar ehemmiyet atfetmesinin hikmetini beyân etmiştir.
2. Namazı
Namaz, Allâh’a kulluğun en kâmil ve en güzel ifâdesidir. İbâdetlerin en mühimi ve insanlığa faydası en çok olanıdır. İşte bu yüzden Allâh Teâlâ, onun fazîletini tekrar tekrar beyân buyurmuş ve onu dinin en büyük nişânesi kılmıştır. Peygamber Efendimiz de ilâhî vahyin ışığında sözleri ve davranışlarıyla namazların vakitlerini, şartlarını, rükünlerini, âdâbını, ruhsatlarını ve nâfilelerini en ince teferruatına kadar ortaya koymuştur.
Namaz, kulluğun şu üç esâsını ihtivâ eder:
– Allâh Teâlâ’nın celâl ve azametini tefekkür ederek kalbin huşû ile dolması,
– Dilin bu azameti ve huşûyu en açık kelimelerle ifâde etmesi,
– Âzâların kalpteki huşûya uygun düşecek hareketlerde bulunması; kıyam ile huzûr-ı ilâhîde ta’zîmle durması, rükûya varıp secdeye kapanması. Bu ibâdette başta kalb ve dil olmak üzere tüm âzâlar, bir âhenk içerisinde Allâh’a saygı ve teslîmiyetlerini arzederler. Şâir bunu şu şekilde dile getirir:
أَفَادَتْكُمُ النَعْمَاءَ مِنِّي ثَلاَثَةٌ يَدِي وَلِسَانِي وَالضَّمِيرُ الْمُحَجَّبَا
Üç şey vardır ki bana olan nimetleri size sayar döker:
Elim, dilim ve gizli bulunan kalbim…
Allâh Teâlâ’ya saygının ve kulluğun şâhikası olan namazı, en kâmil mânâsıyla yine O’nun Habîb-i Ekrem’i edâ etmiştir. Ashâbına ve ümmetine de; “Namazınızı benim kıldığım gibi kılın.” buyurarak (Buhârî, Ezân, 18) kendisine ittibâ etmelerini emretmiştir. Bu sebeple her şeyden önce Resûlullâh Efendimiz’in namaza ne kadar önem verdiğini ve onu nasıl kıldığını öğrenmek gerekmektedir.
Sevgili Peygamberimiz’in bir namazı şöyle idi:
Peygamber Efendimiz namaz kılacağı zaman kıbleye döner, ayakta ellerini kulaklarının yumuşağına kadar kaldırıp, “Allâhu ekber” diyerek tekbir alırdı. Sağ elini sol elinin üzerine koyarak göbeğinin altından bağlar ve “Sübhâneke” duâsını okurdu. Sonra besmele çekerek Fâtiha sûresini okur, sonunda yavaşça “âmîn” der, Müslümanlara, “Siz de «âmîn» deyiniz!” buyururdu.
Peygamber -aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm-, zamm-ı sûreden sonra, “Allâhu ekber” diyerek tekbir alır, belini kamburlaştırmaksızın eğerek rükûya varır, elleriyle diz kapaklarını tutar, üç defâ “Sübhâne Rabbiye’l-Azîm” derdi. “Semiallâhü limen hamideh” diyerek doğrulduğunda “Rabbenâ ve leke’l-hamd” der, “Allâhu ekber” diyerek secdeye giderdi. Secdeye gittiği zaman kollarını ne yere yayar ne de yanlarına yapıştırırdı. Ayaklarını diker ve parmakları da kıble istikâmetine bakardı. Alnı, burnu, elleri, dizleri ve ayak uçları yerde olmak üzere secde ederdi. Secdede üç defâ “Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ” derdi.
“Allâhu ekber” diyerek secdeden başını kaldırır, tekrar “Allâhu ekber” diyerek ikinci secdeye gider, üç defâ “Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ” dedikten sonra “Allâhu ekber” diyerek ikinci rekâta kalkardı. O rekâtı da aynı şekilde kıldıktan sonra, sağ ayağını dikip sol ayağını bükerek üzerine oturur, ellerini dizleri üzerine koyar, Tahiyyât, Salli ve Bârik duâlarını okur, bunun arkasından da mü’minlere istedikleri duâyı okuyabileceklerini söylerdi. Başını evvelâ sağ, sonra da sol tarafına çevirip “es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâh!” diyerek selâm verirdi. Daha sonra, bugün câmilerde müezzin efendilerin okudukları duâları okurdu.
Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in rükûu, secdeleri, iki secde arasındaki oturuşu ve rükûdan kalktığındaki duruşu, hemen hemen müsâvî idi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz sabah namazında Fâtiha’dan sonra daha ziyâde Tekvîr, Kâf, Vâkıâ veya Yâsîn sûrelerini okurdu. Cuma günü sabah namazında ise Secde ile İnsân sûrelerini okurdu. Sabah namazının birinci rekâtında uzun, ikinci rekâtında ise kısa okurdu. Öğle ve ikindi namazlarında Leyl, Bürûc, Târık, Asr gibi sûreler okurdu. Akşam namazında ise, Tûr ve Mürselât sûrelerini okuduğu olurdu. Hattâ kıldırdıkları son akşam namazında Mürselât’ı okumuşlardı.
Abdullâh bin Abbâs birgün akşam namazında Mürselât sûresini okuyunca, annesi Ümmü’l-Fadl; “Yavrucuğum! Vallâhi bu sûreyi okumakla kalbimdeki Resûlullâh hasretini körükledin. Zîrâ bu, en son kıldırdığı akşam namazında Resûlullâh’tan işittiğim sûredir.” demiştir. (Buhârî, Ezân, 98)
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, akşam namazının birinci rekâtında Kâfirûn, ikincisinde İhlâs sûrelerini okuduğu da olurdu. Yatsı namazında ise, Duhâ, Tîn, Münâfikûn, A’lâ, Leyl, Alâk ve benzeri sûreleri okurdu. Bir defâ yatsı namazında İnşikâk sûresini okuyup secde âyetine gelince secde etmişti.
Vitir namazının birinci rekâtında a’lâ, ikincisinde Kâfirûn ve üçüncüsünde İhlâs sûrelerini okurdu. Selâm verince de üç kere “Sübhâne’l-Meliki’l-Kuddûs” der ve üçüncüsünde sesini yükseltip uzatırdı. (M. Asım Köksal, VIII, 93-97)
a. Namaza Verdiği Ehemmiyet
Peygamber Efendimiz, “gözümün nûru” diye tavsîf ettiği namazı, hayâtının esâsı kılmıştır. Farz namazlar dışında, fırsat buldukça nâfile namaz kılar; herhangi bir sebeble sevinmiş olsa, şükür için hemen namaza yönelir, bir şey kendisini üzecek olsa yine hemen namaza koşardı. (Ebû Dâvûd, Tatavvu, 22; Cihâd, 162) Namazdan hiçbir zaman tâviz vermemiştir. Yeni Müslüman olanlardan namaz husûsunda isteksiz görünenlere müsâade etmemiş ve namazsız bir dinin olamayacağını ifâde etmiştir. Bu husûsta şu rivâyet ne kadar câlib-i dikkattir:
Sakif hey’eti Allâh Resûlü’ne, kendilerinden öşür alınmamasını, cihâda çağrılmamalarını ve namazın onlara farz kılınmamasını şart koşmuşlardı. Buna karşılık Allâh Resûlü şöyle buyurdu:
“Sizden öşür alınmasın, cihâda da çağrılmayın. Ama rükûsuz (namazsız) bir dinde hayır yoktur.” (Ebû Dâvûd, Harâc, 25-26)
Allâh Teâlâ, kullarına mirâc olarak hediye ettiği namaza o kadar ehemmiyet atfetmektedir ki savaşlarda dahî askerlerin cemâatle namaz kılmalarını emretmiş ve nasıl kılacaklarını bizzat kendisi tâlim etmiştir. Ebû Hureyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır:
“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir sefer esnâsında, Dacnân ile Usfan arasında konaklamıştı. Müşrikler:
– Onların bir namazları vardır ki onlar için babalarından ve evlatlarından daha kıymetlidir. Bu namaz ikindi namazıdır. Hazırlığınızı yapın, üzerlerine toptan hücûm edin! dediler. Buna binâen Cebrâîl -aleyhisselâm-, Resûlullâh’a gelerek savaş esnâsında namazın nasıl kılınacağını târif etti:
«(Ey Resûlüm! Savaşta) mü’minler arasında bulunup onlara namaz kıldırırken, yalnızca bir bölümünün silahlarını kuşanmış olarak seninle namaza durmalarına izin ver. Namazlarını bitirdikten sonra onlar, namazlarını edâ etmemiş olan diğer grubun, her türlü tehlikeye karşı hazır vaziyette ve silahlarını kuşanmış olarak gelip, seninle namaza durmaları sırasında size koruyuculuk yapsınlar. (Çünkü) inkârcı düşmanlarınız, âni bir baskınla üzerinize saldırabilmek için silahlarınızı ve techîzâtınızı unutup bırakmanızı isterler. Fakat yağmurdan dolayı sıkıntıya düşerseniz, yahut hasta iseniz (namaz kılarken) silahlarınızı bırakmanızda bir mahzur yoktur. Lâkin tehlikeye karşı da (dâimâ) hazırlıklı olun. Allâh şüphesiz hakîkati inkâr edenler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.»”[1] (en-Nisâ 4/102; Tirmizî, Tefsîr, 4/21; Hâkim, III, 32/4323)
Yani şartlar ne olursa olsun, Müslümanlar için namazı ertelemek, hatta cemâatle kılınmasını dahî terk etmek söz konusu değildir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, mü’minin iktidâra, güce kudrete ulaştığı zamanda bile namazla buluşacağını açıklamaktadır:
“Mü’minlere yeryüzünde bir iktidâr verdiğimizde, onlar namazı dosdoğru kılarlar, zekâtlarını verirler, iyiliği emrederler ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin âkıbeti de, sâdece Allâh’a âittir.” (el-Hacc 22/41)
Böylece Cenâb-ı Hak, bize, cihad ve devletin bir vâsıta, namazın ise kulluğun en yüksek gâyesi olduğunu bildirmektedir. Bu kutsî gâye için bir mü’min, her türlü zorluğu göze almalıdır. Ebû’d-Derdâ -radıyallâhu anh- anlatıyor; Dostum -aleyhisselâm- bana şu vasiyette bulundu: “Param parça edilsen, ateşlerde yakılsan bile, sakın hiçbir şeyi Allâh’a ortak koşma! Hiçbir namazını da terketme; kim namazı bile bile terk ederse o kişi Allâh Teâlâ’nın himâyesinden, hıfz u emânından uzak kalır…” (İbn-i Mâce, Fiten, 23)
Resûl-i Ekrem Efendimiz savaş esnâsında, farz olan namazı kıldırmakla iktifâ etmez, geceleri sabahlara kadar huzûr-ı ilâhîde niyâz hâlinde bulunurdu. Nitekim Ali -kerremallâhu vecheh- Bedir Gazvesi’ni anlatırken şöyle demektedir:
“Bedir günü aramızda Mikdâd’dan başka süvâri yoktu. İyi biliyorum, o zaman Allâh Resûlü hâriç hepimiz uyumuştuk. Resûl-i Ekrem Efendimiz ise sabaha kadar bir ağaç altında namaz kılıp ağlamıştı.” (İbn-i Huzeyme, II, 52)
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in Allâh Teâlâ’ya olan muhabbeti ve bağlılığı o noktaya çıkmıştı ki, dünyâda rahat ve huzûru ancak Yüce Rabbine ibâdet etmekte bulurdu. Dünyâ meşgaleleri arasında daraldığı zaman; “Ey Bilâl! Bizi rahatlat.” buyurarak ezâna ve namaza koşmuş, namaz vakti girdiğinde her şeyi bir tarafa bırakarak Rabbine yönelmiştir.9 Hayâtı boyunca namazlarını dâima ilk vaktinde kılmıştır. Nitekim o, nerede olursa olsun, vakti girdiği anda hemen namaz kılmaktan çok hoşlanırdı. (Buhârî, Salât, 48)[2] Zîrâ Cenâb-ı Hak, namaza ağır davranmayı ve vaktini geciktirmeyi münâfıkların vasıfları arasında zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
“…Şüphesiz ki münâfıklar namaza kalktıkları zaman, tembel davranırlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allâh’ı da pek az zikrederler.” (en-Nisâ 4/142)
“Vay o namaz kılanların hâline ki onlar namazlarından gâflettedirler.” (el-Mâûn 107/4-5)
Elmalılı, bu âyetin tefsîrinde şöyle demektedir:
“- Onlar namazın ehemmiyetinden gaflet edip, onu gereği gibi ciddî bir vazîfe olarak yapmazlar,
– Kılınıp kılınmadığına aldırmazlar,
– Vaktine dikkat etmezler, vaktin geçip geçmediğine aldırmayıp tehir ederler,
– Namazın terkinden müteessir olmazlar,
– Kıldıkları vakit de, Allâh için hâlis niyetle kılmayıp dünyevî birtakım maksatlar için kılarlar,
– Açıkta insanlar yanında kıldıkları halde, gizlide kılmazlar; kıldıklarında da Hakk’ın huzûrunda imiş gibi bir huşu ve ta’zim içinde değil, «İki yatış bir kınteş bakış»tan ibâret bir gösterişle kılarlar.” (Hak Dîni Kur’ân Dili, IX, 6168) Kılana “Vay!” diyen Yüce Rabbimiz, acaba kılmayana ne der!
Bu sebeple Allâh Resûlü, namazı ilerleyen vakitlere bırakmayı hoş görmez:
“Namazın ilk vaktinde Allâh’ın rızâsı, son vaktinde de affı vardır.” buyururdu. (Tirmizî, Salât, 13) Yâni Cenâb-ı Hak, namazlarını ilk vaktinde kılan kullarından râzı olurken, ihmâl edip son vakitlere bırakma hatâsını işleyenleri de merhameti ile affeder.
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, son hastalığının en şiddetli ânlarında dahî, namazını geçirmemiştir. Bu hastalığı o kadar çok şiddetlenmişti ki kuvvet ve tâkatten kesilmişti. Buna rağmen, öğle ve ikindi vakitlerinde iki kişinin yardımıyla odasından çıkarak mescide kadar geldi ve namazını cemâatle kıldı. Ölüm acıları içinde kıvranmasına rağmen, ümmetinin en çok istifâde edeceği husûsları hatırlatmaktan geri durmadı ve son sözleri; “Namaz! Namaz! Mâlik olduğunuz (köleler, kadınlar ve çocuklar) hakkında Allâh’tan korkun!” oldu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124/5156)
Enes (r.a) şöyle anlatır:
Vefatı esnâsında Peygamber Efendimiz’in yanındaydık. Bize üç defâ:
“–Namaz hususunda Allah’tan korkunuz!” buyurdu ve sözlerine şöyle devam etti:
“–Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkunuz, iki zayıf hakkında Allah’tan korkunuz: Onlar dul kadın ve yetim çocuktur. Namaz hususunda Allah’tan korkunuz!..”
Rasûlullah (s.a.v) daha sonra, “Namaz, namaz…” diye tekrar etmeye başladı. (Mübârek lisanı söyleyemez olunca bile) rûh-i pâki Refîk-i A’lâya yükselinceye kadar bunu içten içe tekrar edip durdu. (Beyhakî, Şuab, VII, 477. Ayrıca bkz. Ahmed, VI, 290, 315; İbn-i Mâce, Vasâyâ, 1)
Hayâtını, İslâm’ı en güzel şekilde tebliğ etmeye ve ashâbını ilâhî bir terbiye ile yetiştirmeye adamış olan Habîb-i Ekrem Efendimiz, huzûr kaynağı namazın, herkes tarafından en güzel bir şekilde kılınmasını isterdi. Mu’te gazâsına gitmek üzere hazırlanan Abdullâh bin Revâha, gül yüzüne hasret kalacağı Efendisi’nin yanına gelip vedâlaştıktan sonra:
– Yâ Resûlallâh! Bana ezberleyeceğim ve aklımdan hiç çıkarmayacağım bir şey tavsiye buyur, demişti. Peygamber Efendimiz ona:
“– Sen yarın Allâh’a pek az secde edilen bir ülkeye varacaksın. Orada secdeleri ve namazları çoğalt.” buyurdu. (Vâkıdî, II, 758)
Sevgili Peygamberimiz, mü’minlerin küçük yaşlardan itibâren namaza alıştırılmaları üzerinde hassâsiyet gösterirdi. Çocuk yedi yaşına girdiğinde ona namaz kıldırılmasını, on yaşına gelindiğinde ise namaz üzerinde daha büyük bir ciddiyetle durulmasını isterdi. Çünkü Allâh -zü’l-celâl- hazretleri şöyle emretmişti:
“Âilene namaz kılmalarını emret, kendin de ona sabırla devam et! Biz senden bir rızık istemiyoruz. Bilakis seni rızıklandıran da Biziz! (Hayırlı) âkibet, takvâ sâhiplerinindir.” (Tâhâ 20/132)
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bu hassâsiyetini iyi kavrayan Müslümanlar, tarih boyunca namaza ayrı bir değer vermişlerdir. Kendilerini Peygamber Efendimiz’in izinden gitmeye memûr addeden Osmanlı sultânlarından VI. Mehmed Reşâd, saraydaki hânedan çocuklarını yetiştirmek üzere “muallime-i selâtîn” (sultan hocası) tayin ettiği Safiye Hanım’a, ilk olarak şunu emretmiştir:
“Namaz kılmayanlara, oruç tutmayanlara yedirdiğim tuz ve ekmeği harâm ediyorum. Bu irâdem hoca hanım tarafından, talebe şehzâde ve hanım sultanlara söylensin.” (Safiye Ünüvar, Saray Hatıralarım, s. 21)
Ne büyük bir hassâsiyet, ne derin bir anlayış…
b. Namazındaki Huşû ve Huzûr
Namaza bu kadar ehemmiyet veren Resûl-i Ekrem Efendimiz, onu kılarken derin bir aşk, vecd ve istiğrak hâlinde olurdu. Rabbi’nin huzûrunda olduğunun şuurunda ve bunun gerektirdiği tâzim ve haşyet duyguları içinde namaz kılardı. Bir kimse çok sevdiği insanlarla buluştuğunda nasıl sevinir ve mutluluk duyarsa Allâh Resûlü de namaza duracağı ve Allâh’ın huzûruna çıkacağı zaman, bu sevinçten yüzlerce kat fazlasıyla sevinç ve coşkunluk duyardı. Osman Şems Efendi ihsân mertebesine çıkabilmek için ibâdetleri bu aşk ve muhabbetle yapmak gerektiğini şöyle terennüm eder:
Aşk olmaz ise zikr ü ibâdette muhakkak
Vâsıl-şüde-i rütbe-i ihsân olamazsın.
Sevgili Peygamberimiz, namazda Rabbine karşı huşû ve tevâzûun zirvesine çıkar ve O’na yalvarıp yakarmaktan ayrı bir kulluk zevki alırdı.
Namazın en mühim husûslarından biri olduğunda hiç şüphe bulunmayan huşû, kalbin Allâh korkusuyla dolu, uzuvların da sâkin ve mutmain olmasıdır. Namaz için bütün himmeti toplamak, Allâh’tan başkasından yüz çevirmek, gözü namaz kılınan yerden ayırmamak, oraya buraya dönmemek ve lüzumsuz işlerden uzak durmaktır.
Abdullâh bin Şıhhîr -radıyallâhu anh-, Efendimiz’in huşûunu şöyle anlatmaktadır:
“Bir keresinde Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitmiştim. Namaz kılıyor ve ağlamaktan dolayı göğsünden, kaynayan kazan sesi gibi sesler geliyordu.” (Ebû Dâvûd, Salât, 158)
İnsanın vücûdu, dili ve kalbiyle huşû içinde kıldığı ve kendisini bütünüyle Allâh’a verdiği namaz, muhabbetullâha nâil olmak ve O’nun sonsuz rahmetini harekete geçirmek için mühim bir sebeptir. Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, namazın büyük bir huşû ve saygı içerisinde, yalvarıp yakararak kılınması gerektiğini şöyle ifâde etmişlerdi:
“Namaz ikişer ikişer kılınır. Her iki rekâtta bir teşehhüd vardır. Namaz, huşû duymak, tevâzû ve tezellül ızhâr etmektir. (Bitirince de) ellerini, içleri yüzüne dönük olarak Yüce Rabbine kaldırırsın ve Yâ Rabbî! Yâ Rabbî! Yâ Rabbî! diye yalvarırsın. Kim bunu yapmazsa namazı eksiktir.” (Tirmizî, Salât, 166) Yani namaz, kulun Yaratanı karşısında acziyet ve za’fiyetini idrak ederek, muhtaçlığını arzetmesi ve gönülden gelen feryatlarla tazarrû ve niyazda bulunmasıdır.
Peygamber Efendimiz bir cemâate namaz kıldırdığı vakit, arkasında yaşlıların, hastaların, iş güç sâhiplerinin bulunacağını düşünerek namazı gereğinden fazla uzatmazdı. Hatta gerilerden bir çocuk ağlaması duyduğunda, cemâatin içinde o çocuğun annesi bulunabileceğini hesap ederek namazı çabucak bitirirdi. Fakat geceleyin teheccüd namazı kılarken, başkalarının durumunu dikkate alma mecburiyeti olmadığı için dilediği kadar uzun kılardı. Zira Efendimiz, kıyâmı uzun olan namazların daha faziletli olduğunu söylerdi. (Müslim, Müsâfirîn, 165) Dolayısıyla Efendimiz, nâfile kıldığı namazları dilediğince uzatır ve Allâh Teâlâ ile berâberlikten doyumsuz bir zevk alırdı. Birgün nâfile namaz kılmakta olan Efendimiz’e tâbî olan Huzeyfe -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
“Bir gece Allâh Resûlü ile berâber namaza durdum. Bakara sûresini okumaya başladı. Ben içimden, «Yüzüncü âyete gelince rukûya varır.» dedim. Yüzüncü âyete geldikten sonra da okumasını sürdürdü. «Herhalde bu sûre ile iki rekât kılacak» diye zihnimden geçirdim. Okumasına devam etti. «Sûreyi bitirince rükûya varır» diye düşündüm. Ancak yine bitirmedi, Nisâ sûresini okumaya başladı. Bitirince de Âl-i İmrân sûresine başladı. Ağır ağır okuyor; tesbih âyetleri geldiğinde «sübhânallâh» diyor, duâ âyeti geldiğinde duâ ediyor, istiâze âyeti geldiğinde de Allâh’a sığınıyordu. Sonra rükûya vardı. «Sübhâne Rabbiye’l-Azîm» demeye başladı. Rükûu da kıyâmı kadar sürdü. Sonra «Semiallâhu limen hamideh. Rabbenâ leke’l-hamd» diyerek (doğruldu). Rükûda durduğuna yakın bir müddet kıyamda durdu. Sonra secdeye vardı. Secdede «Sübhâne Rabbiye’l-A’lâ» diyordu. Secdesi de kıyâmına yakın uzunlukta sürdü.” (Müslim, Müsâfirîn, 203)
Namaz, dünyevî şeylerden uzaklaşıp Allâh’a yaklaşmak, bir tür melekleşmektir. Bu hâl, ancak namaza müdâvim olmak ve onu çokça kılmakla gerçekleşir. Bu maksadın hâsıl olması için, her fırsatta namaz kılarak kalbi yumuşatmak ve ısındırmak gerekir. Yapılan temrinler sonucunda insanların üzerindeki ağırlıklar kalkar ve artık namaz kolayca kılınmaya başlanır. Böylece namazdan sonraki zamanlarda da aynı huşû ve huzûru devâm ettirmek mümkün olabilir.
Namazı bütün zamanlara yaymak ve o hâli daha sonra da devam ettirmek, bir mü’minin yapabileceği en semereli amellerden biridir. Cenâb-ı Hak mü’minleri medhederken şu vasıflarını öne çıkarmaktadır:
“Onlar ki namazlarında dâimdirler.” (el-Meâric 70/23)
Mevlâna -kuddise sirruh- insanı Allâh’a vâsıl eden gerçek namaz hâlini ve bu duyguları sâir vakitlerde de muhâfaza edebilenlerin durumunu şöyle terennüm eder:
“Bize doğru yolu gösteren, bizi kötülüklerden alıkoyan namaz, beş vakitte kılınır. Halbuki âşıklar, dâimâ namazdadırlar! O gönüllerindeki aşk, başlarındaki ilahî sevgi, ne beş vakitle yatışır, ne de beş yüz bin vakitle geçer gider! «Beni az ziyâret et!» sözü, âşıklara göre değildir. Gerçek âşıkların canları pek susuzdur! «Beni az ziyâret et!» sözü balıklara uyar mı? Onların canları, deniz olmadıkça yaşayabilir mi? Bu denizin suyu pek korkunçtur; ama, balıkların mahmurluğuna göre bir yudumcuktur! Bir an için ayrı düşmek, âşığa bir sene gibi gelir.” (Mesnevî, c. ???, beyt: 2669-74)
Muhammed Pârsâ hazretleri, Hak âşıklarının namaza verdikleri ehemmiyeti şöyle anlatır; “Zikir nûruyla bezenen son merhaledeki sâlik için en fazîletli vird ve en kâmil amel namazdır. Çünkü namaz bütün ibâdetleri ihtivâ eden en mükemmel ibâdettir.”
c. Namazın Mükâfâtı
Resûl-i Ekrem Efendimiz, namaza çok büyük bir değer vermiş ve onu en hayırlı amel olarak tavsîf etmiştir. Bir hadîs-i şerîflerinde:
“İstikamet üzere olun. (Bunun sevabını) siz takdir edip kavrayamazsınız. Şunu bilin ki, en hayırlı ameliniz namazdır…” buyurarak (Muvatta, Tahâret, 6) namazın mü’min için ne kadar kıymetli olduğunu göstermiştir.
Cenâb-ı Hak da, bu en hayırlı amele kat kat fazlasıyla ecir vereceğini bildirmiştir. Hz. Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor; “Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e Mi’râc’a çıktığı gece elli vakit namaz farz kılındı. Sonra bu azaltılarak beşe indirildi. Daha sonra da şöyle hitâb edildi:
«Ey Muhammed! Artık, nezdimde (hüküm kesinleşmiştir), bu söz değiştirilmez. Beş vakit namaz, (Rabbinin bir lüftu olarak on misliyle kabul edilerek) senin için elli vakit sayılacaktır.»” (Müslim, Îman, 259)
Allâh Teâlâ’nın namaza olan iltifâtı, ona daha çok önem vermeyi gerektirmektedir. Bu sebeple kılınacak her bir rekâtin, insan için çok büyük bir kıymeti vardır. Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu hakîkati şu hâdisede ne güzel açıklamıştır. Ebû Hureyre -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Resûlullâh’ın sağlığında Kudâa kabilesinin Beliyy boyuna mensup iki zât birlikte İslâm’a girmişlerdi. Bilâhare birisi şehid düşmüş, diğeri de bir sene daha yaşayıp öyle ölmüştü. Talha bin Ubeydullah, «Rüyamda, bir sene sonra vefât edenin, şehid düşenden daha önce cennete girdiğini gördüm ve hayret ettim!» diye anlattı. Sabah olunca Talhâ’nın bu rüyâsı Efendimiz’e anlatıldı. Rüyâyı dinleyen Allâh Resûlü, başta namaz olmak üzere, bütün ibâdetlerin mükâfatını gösteren şu cevâbı verdi:
«– O, şehid olan kardeşinden sonra Ramazan orucunu tutmadı mı, bir senede altı bin şu kadar rekât namaz kılmadı mı? (O halde ikisi arasında bu kadar fark tabiî ki olacak!)»” (İbn-i Hanbel, II, 333)
İslâm’ın en mühim ibâdeti olan namaz, sâhibini büyük mükâfâtlara nâil ettiği gibi, onu bütün kötülüklerden de muhâfaza eder. Yüce Rabimiz:
“Kur’ân’dan sana vahyedilenleri oku ve namazı da dosdoğru kıl! Gerçekten kâmil mânâda kılınan namaz, fahşâdan (çirkinlik ve edepsizlikten) ve münkerden (dînin ve akl-ı selîmin tasvip etmediği her şeyden insanı) men eder.” buyurmaktadır. (el-Ankebût 29/45)
Çünkü namaz, saâdet için gerekli olan sıfatlardan temizlik ve huşûyu bünyesinde toplamakta ve insanı mâneviyat âlemine yükseltmektedir. İnsan, güzel bir vasıf kazandığında, onun zıddı olan hallere karşı tavır alır ve onlardan uzaklaşır. Kim namazları tam olarak edâ eder; namaz için gerekli olan abdestin hakkını verir, vakitlerine riâyet ederek kılar, rükûunu, huşûunu ve zikirlerini tam yerine getirir ve tâdil-i erkâna riâyet ederse, o kişi kesinlikle kötülüklere cephe alır, rahmet deryâsına dalar ve Allâh Teâlâ’nın affına mazhar olur.
Birgün Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ashâbı ile birlikte mescidde namaz vaktini beklerken, bir kimse kalktı ve:
– Yâ Resûlallâh! Ben bir günâh işledim, dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz ona cevap vermedi. Namaz bittikten sonra, aynı kişi kalkarak önceki sözünü tekrarladı. Peygamberimiz ona:
“– Sen şu namazı bizimle kılmadın mı? Ve onun için güzelce abdest almadın mı?” diye sordu. Adam:
– Evet yâ Resûlallâh! dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz bu defa:
“– İşte o namaz, işlediğin günâha keffâret olur!” buyurdu. (Heysemî, I, 301)
Mevlâna -kuddise sirruh- ne güzel söyler:
“O kerem sâhibi Allâh, namazda gizlenmiştir. Gönül namazı kılan ve kendini tamamıyla Allâh’a veren kuluna O, lütuf ve ikramda bulunur! O’nun affı ve mağfireti günâha şeref elbisesi giydirir de, böylece o günâhı affedilmeye, ihsâna ve kurtuluşa sebep kılar!” (Mesnevî, c. VI, beyt: 4345)
Mevlâna’nın bu sözlerinde şu âyet-i kerimelere telmih bulunmaktadır:
“Muhakkak ki iyilikler kötülükleri giderir.” (Hûd 11/114)
“Ancak, tevbe edip îmân eden ve sâlih ameller işleyen kimselerin Allâh, kötülüklerini iyiliklere tebdîl eder.” (el-Furkân 25/70)
Namazın, beklenen netîceyi vermesi ve tam bir mîrâc olabilmesi için Rasûl-i Ekrem’in kıldığı namaza yaklaşması ve onun hissettiği şuur içerisinde kılınması gerekmektedir. Usûlüne göre kılınan namazda, gönlü başka taraflara kaydırmadan okunan Fatiha’da, çok müjdeli ilhamlar vardır. Bu sâyede gözde nûr, gönülde mânevî bir sürûr hâsıl olur. Böyle bir namaz, insanın dâimâ Allâh’ı düşündüğü, O’ndan bir an bile gâfil olmadığı ihsân hâline yükselmesinin en kısa yoludur. Bunun sonucunda bütün hareket, söz ve düşüncelerinde Yüce Yaratanı’nı düşünen bir insan, kâmil bir mü’min olma vasfını kazanmış olur. Aksi takdirde namaz, Efendimiz’in gösterdiği şekilde kılınmadığı için, hayâtımızda hiçbir değişikliğe sebep olamaz ve biz, içinde bulunduğumuz günâh bataklıkları ve çirkinlikler içerisinde ebedî hüsrâna doğru yüzüp gideriz. Mevlâna hazretleri bu durumu gözümüzde canlandırarak şöyle tasvîr etmektedir:
“Ey Hak tâlibi can! Önce ambara giren fâreden kurtulma çâresini ara, ondan sonra buğday toplamaya çalış. Büyükler büyüğü olan, gönüllere gönül kesilen Sevgili Peygamberimiz’in; «Namaz, ancak kalb huzûruyla tamam olur.» hadisini hatırla da nefisten ve şeytandan kurtulmak için kalb huzûruyla namaza başla.
Eğer ambarımızda hırsız bir fâre bulunmasaydı, kırk yıllık ibâdet buğdayı nereye giderdi? Her gün azar azar da olsa, candan ve sevgi ile yapılan ibâdetlerden, iyiliklerden hâsıl olan iç rahatlığı ve huzûr neden gönlümüzde hissedilmiyor?
Çakmak demirinden bir çok kıvılcım sıçradı. İlâhî aşkla yanan gönül, onları çekti aldı. Fakat karanlıkta gizli bir hırsız var. Kıvılcımları söndürmek için üstlerine parmak basıyor ve dünyâda mânevî bir çerağ uyanmasın diye kıvılcımları söndürüyor.” (Mesnevî, c. I, beyt: 380-385)
*
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in namaz üzerinde hassâsiyetle durduğunu gören ve bütün varlıklarını onun izinde yürüyebilmek için fedâ eden ashâb-ı kirâm da, namaza durduklarında kendilerinden geçerler ve Allâh’ı en yakınlarında bulurlardı. Huzûr-ı İlâhîde okumaya başladığı bir sûreyi yarıda bırakmak istemeyen ve bir an da olsa alacağı feyz uğruna bütün ömrünü fedâ eden ashâba âit şu hâtıralar ne kadar etkileyici ve ibret vericidir:
Zâtü’r-Rikâ gazvesinde bir konak mahallinde Peygamber Efendimiz, Ammâr bin Yâsir ile Abbâd bin Bişr -radıyallâhu anhumâ-’yı, kendi istekleri üzerine muhâfız tâyin etmişti. Ammâr, gecenin ilk vaktinde istirahat etmeyi tercih ettiği için uyudu. Abbâd bin Bişr de namaz kılmaya başladı. O sırada bir müşrik geldi. Ayakta duran bir karaltı görünce gözcü olduğunu anladı ve hemen ok attı. Ok Abbâd’a isâbet etti. Abbâd oku çıkardı ve namazına devâm etti. Adam ikinci ve üçüncü kez ok atıp isâbet ettirdi. Her defâsında da Abbâd ayakta sâbit durarak okları çekip çıkarıyor ve namazına devâm ediyordu. Rükû ve secdesini yaptıktan sonra arkadaşını uyandırarak:
– Kalk! Ben yaralandım, dedi. Ammâr sıçrayıp kalktı. Müşrik iki kişi olduklarını anlayınca kaçtı. Ammâr, Abbâd’ın kanlar içinde olduğunu görünce:
– Sübhânallâh! İlk oku attığında beni uyandırsaydın ya! dedi. Abbâd namaza olan aşk ve şevkini gösteren şu muhteşem cevâbı verdi:
– Bir sûre okuyordum, onu bitirmeden namazı bozmak istemedim. Ama oklar peş peşe gelince, namazı biraz seri olarak tamamlayıp seni uyandırdım. Allâh’a yemin ederim ki, Allâh Resûlü’nün korunmasını emrettiği bu gediği kaybetme endişesi olmasaydı, sûreyi yarıda bırakıp namazı kesmektense ölmeyi tercîh ederdim. (Ebû Dâvûd, Tahâret, 78; İbn-i Hanbel, III, 343-344)
Ashâb-ı kirâmın böylesine göz kamaştırıcı fazîletleri gösterebilmesinin temel sâikı, Allâh aşkı ve Resûlullâh muhabbetidir.
Misver bin Mahreme -radıyallâhu anh-, ashâbın namaza atfettikleri ehemmiyeti gösteren diğer bir ibretli hâdiseyi şöyle anlatıyor:
“(Hançerlendiği zaman) Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh-’ın yanına gittim. Üstüne bir örtü örtmüşler, kendinden geçmiş vaziyette yatıyordu. Yanındakilere:
«–Durumunu nasıl görüyorsunuz?» diye sordum.
«–Gördüğün gibi» dediler.
«–Namaza çağırın! Onu namazdan başka hiçbir şeyle korkutup uyandıramazsınız» dedim. Bunun üzerine:
«–Ey Mü’minlerin Emîri, namaz!» dediler. Hz. Ömer -radıyallâhu anh- hemen:
«–Evet, vallâhi namazı terk edenin İslâm’dan nasîbi yoktur» dedi ve kalktı, yarasından kanlar akarak namaz kıldı.” (Heysemî, I, 295. Ayrıca bkz. İbn-i Sa’d, III, 35; Muvatta, Tahâret, 51)
Ashâb-ı kirâm için, Allâh’ın emri her şeyden azizdi. Mal ve can, ilâhî emirler yanında bir hiç mesâbesindeydi. Toplumun bütün fertleri bu şuuru yakalamış ve namazın ibâdet hayâtının mihverini teşkil ettiğini kavramıştı.
Daha sonraki nesiller içinde de bu şuurda olan kimseler gelmiştir. Bunlardan biri Kafkasların şanlı mücâhidi Şeyh Şâmil’dir. O, 1829’daki Gimri savunmasında göğsünden girip sırtından çıkan ve ciğerini parçalayan süngünün açtığı yaradan başka, bir düzine süngü, kılıç ve kurşun yarası almıştı. Ayrıca kaburgaları ve sağ köprücük kemiği kırılmıştı. Cerrah olan kayınpederinin tedâvîleri sonucunda altı aya yakın bir zamanda ancak kendine gelebildi. Yaralandığı günden îtibâren 25 gün boyunca komada yatan bu genç mücâhid, yirmi beşinci günün sonunda kendine gelip gözlerini açınca, başucunda annesini gördü. Güçlükle:
“‒Anacığım! Namazımın vakti geçti mi?” diye sordu.
Namazlarını îmâ ile kılarak aylarca yataktan kalkamayan Şeyh Şâmil’in, Cenâb-ı Hakk’ın izniyle yaraları kapandı, kırılan kemikleri birbirine kaynadı ve sıhhate kavuştu. (Sâdık Dânâ, İslâm Kahramanları, İstanbul 1992, III, 136)
Ashâb-ı kiram Resûlullâh’tan nasıl gördülerse öyle yaşamaya çalışmışlardır. İşte Resûlullâh’ın namazı ve işte onun hidâyet yıldızlarının namazı…
3. Cemâatle Namazın Ehemmiyeti
“Câmiye komşu olanın namazı, ancak câmide kıldığı takdirde (kâmil mânâda) namaz olur.”
İbn-i Ebî Şeybe, I, 303
İbâdetlerden bir kısmının cemâatle îfâ edilmesi ve her seviyeden insanın onun edâsında birlikte bulunması, pek çok ferdî ve içtimâî faydaları ihtivâ eder. İnsanlardan, kendisine uyulacak sâlih kimseler bulunduğu gibi, mânen yükselebilmek için, teşvik ve dâvete ihtiyâcı olan zayıf kimseler de mevcuttur. Bunlar yükümlü kılındıkları şeyi, insanların gözü önünde yapma zorunluluğu duymasalar ihmal gösterebilirler. Bu durumda namaz gibi herkese farz olan en kâmil bir ibâdeti, cemâat hâlinde edâ etmek, insanlar için en faydalı amellerden biridir. Bu sebeple onun, cemâatle edâ edilerek insanlar arasında yaygınlaştırılması gerekmektedir. Böylece, o yükümlülüğü yapanla terk eden, gönüllü olanla isteksiz olan ayrılır; âlim olanlara uyulmuş, bilmeyenlere de öğretilmiş olur. Cemâat hâlinde Allâh’a ibâdette bulunmak, aynı zamanda insanların iyileri ile kötülerini birbirinden tefrik eden bir tür mihenk taşıdır.
Öte yandan Allâh Teâlâ’nın murâdı, İslâm’ın en yüce olması ve yeryüzünde ondan daha üstün başka bir dinin bulunmamasıdır. Bu gâyenin gerçekleşmesi, ancak âlim câhil, şehirli köylü ve büyük küçük her seviyeden insanın, İslâm’ın en büyük nişânesi ve en yaygın ibâdeti vesîlesiyle sık sık bir araya gelmelerine bağlıdır. Allâh Teâlâ, bu mühim gâyenin tahakkukuna insanları teşvik etmek için, cemâatle namaza daha fazla ecir vermektedir. Bunu Peygamberimiz:
“Cemâatle kılınan namaz, kişinin yalnız kıldığı namazdan yirmi yedi derece daha fazîletlidir.” (Buhârî, Ezân, 30) hadîs-i şerîfi ile beyân etmiştir.
Ayrıca Müslümanların, sâlih ameller işlemek üzere himmetlerini bir araya toplayarak birlikte duâ edip istiğfarda bulunmaları, duâların kabul edilmesinde son derece büyük bir tesire sâhiptir. Dolayısıyla cemâatle kılınan namazlarda yapılacak duâlar, daha çabuk icâbet görür.
Sevgili Peygamberimiz’in haber verdiğine göre, kişi hakkını vererek abdest alır, sonra mescide yönelir ve bütün bunları sırf namaz kılma niyetiyle yaparsa, onun yürümesi namaz hükmündedir. Attığı her adım, günâhlarına keffâret, ayrıca bir derece yükselmesine sebep olur; bu sâyede Allâh’ın rahmet ve sekîneti etrâfını kuşatır. (Buhârî, Ezân 30; Müslim, Mesâcid, 272)
Yine Efendimiz,“Kim, sabah akşam camiye gider gelirse, her gidip gelişinde Allâh Teâlâ, o kimseye cennetteki ikrâmını hazırlar.” (Buhârî, Ezân, 37) hadisleriyle beş vakit câmiye devâm eden kimselere ihsân edilecek nimetlerin güzelliğini ve çokluğunu beyân etmiştir. Şeyh Üftâde hazretleri, Ulu Câmî’ye hitaben söylediği beytinde cemâate devam eden insanların Allâh indinde büyük ve şerefli olacağına şöyle işâret eder:
يَاجَامِعَ الْكَبِيرِ وَيَا مَجْمَعَ الْكِبَارِ طُوبَى لِمَنْ يَزُورُكَ فِى اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ
“Ey ulu câmi, ey büyük insanların toplandığı mukaddes mekân! Seni, beş vakit namaz kılmak üzere gece gündüz ziyaret edenlere ne mutlu!”
Sevgili Peygamberimiz aynı zamanda bir imam olarak cemâatini tâkib eder, gelmeyenleri arayıp sorardı. O zaman cemâate, özellikle de sabah ve yatsı namazlarına gelmeyen kimseler, ancak münâfıklar ve çok hasta olanlar arasından çıkardı. Übey bin Ka’b -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- birgün bize sabah namazını kıldırdı ve “Filan kimse namaza geldi mi?” diye sordu. “Gelmedi.” dediler. “Filan geldi mi?” dedi. Yine “Gelmedi.” dediler. Bunun üzerine:
“İşte bu iki namaz münafıklara en ağır gelen namazdır. Bunlarda ne kadar çok ecir ve sevap olduğunu bilseydiniz, diz üstü emekleyerek de olsa cemâate gelirdiniz. Birinci saf meleklerin safı gibidir. Ondaki fazîleti bilseydiniz ona yarışarak giderdiniz. Bir kimsenin diğer bir kimseyle olan namazı, yalnız kıldığı namazdan daha bereketli ve sevabı daha fazladır. İki kişi ile olan namazı da, bir kişi ile olan namazından daha bereketli ve üstündür. Berâber kılanların sayısı ne kadar çok olursa, Allâh Teâlâ’nın o kadar çok hoşuna gider.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Salât, 47)
Allâh Resûlü cemâate devâm husûsunda da ümmetine güzel bir örnek teşkil etmiştir. Vefât ettiği gün dahî iki kişinin yardımı ile cemâate gelmiştir. Esved -radıyallâhu anh- şöyle demiştir; Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın yanında idik. Namaza devâm etmekten ve ona tâzim göstermekten bahsettik. Daha sonra o şöyle dedi:
“Resulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtına sebep olan hastalığı esnâsında bir namaz vakti gelmişti. Ezân okundu. Efendimiz; «Ebûbekir’e söyleyin, halka namaz kıldırsın!» buyurdu…. Ebûbekir çıktı ve namaz kıldırmaya başladı. Allâh Resûlü kendisinde bir hafiflik hissetti. İki adamın arasında camiye çıktı. Şu anda ağrıdan yerde sürünen ayaklarını görür gibiyim. Ebûbekir derhal geri çekilmek istedi. Ancak Allâh Resûlü ona; «Yerinden ayrılma!» diye işâret buyurdu. Sonra Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- gelip Ebûbekir’in yanına oturarak cemâate iştirâk etti.” (Buhârî, Ezân, 39)
Çünkü o:
لاَ صَلاَةَ لِجاَرِ الْمَسْجِدِ اِلاَّ فِى الْمَسْجِدِ
“Câmiye komşu olanın namazı, ancak câmide kıldığı takdirde (kâmil mânâda) namaz olur.” buyurmuştu. (İbn-i Ebî Şeybe, I, 303)
Hz. Ali’ye hadiste zikredilen câminin komşusu kimdir, diye sorulduğunda şu cevâbı vermiştir:
“Müezzini işiten herkes.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, III, 57)
Evet, ezânı işiten herkes uzak yakın demeden câmiye, cemâate gelmek mecbûriyetindedir. Bu durumdan, ancak özür sâhipleri müstesnâ tutulmuştur. Cenâb-ı Hak, cemâat için câmiye gelen kullarına adım başına sevap vermektedir. Bu durumda mesâfe uzadıkça sevap da artmaktadır. Kâinâtın Efendisi şöyle buyurmuştur:
“Namazdan dolayı insanların en büyük ecre nâil olanı, derece derece uzaktan yürüyüp gelenleridir. İmam ile berâber kılayım diye namazı bekleyen kimse de, evinde hemen kılıp yatıverenden daha büyük ecre nâil olur.” (Buhârî, Ezân, 31)
Diğer taraftan mescidlere devam etmeyi alışkanlık hâline getirmek, gerçek mü’min olmanın bir alâmeti kılınmış (Tirmizî, Îman, 8) ve bu güzel alışkanlık, mescidleri îmâr etmek olarak değerlendirilmiştir. Bu hayırlı ameli de ancak, Allâh’a ve âhiret gününe inanan, namazı kılan, zekâtı veren ve Allâh’tan başka kimseden korkmayanların işleyebileceği ifâde edilmiştir. İstikâmet üzere olabilmek ve bu nimetten uzaklaşmamak, ancak bu tür güzel amellerle kâbil olabilir. (et-Tevbe 9/18)
Va’dedilen bütün bu mükâfatları bir tarafa iterek cemâati terk edenler, İslâm’a zarar verdikleri gibi, kendi nefislerine karşı da en büyük zulmü işlemektedirler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz, cemâati terk edenlerin acı âkıbetini ifâde sadedinde:
“Bir köy veya kırda üç kişi birlikte bulunur da, namazı aralarında cemâatle kılmazlarsa, şeytan onları kuşatıp mağlub eder. Şu halde cemâate devam ediniz. Muhakkak ki sürüden ayrılan koyunu kurt yer.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Salât, 46)
Bu hadîs-i şerîfte cemâati terk etmenin, namazı ihmâl gibi kötü bir kapıyı aralayacağına da işâret bulunmaktadır. Bu nedenle, cemâat husûsunda ileri sürülen mâzeretler kabul görmemiştir. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e âmâ olan Abdullâh ibn-i Ümmi Mektûm gelip:
– Yâ Resûlallâh! Beni mescide götürecek bir kimsem yok, diyerek namazı evinde kılabilmek için kendisine müsâade etmesini istedi. O da müsâade etti. Abdullâh dönüp giderken Resûl-i Ekrem onu çağırarak:
“– Sen namaz için ezân okunduğunu işitiyor musun?” diye sordu. O:
– Evet, cevabını verdi. Peygamber -aleyhisselâm-:
“– O halde dâvete icâbet et, cemâate gel” buyurdu. (Müslim, Mesâcid, 255)
Efendimiz cemâate o derece önem vermiştir ki, insanların cemâatsiz bir şekilde yalnız olarak namaz kılmalarına hiç gönlü râzı olmamıştır. Ebû Saîd el-Hudrî şöyle anlatır; “Bir kimse câmiye geldi, ancak Resûlullâh Efendimiz namazı bitirmişti. Bunun üzerine Allâh Resûlü:
«– Hanginiz bu kimseye sadaka vererek sevâbını almak ister?» buyurdu. Hemen birisi kalktı ve onunla birlikte namaz kıldı.” (Tirmizî, Salât, 50)
Farz namazını Allâh Resûlü ile kılmış olan bu sahâbî, cemâate yetişememiş olan kardeşinin de cemâat sevabına nâil olması için, onunla birlikte namaz kılmıştır.
Yezid bin Âmir -radıyallâhu anh- anlatıyor; “Allâh Resûlü namaz kılarken yanına gelmiştim. Oturdum ve cemâate iştirak etmedim. Efendimiz namazdan sonra bize döndüğünde, kenarda oturduğumu gördü.
«– Ey Yezid sen Müslüman olmadın mı?» buyurdu. Ben:
– Evet Yâ Resûlallâh! Müslüman oldum! dedim. Allâh Resûlü:
«– Öyle ise, cemâate katılmaktan seni alıkoyan nedir?» buyurdu.
– Sizin namazı kılmış olduğunuzu zannederek evimde kılmıştım, dedim. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
«– Şâyet namaza gelir de insanları namazda bulursan onlarla birlikte kıl. Eğer daha önceden namazını kılmış isen, bu senin için nâfile olur. Evde kıldığın da farz yerine geçer.»” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Salât, 56)
İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- asr-ı saâdetteki cemâat heyecânını ne güzel ifâde eder:
“Yarın Allâh’a Müslüman olarak kavuşmak isteyen kimse, şu namazlara ezân okunan yerde devam etsin. Şüphesiz ki Allâh, sizin Peygamberiniz’e hidâyet yollarını açıklamış ve emretmiştir. Bu namazları cemaatle kılmak da hidâyet yollarındandır. Şâyet siz de cemâati terkedip namazı evinde kılan şu adam gibi yapacak olursanız, Peygamberiniz’in sünnetini terketmiş olursunuz. Peygamberiniz’in sünnetini terk ederseniz, sapıklığa düşmüş olursunuz… Vallâhi ben, nifâkı bilinen bir münafıktan başka namazdan geri kalanımız olduğunu görmemişimdir. Allâh’a yemin ederim ki hastalanan biri, iki kişi tarafından tutularak onların arasında namaza getirilir ve onların iki taraflı desteğiyle safta durdurulurdu.” (Müslim, Mesâcid, 257)
Çünkü Allâh Resûlü, cemâate gelmeyenleri şöyle tehdit etmişti; “Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allâh’a yemin ederek söylüyorum, içimden öyle geçiyor ki odun toplanmasını emredeyim, odun yığılsın. Sonra namazı emredeyim, ezân okunsun. Daha sonra birine, cemâate imam olmasını emredeyim de cemâate gelmeyenlere gidip onlar içindeyken evlerini yakayım.[3] Rûhumu kudret elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki bu cemâatten geri kalanların herhangi biri, burada semiz etli bir kemik parçası veya iki tâne güzel paça bulacağını bilse, hemen yatsıya gelirdi.” (Buhârî, Ahkâm, 52; Ezân, 29; Müslim, Mesâcid, 251-254)
4. Teheccüd ve Seheri
Cümle geceyi uyuma Kayyûm’u seversen
Tâ hay olasın Hayy ile ey cân gecelerde.
İbrâhim Hakkı Erzurûmî
Gecenin sonuna doğru olan seher vakitleri, zihnin meşgalelerden uzak olduğu, kalbin durulup saflaştığı, sessizliğin etrâfı kapladığı ve insanların uyuduğu, bu sebeple de riyâ ve kendini beğenme gibi hastalıklardan uzak kalındığı bir andır. Bu vakit, ilâhî rahmetin indiği ve Rabbu’l-Âlemîn’in kuluna en yakın olduğu bildirilen bir zamandır. İbâdet için en uygun vakitler de, bunun gibi meşgalelerden uzak olunan ve gönlün tam anlamıyla Allâh’a yönelebileceği anlardır.
Beş vakit namaz farz kılınmadan önce, gecenin geç vakitlerine kadar uzun sûreler okunarak teheccüd kılmak bütün Müslümanlara farzdı. (el-Müzzemmil 73/1-4) Bu durum bir yıl devam etmiş, namazda uzun müddet ayakta kalmaktan Müslümanların ayakları şişmişti. Nihâyet beş vakit namaz farz kılınınca teheccüd namazı Müslümanlar hakkında hafifletilip nâfileye çevrildi. (el-Müzzemmil 73/ 20; Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 17)
Allâh Teâlâ, çok sevdiği ve kâinâtı hürmetine yarattığı Habîb-i Edîbi’ne daha fazla lütuflarda bulunmak ve onun bu bereketli vakitlerden bolca istifâde edebilmesini temîn için, teheccüd namazını ona husûsî olarak farz kıldı. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Gecenin bir kısmında da sâdece sana mahsus bir fazlalık olmak üzere Kur’ân ile teheccüd namazı kıl. Umulur ki Rabbin seni Makâm-ı Mahmûda eriştirir.” (el-İsrâ 17/79)
Bu emirden sonra Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, gecenin bu bereketli ve feyizli anlarında namaz kılmayı, Kur’ân okumayı ve duâ etmeyi hiç terk etmemiştir. Öyleki, hastalandığı ve ayağa kalkamayacak kadar tâkatsiz kaldığı zamanlarda dahi, teheccüd namazından geri kalmayıp seherleri oturarak değerlendirmiştir. (Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 18) Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu namazı hayâtları boyunca vitirle birlikte on üç, hayâtının sonlarına doğru da on bir rekât olarak kılmaya devâm etmiştir. Vefâtı sırasında ise dokuz rekât olarak kılmış, hiç bırakmamıştır. (Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 26)
Sevgili Peygamberimiz, “Gözümün nûru” diye tavsif ettiği namazı, geceleri daha bir iştiyak ve arzû ile edâ etmiştir. O, teheccüd namazına olan iştiyâkını şöyle dile getirmişti:
“Allâh her peygamberde, belirli bir şeye karşı aşırı istek yaratmıştır. Benim en çok hoşlandığım şey de gece ibâdetidir…” (Heysemî, II, 271)
Zîrâ geceleyin bir çok kimsenin uyuduğu bir vakitte kılınan namazların ve yapılan tesbîhâtın Allâh’a yakınlık bakımından ehemmiyeti büyüktür. Bu itibarla gönüllerde aşk ve muhabbet-i ilâhînin şiddeti ne kadarsa, gece namazına ve tesbihâta rağbet ve riâyet de o derecede tezâhür eder. Gece namazı ve tesbihleri, yâr ile buluşup sohbet etme mâhiyetini taşır. Herkes uyurken uyanık olmak; Mevlây-ı Müteâl’in rahmet iklîmine girmek, O’nun muhabbet ve merhamet meclisine dâhil olan müstesnâ kullarından olmak demektir.
Allâh’a yaklaştıran en mühim ibâdet olması hasebiyle, ümmetinin de bu nimetten nasiblenmelerini arzû eden Efendimiz, bu konudaki tebliğe öncelikle yakınlarından başlamış ve bir gece Hz. Ali ile Fâtımâ’nın kapısını çalarak:
“– Namaz kılmayacak mısınız?” buyurmuş, (Buhârî, Teheccüd, 5) geceyi boş geçirmemelerini istemişti. Diğer ashâbına da:
“Aman, gece kalkmaya gayret edin! Çünkü o, sizden önceki sâlih kimselerin âdeti ve Allâh’a yakınlık vesîlesidir. (Bu ibâdet) günâhlardan alıkor, hatalara keffâret olur ve bedenden dertleri giderir.”[4] (Tirmizî, Deavât, 101) buyurarak onları seherleri uyanık geçirmeye dâvet etmiştir.
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in Medîne’yi teşriflerinde, onu görmek için yanına gelen ve gül yüzünü görür görmez; “Vallâhi bu yüz yalancı olamaz” diyerek hakîkati haykıran Yahudî âlimi Abdullâh bin Selâm, Efendimiz’in mübârek ağızlarından ilk olarak; “Birbirinize selâm veriniz! Birbirinize ikrâmda bulununuz! Akrabânızın haklarını gözetiniz! Gece herkes uyurken namaz kılınız. Bunları yaparak selâmetle cennete giriniz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 42) nasihatlerini işittiğini söylemektedir. Herkesin uyuduğu bir vakitte veya çoğu kimsenin muvaffak olamadığı bir şekilde Allâh’a yönelmek, hiç şüphesiz duâların kabûlünü sağlayan ve cennetin yollarını kolaylaştıran en mühim âmildir. Hâce Ali Râmitenî -kuddise sirruh- şöyle der:
“Üç kalbin birleştiği yerde mü’min kulun arzusu tahakkuk eder; mü’minin samîmî kalbi, Kur’ân’ın kalbi Yâsîn ve gecenin kalbi seher vakitleri.”
Teheccüd gibi yerine getirilmesinde güçlük bulunan ve bu sebeple de fazîleti diğerlerine göre daha fazla olan ibâdetlerin yapılmasında ve devâmlı hâle getirilmesinde, mü’minlerin birbirlerine yardımcı olmaları gerekmektedir. Gece ibâdetleri husûsunda bu yardımlaşmanın en güzel şekli, huzurlu bir âile içinde uygulanabilir. Kadın ve erkeğin Allâh’a ibâdet ve sâlih ameller işleme husûsunda dâimâ birbirlerine destek olmaları gerekmektedir. Nitekim, Peygamber Efendimiz böyle âilelere rahmet duâsında bulunarak şöyle buyurmuştur:
“Geceleyin kalkıp namaz kılan, hanımını da kaldıran, kalkmazsa yüzüne su serperek uyandıran kimseye Allâh rahmet etsin. Aynı şekilde geceleyin kalkıp namaz kılan, kocasını da uyandıran, uyanmazsa yüzüne su serperek uykusunu kaçıran kadına da Allâh rahmet etsin.” (Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 18)
Zevc ve zevcenin, birbirlerine bu şekilde davranabilmeleri için, aralarında böyle bir muhabbet bağının teşekkül etmiş olması zarûrîdir.
Allâh’ın rahmetine nâil olabilmek için bir ibâdete başlayan ve onun feyzini alan kimselerin, bu güzel ahlâkı devâm ettirmeleri en doğru yoldur. Kazanılan bir güzel hasleti, daha da geliştirmek ve artırmak gerekmektedir. Allâh ve Resûlü’nün tavsiyeleri de bu istikâmettedir. Abdullâh bin Amr bin Âs’ın rivâyet ettiğine göre, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- kendisine şu tavsiyede bulunmuştur:
“– Abdullâh! Falan adam gibi olma! Çünkü o, gece ibâdetine devâm ederken artık kalkmaz oldu.” (Buhârî, Teheccüd, 19)
Böyle bir hareket, insanın dünyâ hayâtına gelmesindeki en mühim hedef olan âhiret hazırlığının ihmâl edilmesi anlamına geldiği gibi, huzûr-ı ilâhîye de eli boş olarak gitmeye sebep olur. Mevlâna -rahmetullâhi aleyh-, Allâh’ın huzûruna boş çıkmamak ve gece gibi bahâ biçilmez bir sermâyeyi, uykudan ziyâde yarın için hazırlık yaparak değerlendirmek gerektiğini ne güzel ifâde eder:
“Dostların yanına eli boş gelmek, değirmene buğdaysız gitmeye benzer. Cenab-ı Hak, mahşer gününde insanlara; «Kıyâmet günü için ne armağan getirdiniz?» diye soracak. «Sizi ilk yarattığımızda olduğu gibi, eli boş, azıksız, tek başınıza ve muhtaç bir halde mi geldiniz?» buyuracak. «Haydi söyleyin kıyâmet günü için, armağan olarak ne getirdiniz? Yoksa birgün, dünyâdan âhirete döneceğiniz ve Allâh’ın huzûruna çıkacağınız hatırınıza gelmemiş miydi? Kur’an’ın kıyâmet hakkındaki haberi, size boş mu görünmüştü?»
Kıyâmet gününü inkar etmiyorsan, o dostun kapısına böyle eli boş olarak nasıl gidiyorsun? Azıcık olsun, uykuyu, yemeyi içmeyi bırak da Hak’la buluşacağın zaman için bir armağan hazırla… Ey Hak âşığı, geceleri az uyuyanlardan, seher vakitleri günâhlarının bağışlanmasını isteyenlerden ol.” (Mesnevî, c. I, beyt: 3171-3179)
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, “…Farzlar dışında en faziletli namaz, gece namazıdır.” buyurarak (Müslim, Sıyâm, 203) teheccüd namazının fazîletini beyân etmiştir. Bu sebeple, ümmetinin bütün geceyi uyku ile geçirmesine hiç gönlü râzı olmamıştır. Nitekim yanında bir adamın sabaha kadar uyuduğu ve namaz kılmadığı söylendiğinde, bundan hoşlanmayan Efendimiz:
“– Bu adamın kulağına şeytan bevletmiştir.” buyurdu. (Buhârî, Teheccüd, 13)
Zîrâ seherleri uyanık geçirmek, yâni gönlün Rabbi ile berâber olması, kalbin ihyâsı bakımından çok mühimdir. Cesedimizin maddî gıdâya ihtiyâcı olduğu gibi rûhumuzun da Hâlıkı’nı tanıyıp kulluk yapabilmesi için mânevî gıdâya ihtiyâcı vardır. Maddî gıdâlar nasıl ki tâ kılcal damarlara kadar yayılıp cesedin hayâtiyetini devâm ettirirse, mânevî gıdâ olan zikrullâhın da bütün letâiflerde mekân bulup mü’mini intibâha getirmesi zarûrîdir.
Teheccüdün, cehennem azâbına karşı bir kalkan olduğu bildirilmektedir. Hz. Ali -radıyallâhu anh-, cennetin tâlibi olan ve cehenem ateşinden kaçmak isteyen bir kimsenin, seherleri uyku ve gafletle geçirmesinin doğru olmadığını, bunun hayreti mûcip bir durum olduğunu ifâde etmektedir:
أَلاَ وَإِنِّي لَمْ أَرَ كَالْجَنَّةِ نَامَ طَالِبُهَا وَلاَ كَالنَّارِ نَامَ هَارِبُهَا[5]
İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-’nın anlattığı bir hâdise, bu husûsta ne kadar câlib-i dikkattir:
“Hz Peygamberin sağlığında rüya gören bir kimse, onu Peygamberimiz’e anlatırdı. Ben de bir rüya görmeyi ve onu Efendimiz’e anlatmayı çok isterdim. O zaman bekar bir delikanlı idim ve mescidde uyurdum. Bir defasında rüyamda iki melek beni cehenneme götürdüler. Baktım ki o, kuyu duvarı gibi örülmüş olup kuyununki gibi iki direği vardı. Şaşırdım, orada kendilerini tanıdığım bir kısım insanlar da bulunmaktaydı. Ben; «Cehennemden Allâh’a sığınırım! Cehennemden Allâh’a sığınırım!» diye haykırdım. O sırada bir başka melek gelip bana; «Korkma sana bir şey olmayacak!» dedi.
Bu rüyâyı ablam Hafsa’ya anlattım, o da Allâh Resûlü’ne anlattı. Bunun üzerine Efendimiz şöyle buyurdu:
«Abdullâh ne güzel ve ne iyi bir adamdır! Bir de geceleyin namaz kılmış olsaydı!»” Râvi’nin bildirdiğine göre o günden sonra Abdullâh gecenin büyük bir kısmını ibâdetle geçirir, çok az uyurdu. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 19)
Allâh Resûlü’nün bu teşvikleri İbn-i Ömer’de olduğu gibi diğer sahâbe üzerinde de son derece tesirli olmuş ve her ev gecenin sükûnetinde Allâh’a duâ, zikir, tesbih ve ibâdetle nûrlanmaya başlamıştı. Kâdî Beydâvî -rahmetullâhi aleyh- bu durumu şöyle ifâde etmektedir:
“Ümmet için beş vakit namaz farz olup da gece namazı sünnet hâline gelince, Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbın ahvâlini müşâhede sadedinde gece vakti hücre-i seâdetlerinden dışarı çıkıp ashâbın evleri arasında dolaşmış ve o evleri Kur’ân kıraati, zikir ve tesbih sesiyle arı kovanları gibi uğuldar bir halde bulmuştu.” (Envâru’t-Tenzîl, IV, 111)
Cenâb-ı Hakk bunun üzerine:
“(Ey Resûl!) O (Allah, gece namaza) kalktığın zaman seni ve secde edenler arasında dolaşmanı görmektedir.” (eş-Şuarâ 26/217-219) âyetlerini inzâl buyurmuştur.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz, gece namazını ısrarla tavsiye etmesine rağmen, âilesini, sıhhatini ve işini ihmâl ederek aşırıya kaçan ve hep ibâdetle meşgul olmak isteyen ashâbını da uyarmıştır. Onlara devamlılığı sağlayacak ve bıkkınlığın önüne geçecek olan itidâl ile hareket etmenin yolunu göstermiştir. (Buhârî, Teheccüd, 7)
Efendimiz, gece teheccüd namazını devamlı olarak kıldığı halde, bâzen kalkamayıp üzülen mü’minleri şöyle tesellî ederdi:
“Mûtad olarak geceleyin namaz kılan bir kimse, uykunun galebe çalmasıyla bir gece uyuya kalıp namazını kılamazsa, Allâh Teâlâ hazretleri ona namaz kılmış gibi sevâp yazar. Uykusu da kendisine Allâh tarafından ikram edilen bir sadaka olur.” (Muvatta, Salâtu’l-Leyl, 1)
Gece ibâdeti, insanın gündüz hayâtının bereketli ve feyizli geçmesinin temel şartıdır. Gündüz yapılacak işlerin ve hizmetlerin semeresi, teheccüd vaktinde kalbin doldurulabildiği ölçüde olur. Cenâb-ı Hak, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e teheccüdü emrederken şöyle buyurmaktadır:
“Ey örtünen (Peygamber!) Birazı hariç geceleyin kalk (namaz kıl). Gecenin yarısı kadar (namaz kıl), yahut yarısından biraz eksilt. Veya bunu artır ve ağır ağır, tertil ile Kur’ân oku. Çünkü Biz, senin üzerine ağır bir söz indireceğiz. Şüphesiz gece kalkışı hem daha etkili, hem de söz bakımından daha sağlamdır. Gündüz vaktinde ise senin için uzun bir meşguliyet vardır.” (el-Müzzemmil 73/1-7)
Seher vakitleri anlayış ve söyleyiş bakımından sâir vakitlere göre çok daha tesirli, oldukça sâkin ve huzûr dolu vakitlerdir. Gündüz ise, dikkatlerin dağıldığı, ses ve gürültünün arttığı, sükûnetin parçalandığı zamanlardır. Gece, ibâdet için ayrılmış mûtenâ bir ân, gündüz de hizmet etmek ve rızık kazanmak için bahşedilmiş güzel bir nimettir.
Gece, tatlı ve yumuşak yatakları sırf Allâh Teâlâ için terk ederek ilâhî huzûra, muhabbet ve aşkla baş koyma zamanıdır. Kâmil mü’minler için geceler, derûnunda gizledikleri sükûnet ve feyz sebebiyle müstesnâ bir ganîmettir. Bu ganîmetin kadrini lâyıkıyla bilenler, bütün mahlukâtın istirâhate çekilerek âlemi derin bir sükûnetin kapladığı hengâmda duâ, ibâdet ve yanık ilticâların kabûlü için Rab’lerine teveccüh etmenin feyizli zemînini bulurlar.
Gecenin tesirli vakitlerini değerlendiremeyen bir kimse, gündüzün meşgaleleri arasında Allâh Teâlâ’ya yönelme ve ibâdet etme fırsatını çok fazla bulamayacaktır. Bulsa bile seher vaktinin tesir ve bereketine ulaşması aslâ mümkün değildir. Cenâb-ı Hakk’ın farklı farklı hikmet ve gâyelerle bahşetmiş olduğu bu nimetleri yerli yerince ve gâyesine uygun olarak kullanmak gerekmektedir. Şeytan, insanın bu dengeyi bozması için elinden geleni yapar. Resûl-i Ekrem Efendimiz, geceleri uyku ile geçiren gaflet ehlinin durumunu tasvir ve hakîkaten teheccüde kalkmak isteyenlere de yol gösterme sadedinde şöyle buyurmuştur:
“Biriniz uyuyunca şeytan ensesine üç düğüm atar. Her birinde düğüm yerine eliyle vurarak «Üzerine uzun bir gece olsun, yat, uyu!» der. İnsan uyanır ve Allâh’ı zikrederse bir düğüm çözülür; abdest alacak olursa bir düğüm daha çözülür; namaz kılarsa bütün düğümler çözülür ve böylece canlı ve hoş bir hâlet-i rûhiye ile sabaha erer. Aksi halde habis rûhlu (içi kararmış) ve uyuşuk bir hâlde sabahlar.” (Buhârî, Teheccüd, 12)
Görüldüğü üzere, gece kalkıp namaz kılmak bedenin ve rûhun sıhhati için faydalı olmaktadır. Fazla uykunun sıhhate zarar verdiğini, rızkın bereketini giderdiğini ve âhiret sermâyesini eksilttiğini bilmeyen yoktur. Öte yandan az uyumak, hayvânî yönün zayıflatılmasında, nefsin terbiye edilmesinde büyük bir etkiye sâhiptir.
Gecelerin nîmetini bilmeyen kimseler için gündüzün hayrını düşünmek mümkün değildir. Dolayısıyla sabahın selâmetini elde etmek isteyen her insan, ilâhî ve mânevî manzaraların iklîmine girebilmek yolunda gecesini gâyeli kullanmak mecbûriyetindedir.
Teheccüd namazı ve geceleri ihyâ etmenin maddî ve mânevî faydasını dost-düşman herkes kabul ve itirâf etmiştir. Gece ibâdetinin bu faydalarını ifâde eden şu misâller, ne kadar ibret vericidir:
Yermük savaşında iki ordu birbirine yaklaşınca Rum komutanı, İslâm askerlerinin durumunu tedkîk için bir Arap câsusu görevlendirir. Casus gerekli araştırmayı yapıp dönünce:
– Durumları nasıl? Ne yapıyorlar? diye sorar. Câsus da gördüklerini şöyle anlatır:
بِاللَّيْلِ رُهْبَانٌ وَبِالنَّهَارِ فُرْسَانٌ
– Onlar geceleri âbid, gündüzleri süvâri bir millet!…
Bunun üzerine komutan şu cevâbı verir:
– Şâyet doğru söylüyorsan yerin altında olmak, onlarla yerin üstünde karşılaşmaktan daha hayırlıdır…(Taberî, Târih, III, 418)
Tarihten ibretli bir vak’a da şöyledir:
Savaşlarda hiçbir düşman Resûlullâh’ın ashâbına üstün gelemiyordu. Aynı şekilde Müslümanlara yenilen Hırakl, askerlerine hiddetle:
– Yazıklar olsun size! Şu savaştığınız kavim nasıl insanlardır? Onlar da sizin gibi beşer değiller mi? diye sordu.
– Evet, dediler.
– Peki siz mi çoksunuz, yoksa onlar mı?
– Efendim, biz her husûsta onlardan kat kat üstünüz.
– O halde size ne oluyor ki onlarla her karşılaştığınızda hezîmete uğruyorsunuz?
Bu esnâda Rum büyüklerinden bir bilge ihtiyar ayağa kalkarak şu tesbitlerde bulunur:
– Çünkü onlar, geceleri ibâdetle geçirirler, gündüzleri oruç tutarlar, ahidlerini yerine getirirler, iyiliği emredip kötülükten sakındırır ve aralarında her şeylerini paylaşırlar… Bu cevap üzerine Hirakl:
– Sen gerçekten doğruyu söyledin, dedi. (İbn-i Asâkîr, II, 97)
Bu misallerde görüldüğü gibi, gecelerin derinliğinde fışkıran ve kalbleri harekete geçirici bir nûr, elde edilen zaferlerle gündüzlerin ışığına ışık katmıştır. Günümüz Müslümanlarının acılar içerisinde kıvranışı, kendi öz kimliklerinden kopmalarının ve Allâh’a kulluktaki za’fiyetlerinin hazîn bir netîcesi olsa gerektir. Eğer mü’min, geceyi gâyeli kullanabilir ve zikrin rûhâniyetinden nasip alabilirse gecesi gündüzünden daha aydınlık olur. Gâyesiz uykuya mahkûm bir gece ise taşa, denize ve çöle yağan yağmur gibi semeresiz ve telâfisi zor bir kayıptır. İbrâhim Hakkı Erzurûmî hazretleri mevzûyu ne güzel hulâsa etmektedir:
Ey dîde! Nedir uyku gel uyan gecelerde
Kevkeplerin et seyrini seyrân gecelerde
Bak hey’et-i âlemde bu hikmetleri seyret
Bul Sâni’ini ol O’na hayrân gecelerde
Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gâfil
Koy gafleti dildârdan utan gecelerde
Gafletle uyumak ne revâ abd-i hakîre
Şefkatle nidâ eyleye Rahmân gecelerde
Cümle geceyi uyuma Kayyûm’u seversen
Tâ hay olasın Hayy ile ey cân gecelerde
Âşıklar uyumaz gecelerde hem sen uyuma kim
Gönlün gözüne görüne cânân gecelerde
Dil Beyt-i Hudâ’dır ânı pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyler o Sultân gecelerde
5. Nâfile Namazları
“… Kulum bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibadetlerle durmadan yaklaşır; nihâyet ben onu severim…”
Buhârî, Rikâk, 38
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in hayâtı, Allâh’a ibâdet ve kulluğun birçok güzel örnekleriyle doludur. Günün muhtelif vakitlerinde kıldığı bir çok nâfile namazı mevcuttur. Ümmetini de, güçleri nisbetinde bu namazları kılmaya teşvik etmiştir. Kul, Allâh’a farzlarla yaklaştığı kadar hiçbir amel ile yaklaşamaz. Ancak, bu yolculuğu nâfilelerle devam eder. Cenâb-ı Hak, nâfile ibâdetlerle meşgul olan kullarına cennetinde, hiçbir gözün görmediği ve hiç kimsenin aklına gelmeyen nimetler va’detmektedir. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“Müslüman bir kimse, her gün Allâh rızâsı için farzların dışında nâfile olarak on iki rekât namaz kılarsa, Allâh Teâlâ ona cennette bir köşk hazırlar.” buyurmuştur. (Müslim, Müsâfirîn, 103)
Nâfile namazların fazîletini ve insana kazandırdığı sevabı ortaya koyan bir vâkıâ, Hayber’in fethedildiği gün yaşanmıştır. Bir kimse Peygamber Efendimiz’e gelerek:
– Ey Allâh’ın Resûlü, bugün ben öyle bir kâr ettim ki, böylesini şu vâdi ahalisinden hiçbiri yapmamıştır, dedi. Efendimiz:
“ – Bak hele! Neler kazandın?” diye sordu. Adam:
– Ben alıp satmaya ara vermeden devam ettim. Öyleki üç yüz ukıyye[6] kâr ettim, dedi. Efendimiz:
“ – Sana kârların en hayırlısını haber vereyim mi?” diye sordu. Adam:
– Nedir, ey Allâh’ın Resûlü? dedi. Efendimiz şu cevâbı verdi:
“ – (Farz) namazdan sonra kılacağın iki rekât nâfile namazdır.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 168)
Kıyâmet günü kulun hesâba çekileceği ilk husûs, namazdır. O dehşetli ve belâlı günde, daha hesâbın ilk kademesinde zor duruma düşen kulun imdâdına, kılmış olduğu nâfile namazlar yetişecektir. Bu hakîkati Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle haber vermiştir:
“Kıyâmet gününde kulun hesaba çekileceği ilk amel, namazdır. Eğer namazı düzgün olursa, işi iyi gider ve kazançlı çıkar. Namazı düzgün değilse, kaybeder ve zararlı çıkar. Şâyet farzlarından bir şey noksan olursa, Azîz ve Celîl olan Rabbi:
«Kulumun nâfile namazları var mı, bakınız?» der. Farzların eksiği nâfilelerle tamamlanır. Sonra diğer amellerinden de bu şekilde hesaba çekilir.” (Tirmizî, Salât, 188)
Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- farz namazları cemâatle kılmaya âzamî derecede gayret ederken, nâfile namazlarını daha çok evinde kılmayı tercih eder ve şöyle buyururdu:
“Ey İnsanlar! Evinizde namaz kılınız. Zîrâ farz dışındaki namazların en makbûlü, insanın evinde kıldığıdır.” (Buhârî, Ezân, 81)
Bilindiği gibi farz namaz, her Müslümanın yerine getirmesi zarûrî olan bir ibâdettir. Binâenaleyh açıktan kılınması ve insanların bu ibâdete daha sağlam bir şekilde teşvik edilmesi gerekmektedir. Bu sebeple açıktan ve büyük bir cemâat şuuru içinde edâsı daha uygundur. Nâfile namazlar ise insanların kendi isteğine bırakılmıştır, yâni ihtiyârîdir. Allâh’a vuslat yolunda yarışan kimselerin riyâ ve süm’a handikaplarını daha kolay aşabilmeleri, bunları gizli olarak evlerinde kılmalarına bağlıdır.
Diğer bir önemli nokta da, evlerin namazla şereflenmesi ve bereketlenmesidir. Şâir Fâruk Nâfiz Çamlıbel’in:
Fânî cihânda bir köşe vardır ki uhrevî
Bir Müslüman mahallesi, bir Müslüman evi
beytiyle ifâde ettiği gibi, Müslümanın evinde nâfile namazların çokluğu netîcesinde, mânevî ve lâhûtî bir havâ esmelidir. Cemâatle namaza çok önem veren Müslümanların, evlerini namaz kılınmayan yerler hâline getirerek harâbeye çevirmeleri, uygun bir davranış değildir. Bu konuda Peygamber -aleyhisselâm- mü’minlere:
“Namazınızın bir kısmını evlerinizde kılınız da, oraları kabirlere çevirmeyiniz.” îkâzında bulunmuştur. (Buhârî, Salât, 52)
a. Kuşluk (Duhâ) Namazı
Allâh Teâlâ’nın kullarına ihsân ettiği nimetleri, saymakla bitirmek mümkün değildir. Bu nimetlerin her biri için insanın şükretmesi ve sadaka vermesi gerekmektedir. Zayıf ve âciz olan insanoğlunun, sayıya gelmeyecek derecede bol ve çeşitli olan bu kadar ihsân için, gereken sadakaya güç yetirebilmesi mümkün değildir. Ancak, hiç değilse kişinin bu duygularla dolu olması ve bir gayret içinde bulunması gerekmektedir. Böyle olduğu takdirde rahmet-i ilâhîyi celbetmek mümkün olur. Cenâb-ı Hak da kulunun az amelini çok kabul ederek, ona büyük mükâfâtlar bahşeder. Bu mânâda âlemlere rahmet olan Efendimiz, ümmetine kolaylık sağlayarak şöyle buyurmuştur:
“Her gün, bedeninizdeki her bir kemiğiniz ve mafsalınız için bir sadaka gerekmektedir. Her tesbîh bir sadakadır, her tahmîd bir sadakadır, her tehlîl bir sadakadır, emr bi’l-ma’rûf bir sadakadır, nehy ani’l-münker de bir sadakadır. Bütün bunlara kişinin kuşluk vakti kılacağı iki rekât namaz kâfî gelir.” (Müslim, Müsâfirîn, 84)
Demek ki, bir günde kılacağımız iki rekât kuşluk namazı, ihlâs ve samîmiyetimiz ölçüsünde, Allâh Teâlâ’nın sonsuz nimetlerine karşı bir şükür ifâdesi olarak kabul edilmektedir. Böylece Rabbimiz, ihsân etmiş olduğu nimetlerin şükrü için, herkesin uygulayabileceği bir kolaylık sağlayarak, bizlere ayrı bir ikramda daha bulunmuştur. O’na ne kadar hamd etsek azdır.
Peygamber Efendimiz, kuşluk namazına çok ehemmiyet verirdi. Bu namazı dört rekât kıldığı ve Allâh’ın dilediği kadar artırdığı rivâyet edilmektedir. (Müslim, Müsâfirîn, 78-79) Sekiz ve on iki rek’ât kıldığı da rivâyet edilmiştir. (Buhârî, Teheccüd, 31)
Ebû Hureyre hazretleri, bir defâsında şöyle demiştir:
“Dostum Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bana, her ay üç gün oruç tutmayı, iki rekât kuşluk namazı kılmayı ve uyumadan önce vitri edâ etmeyi tavsiye buyurdu.” (Buhârî, Teheccüd, 33)
Bir keresinde Peygamber Efendimiz, bir yere askerî birlik göndermişti. İslâm askerleri kısa sürede büyük ganîmetlerle döndüler. Bunun üzerine Hz. Ebûbekir:
– Yâ Resûlallâh! Biz bunlardan daha çabuk dönen ve daha fazla ganîmet getiren başka bir birlik görmedik, dedi. Allâh Resûlü:
“– Ben size bundan daha çabuk dönen ve daha çok ganîmet sağlayan bir şeyi haber vereyim mi?” diye sordu. Daha sonra şöyle devâm etti; “Bir adam güzelce abdest alarak mescide varır, sabah namazını edâ eder, ardından da kuşluk namazını kılarsa işte bu şahıs, hem daha çabuk dönmüş, hem de daha fazla kazanmış olur.” buyurdu. (İbn-i Hibbân, VI, 276)
Kuşluk namazının kılınma vakti, güneşin doğuşundan yaklaşık kırk beş dakîka sonra başlar, zevâl vaktinden yani güneşin tepe noktaya dikildiği zamandan yarım saat öncesine kadar devâm eder. Gündüzün dörtte biri geçtikten sonra kılınması daha sevaptır. Umûmiyetle bu vakitte başka bir namaz kılınmadığı için, kimsenin ibâdet etmediği bir saatte insanın Rabbine kulluk etmesi son derece kıymetli bir harekettir. Gündüzün ilk saatleri rızık arama ve geçim telâşı için koşuşturma ânıdır. Kuşluk vakti gibi tam meşgûliyetin yoğun olduğu bir anda namaz kılmanın teşvik edilmesi ise dünyâ işlerine dalmanın bir ölçüde önüne geçilmesi ve dünyâ tutkusuna karşı bir tür panzehir olması içindir.
b. Evvâbîn Namazı
İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- Peygamber Efendimiz’in akşam namazından sonra iki rekât namaz kıldığını bildirmiştir. (Buhârî, Teheccüd, 29) Bu namaza “evvâbîn” ismi verilir.
Evvâbîn kelimesi, “Allâh’a yönelen, tövbe eden kimse” anlamındaki evvâb’ın çoğuludur. Günâh işlediği zaman hemen Allâh’ı hatırlayarak tövbe eden, O’na yönelen, ve O’na itaat ederek hayır işler yapan her bir kimse “evvâb”dır. Akşam namazından sonra altı rekât veya dört rekât yahut iki rekât namaz kılan, hatta bâzı hadislere göre, rekât sayısı belirtilmeden akşam ile yatsı arasında namaz kılan kimseler de “evvâbîn” diye anılmışlardır.
c. Hâcet Namazı
Her ihtiyâcını Allâh’a arzeden ve her fırsatta O’nu zikredip yücelten Resûl-i Ekrem Efendimiz, herhangi bir ihtiyacı olan kimseye iki rekât namaz kıldıktan sonra Allâh’a duâ etmesini tavsiye etmiştir. Hadîs-i şerîf şöyledir:
“Kimin Allâh’a veya herhangi bir insana ihtiyâcı hâsıl olursa, önce abdest alsın, bunu da güzel bir şekilde yapsın, iki rekât namaz kılsın, sonra Allâh Teâlâ’ya senâda bulunsun, Resûlü’ne salât okusun, daha sonra da şu duâyı yapsın:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ. سُبْحَانَ اللهِ رَبِّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ. اَلْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ. اَللّهُمَّ اِنِّى اَسْأَلُكَ مُوجِبَاتِ رَحْمَتِكَ وَعَزَائِمَ مَغْفِرَتِكَ وَالْغَنِيمَةَ مِنْ كُلِّ بِرٍّ وَالسَّلاَمَةَ مِنْ كُلِّ اِثْمٍ. أَسْأَلُكَ أَلاَّ تَدَعَ لِى ذَنْبًا اِلاَّ غَفَرْتَهُ وَلاَ هَمًّا اِلاَّ فَرَّجْتَهُ وَلاَ حَاجَةً هِىَ لَكَ رِضًا اِلاَّ قَضَيْتَهَا لِى.
«Halîm ve Kerîm olan Allâh’tan başka ilâh yoktur. Arş-ı A’zam’ın Rabbi, noksan sıfatlardan münezzehtir. Âlemlerin Rabbi’ne hamd olsun. Allâhım! Rahmetine vesile olacak amelleri, mağfiretini celbedecek sebepleri taleb ediyor, her çeşit günâhtan koruman için sana yalvarıyorum. Her türlü iyilikte zenginlik, her çeşit günâhtan selâmet diliyorum. Rabbim! Affetmediğin hiçbir günâhımı, gidermediğin hiçbir sıkıntımı bırakma! Rızâna uygun olan her türlü dileğimi yerine getir! Hangi amelden râzı isen onu ver, ey Rahîm olan, bana en ziyâde rahmet eden Rabbim!»
Bundan sonra dünyevî veya uhrevî her türlü ihtiyâcı için duâ etsin. Çünkü istediği kendisine verilecektir.” (İbn-i Mâce, İkâme, 189; Tirmizî, Vitr, 17)
Bir kimsenin hâcetini, fânilere yalvararak değil de, bu yolla doğrudan Allâh’a yönelerek gidermesi, tevhîd inancının güçlenerek nefsinde iyice yerleşmesini sağlayacak ve o kişiyi ihsân derecesine yükseltecektir.
Allâh Resûlü’nün hâcet namazı tavsiyesine sıkıca sarılan ashâbı, herhangi bir ihtiyaçları olduğunda Allâh’a ilticâ eder ve murâdlarına nâil olurlardı. Bir yaz günü Enes -radıyallâhu anh-’e bahçıvanı gelerek, yağmur yağmadığından ve bahçenin kuruduğundan yakındı. Hz. Enes su isteyerek abdest aldı ve namaza durdu. Selâm verdikten sonra bahçıvanına:
– Gökyüzünde bir şey görebiliyor musun? diye sordu. Bahçıvan:
– Göremiyorum, dedi. Enes -radıyallâhu anh- tekrar içeri girip namaz kılmaya devam etti. Üçüncü yahut dördüncü kez bahçıvanına:
– Gökyüzünde bir şey görebiliyor musun? diye sorunca adam:
– Kuş kanadı gibi bir bulut görüyorum, dedi. Bunun üzerine Enes -radıyallâhu anh- namazını ve duâsını sürdürdü. Az sonra bahçıvan yanına girdi ve:
– Gök bulutla kaplandı ve yağmur yağmaya başladı, dedi. Hz. Enes:
– Haydi Bişr bin Şegaf’ın gönderdiği ata bin de yağmurun nerelere kadar yağdığına bak, dedi.
Bahçıvan ata binip etrâfı dolaştığında yağmurun Müseyyerîn köşkleriyle Gadbân sarayından öteye geçmediğini gördü ki Enes -radıyallâhu anh-’ın bahçesi de bu sınırlar dâhilindeydi. (İbn-i Sa’d, VII, 21-22)
Yine Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından Ebû Mi’lâk adında biri vardı. Bu zat başkaları ile ortaklık kurarak ticâret yapardı. Dürüst ve takvâ sâhibi biri idi. Bir defasında yine yola çıkmıştı. Karşısına çıkan silahlı bir hırsız:
– Neyin varsa çıkar seni öldüreceğim, dedi. Ebû Mi’lâk:
– Maksadın mal almaksa al, dedi. Hırsız:
– Ben sâdece senin canını istiyorum, dedi. Ebû Mi’lâk:
– Öyleyse bana müsâade et de namaz kılayım, dedi. Hırsız:
– İstediğin kadar namaz kıl, dedi. Ebû Mi’lâk namazını kıldıktan sonra şöyle duâ etti:
يَا وَدُودُ، يَا ذَاالْعَرْشِ الْمَجِيدِ، يَا فَعَّالاً لِمَا يُرِيدُ! اَسْاَلُكَ بِعِزَّتِكَ الَّتِى لاَ تُرَامُ وَمُلْكِكَ الَّذِى لاَ يُضَامُ وَبِنُورِكَ الَّذِى مَلأَ اَرْكَانَ عَرْشِكَ اَنْ تَكْفِيَنِى شَرَّ هذَا (اللِّصِّ). يَا مُغِيثُ اَغِثْنِى
“Ey gönüllerin sevgilisi! Ey yüce arşın sâhibi! Ey her istediğini yapan Allâhım! Ulaşılmayan izzetin, kavuşulmayan saltanatın ve arşını kaplayan nûrun hürmetine beni şu (hırsızın) şerrinden korumanı istiyorum! Ey imdâda koşan Allâhım, yetiş imdâdıma!
Ebû Mi’lâk, bu duâyı üç defâ tekrârladı. Duâsını bitirir bitirmez, elindeki kargıyı kulakları hizâsında tutan bir süvârî peydâh oldu ve hırsızı öldürdü. Sonra da Ebû Mi’lâk’a döndü. Allâh’ın lütfuyla kurtulan sahâbî:
– Kimsin sen? Allâh seni vasıta kılarak bana yardım etti, diye şaşkınlıkla sorunca süvâri:
– Ben dördüncü kat semâ ehlindenim. İlk duânı yapınca semâ kapılarının çatırdadığını işittim. İkinci defa duâ edince, gök ehlinin gürültüsünü işittim. Üçüncü defa duâ edince, “Zorda kalan biri duâ ediyor!” denildi. Bunu duyunca Allâh’tan, hırsızı öldürmeye beni memûr etmesini istedim. Allâh Teâlâ da kabul etti ve geldim. Şunu bil ki, abdest alıp dört rekât namaz kılan ve bu duâyı yapan kimsenin, zorda olsun veya olmasın duâsı kabul edilir, dedi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 182)
d. İstihâre Namazı
Câhiliye döneminde insanlar, yola çıkmak, evlenmek, alış veriş yapmak gibi önemli bir işleri olduğu zaman, fal oklarına başvururlar ve böylece o şeyi yapmanın hayır mı şer mi olduğunu öğrenmek isterlerdi. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bunu yasakladı. Çünkü bunun bir aslı yoktu ve sâdece tesâdüften ibâretti. Üstelik bu uygulamada Allâh’a iftirâ da söz konusuydu. Zîrâ okların üzerinde; “Rabbim bana emretti”, “Rabbim bana yasakladı” yazıyordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz bunun yerine ashâbına istihâre usûlünü öğretti.
İstihârenin en önemli faydası, insanın kendi nefsî arzusunu ortadan kaldırması ve yüzünü Allâh’a dönmesidir. Bu sebeple Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- istihâreye çok önem vermiş ve onu terketmeyi şekâvet alâmeti saymıştır:
“Ademoğlunun saâdet sebeplerinden biri, Allâh Teâlâ’nın hükmüne rızâ göstermesidir. Şekâvet sebeplerinden biri de, O’na istihâre yapmayı terketmesidir…” (Tirmizî, Kader, 15)
İstihâre ile alâkalı olarak Câbir -radıyallâhu anh- şöyle demektedir:
Allâh Resûlü bize, Kur’an’dan bir sûre öğretir gibi, her işte istihâre yapmayı tâlim ederdi. Derdi ki:
“Biriniz bir iş yapmayı arzu ettiği zaman, farzlar dışında iki rekât namaz kılsın, sonra şu duâyı okusun:
اَللّهُمَّ اِنِّى اَسْتَخِيرُكَ بِعِلْمِكَ وَاَسْتَقْدِرُكَ بِقُدْرَتِكَ وَاَسْاَلُكَ مِنْ فَضْلِكَ الْعَظِيمِ فَاِنَّكَ تَقْدِرُ وَلاَ اَقْدِرُ وَتَعْلَمُ وَلاَ اَعْلَمُ وَاَنْتَ عَلاَّمُ الْغُيُوبِ. اَللّهُمَّ اِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ اَنَّ هذَا الاَمْرَ خَيْرٌ لِى فِى دِينِى وَمَعَاشِى وَعَاقِبَةِ اَمْرِى – فِى عَاجِلِ اَمْرِى وَآجِلِهِ- فَاقْدُرْهُ لِى. وَاِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ اَنَّ هذَا الاَمْرَ شَرٌّ لِى فِى دِينِى وَمَعَاشِى وَعَاقِبَةِ اَمْرِى – فِى عَاجِلِ اَمْرِى وَآجِلِهِ- فَاصْرِفْهُ عَنِّى وَاصْرِفْنِى عَنْهُ وَاقْدُرْ لِىَ الْخَيْرَ حَيْثُ كَانَ ثُمَّ رَضِّنِى بِهِ
«Allâhım, Sen’den hayır taleb ediyorum, zîrâ Sen her şeyi bilirsin. Sen’den hayrı yapmaya kudret taleb ediyorum. Zîrâ Sen vermeye kadirsin, Rabbim! Yüce fazlını da taleb ediyorum. Sen her şeye kâdirsin, ben âcizim. Sen bilirsin, ben câhilim. Sen gaybları bilirsin. Allâhım, eğer bu iş dînim, hayâtım ve sonum için hayırlı ise, bunu bana takdir et ve yapmamı kolay kıl. Sonra da onu hakkımda mübârek kıl. Eğer bu iş, bana dinim, hayâtım ve âkıbetim için zararlı ise; onu benden çevir, beni de ondan uzaklaştır. Hayır ne ise onu takdir et, sonra da bana onu sevdir!»
Duâ esnâsında, («bu iş» diye geçen yerde) hayırlı olmasını istediği işi zikretsin.” (Buhârî, Deavât, 48)
Bir iş hakkında bu şekilde Allâh’a yönelip yalvaran ve hâlisâne yardım talebinde bulunan kulun kalbinde bir huzûr ve itmi’nan husûle gelir, yapacağı iş hususunda da biiznillâh hayırlı tarafa bir meyil oluşur. Bu meyle göre hareket eden kul, netîcede yanlış yapmaktan korunarak hayırlı sonuçlara nâil olur.
e. Tahiyyetü’l-Mescid Namazı
Ebû Katâde birgün Mescid-i Nebevî’ye geldi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in ashâb-ı kirâm arasında oturduğunu görünce, o da gelip yanlarına oturdu. Bunun üzerine Allâh Resûlü Ebû Katâde’ye dönerek:
“– Oturmadan önce iki rekât namaz kılmana ne mâni oldu?” diye sordu. Ebû Katâde de:
– Yâ Resûlallâh! Senin ve cemâatin oturduğunu gördüm, (bu sebeple kılmadım), dedi. Bunun üzerine Nebiyy-i Muhterem -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Biriniz mescide girdiğinde, iki rekât namaz kılmadan oturmasın.” buyurdu. (Müslim, Müsâfirîn, 70)
Bunun gibi tahiyyetü’l-mescid namazını tavsiye eden başka hadis-i şerîfler de mevcuttur. Tahiyyetü’l-mescid, mescidi yani câmiyi selâmlamak demektir. Câmiler Allâh’ın evleridir. Bir eve giren kimsenin, önce ev sâhibini selâmlaması kadar tabiî bir şey olamaz. Câmiye giren kimse, tahiyyetü’l-mescid namazı kılmak sûretiyle bir nevî Allâh Teâlâ’yı selâmlamış, ona bağlılığını, saygısını ve kulluğunu arzetmiş olur. Ancak bu namaz kerahat vakitlerinde kılınmaz.
f. Abdest Aldıktan Sonra Kılınan Namaz
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Bilâl -radıyallâhu anh-’e:
“– Bilâl! Müslüman olduktan sonra yaptığın ibâdetler arasında en fazla sevap beklediğin hangisidir? Çünkü ben cennette, senin ayakkabılarının sesini önümde duydum!” diye sordu. Hz. Bilâl de:
– Gece veya gündüz abdest aldıktan sonra kılabildiğim kadar namaz kılarım. En fazla sevap beklediğim ibâdet budur, dedi. (Buhârî, Teheccüd, 17)
Devamlı abdestli durmak ve her abdest sonrasında da namaz kılmak, ihsân mertebesine ulaşabilmek için önemli bir adımdır. Bunu da ancak büyük bir cehd ve gayret sâhibi kimseler başarabilir. Bu hâl, günâhların affedilmesine de sebep olur. Hz. Osman -radıyallâhu anh-, insanlara öğretmek için abdest aldıktan sonra:
– Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i bu şekilde abdest alırken gördüm. Abdesti bitince de şöyle buyurdu:
“Kim şu abdestim gibi abdest alır, arkasından iki rekât namaz kılar ve namazda nefsinin vesvesesinden uzak durursa, geçmiş günâhları affedilir.” (Buhârî, Vudû, 24) diyerek bu hakîkati ifâde etmiştir.
g. Tevbe Namazı
Allâh’a karşı, bir gaflet eseri veya nefse uyarak günâh işlendiğinde onun keffâreti, büyük bir nedâmet içerisinde yine O’na teveccüh etmektir. Zîrâ bir günâh işledikten hemen sonra, o günâhın pası henüz kalpte yer etmeden Allâh’a yönelmek ve tevbe etmek, işlenen günâha keffâret olur. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“Şeytan seni bir kötülüğe sevketmek isterse, hemen Allâh’a sığın.” (Fussılet 41/36)
“Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl! Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır.” (Hûd 11/114)
Dâvûd -aleyhisselâm-, iki tarafı da dinlemeden acele hüküm vermek sûretiyle zelle işlediğinde hemen Rabbine istiğfâr etmiş, rükû ve secdeye kapanarak Allah’a yönelmiştir.” (Sâd 38/24)
Resûlullâh Efendimiz:
“Nerede bulunursan bulun, Allâh’a karşı takvâ sâhibi ol! Bir günâh işlediğinde hemen arkasından bir iyilikte bulun! Zîrâ o, günâhı yok eder. Ve bir de insanlara karşı hüsn-i ahlâk ile muâmele et!” buyurmuştur. (Tirmizî, Birr, 55)
Bunun gibi âyet ve hadislerde, kötülük yapan bir kimsenin, hemen akabinde bir iyilik yapması, kötülüğü iyilikle defetmesi istenmektedir. Hz. Ali -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Ben Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bir hadis duyduğumda, Allah Teâlâ bana o hadisten dilediği kadar istifade ettirirdi. (Yani onunla amel ederdim). Resûlullah Efendimiz’in ashâbından biri bana hadis rivâyet ettiğinde ondan yemin etmesini isterdim. Yemin ederse sözünü kabul ederdim. Bir defâsında Ebû Bekir -radıyallâhu anh- bana bir hadis rivâyet etti. Şüphesiz Hz. Ebû Bekir doğru söylerdi (Bu sebeple ona yemin ettirmezdim). Dedi ki:
«–Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu işittim:
“Bir kul herhangi bir günah işlediğinde, kalkar, güzelce abdest alıp iki rekât namaz kılar ve Allah’a istiğfar ederse, Cenâb-ı Hak muhakkak o kulunu mağfiret buyurur.”
Sonra Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu âyet-i kerimeyi okudu:
“Onlar (müttakî mü’minler), bir kötülük yaptıklarında ya da kendilerine zulmettiklerinde, Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfar ederler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.” (Âl-i İmrân 3/135)»” (Ebû Dâvûd, Vitr, 26/1521; Tirmizî, salât, 181/406; Tefsîr, 3/3006; Ahmed, I, 2)
h. Şükür Namazı
Allâh Teâlâ’nın ihsân etmiş olduğu sayısız nimetlere şükretmek, bütün insanların yerine getirmesi lâzım olan bir borçtur. Şükür, verilen nimeti artırdığı gibi, şükürsüzlük de, onun zevâline ve hatta sâhibinin şiddetli bir azâba mâruz kalmasına sebeb olur. Mevlâna -kuddise sirruh- bunu ne güzel misâllendirir:
“Şükür, nimet memesini emmektir. Meme ne kadar dolu olursa olsun, süt onun ucuna kadar gelmez. Nîmeti artırmak için onu emmek lâzımdır.” (Fîhi mâ fîh, s. 165)
Efendimiz, sevindiğinde veya sevindirici bir haber aldığında, Allâh’ın bu ihsânına şükretmek için secdeye kapanır[7] ve namaz kılardı. (İbn-i Mâce, Salât, 192)
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır:
Nebiyy-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-, bir ihtiyacının görüldüğü husûsunda müjdelenmişti, bunun üzerine hemen secdeye kapandı. (İbn-i Mâce, Salât, 192)
Aynı şekilde ashâb-ı kirâm da sevindikleri anlarda şükür namazı kılmışlardır. Tebûk seferine katılmayan Ka’b bin Mâlik -radıyallâhu anh-, bu hatasından dolayı dünyânın bütün genişliğine rağmen kendisine dar geldiği günler yaşadıktan sonra, tevbesinin kabul edildiği haberini alınca, derhal secdeye kapanmıştır. (İbn-i Mâce, Salât, 192) Daha sonra da bütün mal varlığını Peygamber Efendimiz’e teslîm ederek tasadduk edilmesini istemiş, ancak Efendimiz yarısını infâk edip, diğer yarısını da ehline bırakmasını söylemiştir. (Buhârî, Megâzî, 79)
Aslında şükür, kalbin işidir. Ancak kalbdeki duygunun güç kazanabilmesi için mutlaka dışa vuran bir şeklinin olması gerekir. Bir de nimetlerin vermiş olduğu taşkınlık ve şımarıklık hâlinin önüne geçilmesi gerekir. Nimetin sâhibine boyun eğmek ve onun huzûrunda yere kapanmak sûretiyle, bu taşkınlık ve şımarıklık da ortadan kaldırılmış olur.
i. Terâvih Namazı
Ramazan gecelerinde terâvih namazı kılmak, Peygamberimiz’in sünnetidir. O; “Yüce Allâh Ramazan’da orucu farz kıldı, ben de (terâvih) namazını sünnet kıldım.” buyurmuştur. (İbn-i Mâce, Salât, 173) Ramazan’dan en güzel şekilde istifâde edebilmek için; orucun tutulması yanında gecelerinin de ihyâ edilmesi, dilin her türlü mâlâyâniden korunması ve îtikâfa girilmesi gerekmektedir. Ramazan gecelerinin ihyâsı, mağfiret sebebidir. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Kim, inanarak ve sevâbını Allâh’tan umarak Ramazan gecelerini ihyâ ederse, geçmiş günâhları affolunur.” (Buhârî, Terâvih, 46)
Hz. Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın haber verdiğine göre, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Ramazan ayında, ibâdet husûsunda diğer aylarda görülmeyen bir gayret içerisinde olurdu. Ramazan’ın son on gününde ise, kendisini daha fazla ibâdete verirdi. Bu günlerde geceyi ihyâ eder, âilesini uyandırırdı. (Buhârî, Fadlu Leyleti’l-Kadir, 5)
Resûlullâh Efendimiz, Ramazan gecelerini terâvîh namazı ile değerlendirmiş, ancak cemâat hâlinde kılmamıştır. Herkesin, gücü nispetinde ibâdet etmesini daha uygun bulmuştur. Terâvih namazı, Hz. Ebûbekir zamanında da ferdî olarak kılınmış, cemâatle kılınmaya Hz. Ömer zamanında başlamıştır. Peygamber Efendimiz’in bu namazı yalnız kılmasının hikmetini beyân eden bir hâdiseyi, Âişe vâlidemiz şöyle anlatır:
“Allâh Resûlü, Ramazan ayında bir gece mescidde nâfile namaz kılmıştı. Birçok kimse de ona iktidâ ederek namaz kıldı. Sabah olunca ashab, «Resûlullâh geceleyin mescidde namaz kıldı.» diye konuştular. Efendimiz ertesi gece de namaz kıldı. Halk, yine bunu konuştu; katılanların sayısı da iyice arttı. Üçüncü veya dördüncü gece insanlar yine toplandı. Öyleki mescid, onları alamayacak hâle gelmişti. Ancak Resûl-i Ekrem bu gece yanlarına çıkmadı. Sabah olunca Efendimiz:
«Yaptığınızı gördüm. Yanınıza çıkmaktan beni alıkoyan şey, bu namazın sizlere farz oluvermesinden korkmamdır.» buyurdu.” (Buhârî, Terâvih, 1; Müslim, Müsâfirîn, 177)
k. Tesbih Namazı
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, amcası Abbâs’a; “Amcacığım! Sana ikram ve ihsanda bulunmamı ister misin?” dedikten sonra, gelmiş geçmiş günâhlarının affedilip, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanabilmesi için, tesbih namazı kılmasını tavsiye etmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Dört rekât namaz kılarsın. Her bir rekâtte Fâtiha sûresi ve bir sûre okursun. Birinci rekâtte kıraati tamamlayınca, kıyâmda olduğun hâlde on beş kere «sübhânellâhi ve’l-hamdü li’llâhi ve lâ ilâhe illallâhü va’llâhu ekber» dersin. Sonra rükû yapıp orada aynı tesbihi on kere söylersin, rukûdan başını kaldırır on kere daha söylersin. Daha sonra secde yapıp aynı tesbihi on kere söylersin. Secdeden başını kaldırınca da on kere tekrarlarsın. Tekrar secdeye varıp yine on kere aynı tesbihi yaparsın. İkinci secdeden başını kaldırınca da on kere söylersin. Böylece bir rekâtte bunları yetmiş beş defâ söylemiş olursun. Aynı şeyleri dört rekâtte de yaparsın. Dilersen bu namazı her gün bir kere kıl. Her gün yapamazsan haftada bir kere, haftada yapamazsan ayda bir kere, o da olmazsa yılda bir kere kıl. Yılda bir kere de kılamazsan, hiç olmazsa ömründe bir kere kıl.” (Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 14; Tirmizî, Vitr, 19)
l. İstiskâ Namazı
Bir defâsında Habîb-i Ekrem Efendimiz’e yağmur yağmadığından şikâyet edilmişti. Bunun üzerine bir minber getirilmesini istedi. Minber musallâya[8] kuruldu. Halkın oraya gitmesi için gün tesbit edildi. Allâh Resûlü güneşin kızıllığı ufukta görülür görülmez yola çıktı. Musallaya varıp minbere oturdu. Tekbir getirdi, Allâh’a hamdetti ve:
“Sizler, memleketinizin kuraklığa uğradığından, yağmurun normal zamanında yağmayıp gecikmesinden şikâyetlendiniz. Allâh -celle celâluh- kendisine duâ etmenizi emrediyor. Duânıza icâbet edeceğini va’dediyor.” buyurdu ve şöyle duâ etti:
“Hamd Âlemlerin Rabbi’ne aittir. O, Rahmân ve Rahim’dir, âhiret gününün sâhibidir. Allâh’tan başka ilâh yoktur. O dilediğini yapar. Ey Rabbimiz! Sen kendisinden başka ilâh olmayan Allâh’sın. Sen zenginsin, biz fakiriz. Üzerimize yağmur indir. İndirdiğini bize kuvvet ve güç kıl. Onu belli bir müddet bize yetir!”
Bunu söyledikten sonra ellerini kaldırdı. O kadar yukarı kaldırdı ki koltuğunun altındaki beyazlık göründü. Sonra sırtını halka döndü, elbisesini ters çevirdi, elleri bu sırada hep yukarı kalkmış vaziyette idi. Sonra tekrar halka döndü. Minberden indi ve iki rekât namaz kıldı. Allâh Teâlâ, hemen o anda bulutlarını gönderdi. Gök gürledi, şimşek çaktı. Allâh’ın izniyle yağmur başladı. Fahr-i Kâinât Efendimiz, daha mescidine dönmeden seller aktı. Cemâatin sığınağa dönmekteki acelelerini müşâhede edince azı dişleri görününceye kadar güldü ve:
“Şehâdet ederim ki, Allâh her şeye kâdirdir; ben de Allâh’ın kulu ve resûlüyüm” buyurdu. (Ebû Dâvûd, İstiskâ, 2)
m. Küsûf ve Husûf Namazı
Nâfile namazlardan bir diğeri de, güneş ve ay tutulması, aşırı karanlık bastırması gibi kevnî âyetlerin zuhûru esnâsında kılınan namazdır. Kevnî âyetler ortaya çıktığında, insan kendine gelir ve derhal Allâh’a sığınır, dünyâdan bir tür el etek çeker. İşte böyle bir hâl, mü’minin kendisini duâ, niyâz ve namaza vermesi diğer hayırlı amellerde bulunması için bir fırsattır.
Öte yandan kâfirlerden güneş ve aya kudsiyet atfedip tapanlar vardır. Bir mü’min, onların ibâdete lâyık olmadığını gösteren bir durum vukû bulduğunda, derhal Allâh’a tazarrû ve niyaz etmelidir. Böyle hareket etmek, dini yücelten bir şiâr ve inkarcıları susturan bir cevap olur.
Abdullâh bin Amr’ın anlattığına göre, Peygamber Efendimiz’in zamân-ı saâdetlerinde güneş tutulmuştu. Zât-ı Risâletleri kalkıp insanlara namaz kıldırdı. Kıyâmda o kadar çok kaldı ki âdetâ rükûya varmayacak da hep ayakta duracak zannedildi. Sonra rükûya vardı ve uzun müddet başını kaldırmadı. Arkasından doğruldu, fakat mûtadın üzerinde ayakta durduğu için, secde etmeyeceği intibâını verdi. Nihâyet birinci secdeye vardı. Lakin başını secdeden hiç kaldırmayacağı zannediliyordu. Daha sonra doğrulup oturdu. Bu oturuşu da uzun sürdü. Mübârek başını kaldırmayacakmışçasına ikinci secdeye vardı. Bu minval üzere iki rekât namaz kılıp bitirince güneş bütün parlaklığıyla gözüktü. Arkasından Efendimiz minbere çıkarak ashâbına vecîz bir konuşma yaptı. Konuşmasında Allâh Teâlâ’ya hamd ü senâ ettikten sonra şöyle buyurdu:
“Güneş ve ay, Allâh’ın varlık ve birliğine delâlet eden alâmetlerden sâdece ikisidir. Şâyet bunlar tutulursa, duâ edin, Cenâb-ı Hakk’a yönelip O’na ilticâ edin. Allâh’ın büyüklüğünü hatırlayın, namaza durup Allâh’ı zikretmeye koyulun ve sadaka verin…” (Buhârî, Küsûf, 2-4)
Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, güneş ve ayı, Allâh’ın âyetlerinden bir âyet olarak görmüş ve onların tutulmalarının, herhangi bir kimsenin ölümü veya doğumu sebebiyle olmadığını ashâbına bildirmiştir. Ancak gaybı ve kaderi bilmek Allâh’a mahsus olduğundan, her an kıyâmetin vukû bulabileceğini veya kendi ecelinin gelmiş olabileceğini düşünerek, dâima Allâh’a iltica hâlinde bulunmuştur. Hava kararmaya başlayınca, yağmur yağarken, gök gürlerken, güneş veya ay tutulurken, hep bu duygularla hareket ederek huzûr-ı ilâhîde durmuş ve ümmetinin selâmeti için yalvarmıştır.
Allâh Resûlü’nün bu endişeleri tamâmen Allâh korkusundan kaynaklanmaktaydı. Hz. Âişe’nin anlattığına göre Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, rüzgar estiğinde ve gökyüzünde siyah bir bulut gördüğü zaman korkusundan yüzünün rengi değişir, bazen o buluta karşı durur bakar, bazen geri döner, eve girer çıkardı. Yağmur yağdığında ise rahatlardı. Bunlar bir endişe alameti idi. Hz. Âişe bunun sebebini öğrenmek isteyince Resûl-i Ekrem Efendimiz; “Ne bileyim, belki bu kara bulut Âd kavminin dediği gibi bir azap olur. Onlar gördükleri siyah bulutu yağmur yağdıracak bir bulut zannetmişlerdi; ama o elîm bir azap getirdi” buyurdu. (Buhârî, Tefsîr, 46/2; Müslim, İstiskâ, 14-16) Bu durum Peygamberimiz’in her an müteyakkız oluşunun ve bunu ümmetine de öğretmek isteyişinin bir işâretidir.
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ay tutulduğunda da, bu hâl geçinceye kadar namaz kılmış ve Müslümanlara da kılmalarını emretmiştir. (İbn-i Hibbân, VII, 68, 100)
Küsûf ve Husûf namazı sünnettir. İki rekâttır. Güneş açılıncaya kadar duâ ile meşgul olunur. İmamın Küsûf namazını cemâatle kıldırmasında bir mahzur yoktur. Husûf namazı ise cemâatsiz kılınır. Bu namazların mescidde kılınması da sünnettir. Ezân ve kâmet okunmaz. Sâdece güneş tutulduğunda kılınacak namaz için “es-Salâtü câmiatün: Namaz için toplanınız!” diye seslenilir. (Buhârî, Küsûf, 3; M. A. Köksal, XI, 221)
Ay ve güneş tutulması gibi yer sarsıntısı da, Allâh’ın büyüklüğünü gösteren kevnî âyetlerden birisidir. Hicretin beşinci yılında Medine’de zelzele olmuştu. Kalbi her an Allâh ile berâber olan Peygamber Efendimiz:
“Rabbiniz sizi, râzı olacağı bir hâle döndürmek istiyor. Öyle ise siz de, O’nun rızâsını kazanmaya çalışın!!” buyurdu. (İbn-i Ebî Şeybe, II, 220; İbn-i Esîr, Üsüdü’l-ğâbe, I, 29) İbn-i Abbas’ın, Efendimiz’in bu tavsiyesini dikkate alarak ve güneş tutulmasına kıyâsla zelzele namazı kıldırdığı rivâyet edilmektedir. (İbn-i Ebî Şeybe, II, 220)
[1] Bu namaza “Korku Namazı” denir ki düşman saldırısı gibi ciddî bir tehlike ânında cemâatin iki gruba ayrılarak, imâmın arkasında farz bir namazı nöbetleşe kılmalarıdır. İki rekâtli bir namazın ilk rekâtini, dört rekâtlı bir namazın ise ilk iki rekâtını imamla birlikte kılan birinci grup, ikinci secdeden veya ilk oturuştan sonra cemâatten ayrılıp görev başına gider. İkinci grup gelerek imamla birlikte kalan rekâtları tamamlar ve göreve döner. İmam kendi başına selam verir. Daha sonra da birinci grup “lâhik” hükmünde olduğu için kıraatsiz, ikinci grup ise “mesbûk” durumunda olduğu için kıraatli olarak nöbetleşe namazlarını tamamlar. Böylece hem cemâatle namaz îfâ edilmiş hem de görev aksatılmamış olur. (Komisyon, Diyânet İlmihali, I, 334; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihâli, s. 377-378)
[2] Bir defâsında Kâinâtın Efendisi, elinde bıçak olduğu halde yemek yerken, ezân okunmuş ve namaza çağrılmıştı. Hemen ayağa kalkarak elindeki bıçağı bir kenara bırakıp namaza gitmiştir. (Buhârî, Ezân, 43) Cenâb-ı Hakk’ın namaz emrinin tatbîki husûsunda gösterdiği titizlik sebebiyle, yemeğini terk etmiş ve daha sonra da kılması mümkün olan namazı ilk vaktinde hemen edâ etmiştir.
[3] Efendimiz’in buradaki maksadı cemâate gelmeyenlerin evlerini yakmaya cevaz vermek değil, cemâate devam etmemenin ne kadar büyük bir ihmal olduğunu bildirmektir.
[4] Asrımızda kaydedilen ilmî gelişmeler sâyesinde doktorlar, Efendimiz’in hadîs-i şerîfinin nice hikmetlerle dolu olduğunu gösteren şu açıklamayı yapmaktadırlar: “Melatoninin yükselmesi, akşam kortizolun düşmesi, gece kalp atımlarının ve tansiyonun düşmesi ve parasempatik aktivasyonun artmasıyla, gece yarısı büyüme hormonu ve prolaktin salınır. Bundan dolayı, gecenin ilk yarısından biraz fazlası (saat 02:00-03:00’e kadar) uykuyla geçirilmelidir. Melatoninden faydalanmak; kortizolun yan tesirinden, kalb atışının ve adrenalin yüksekliğinden korunmak için 02:00 ile 04:00 saatleri arasında uyanık olunmalı ve sabahleyin de güneş ışınlarına yakalanmadan uyanılmalıdır.” (Dr. Arslan Mayda, s. 40)
[5] Bâkıllânî, s. 144.
[6] Ukıyye: 1283 gramlık eski bir ağırlık ölçüsü.
[7] Şükür secdesi aynen tilâvet secdesi gibidir. Abdestli bir şekilde şükür secdesine niyet edilir, eller kaldırılmadan “Allâhüekber” diyerek tekbir alınır, secdeye varılır, mümkün olduğu kadar uzun secde yapılır, sonra da kalkılır.
[8] Musallâ: Bir belde halkının cuma, bayram ve cenaze namazlarını bir arada kılmaları için tahsis edilen geniş bir mekan. İslâm’ın ilk asırlarında, genellikle şehirlerin kenar kısımlarında toplu namazlar için musallâlar hazırlanır ve bayram, cuma namazları gibi toplu namazlar bugünkü gibi muhtelif camilerde değil de, sâdece namazgâh denilen bu musallâlarda kılınırdı. Böylece bütün şehir halkının her hafta bir araya gelmesi sağlanırdı.