“Mallarını gece ve gündüz, gizli ve âşikar olarak infâk edenlere Rableri katında büyük bir mükâfât vardır. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzûn da olmazlar.”
el-Bakara 2/274
Farsça “cevanmerd” kelimesinden Türkçeleştirilmiş olan cömertlik kavramı kaynaklarda “sehâ” ve “cûd” lafızlarıyla ifâde edilir. Cömertlik; sehâvet, ikram, ihsan ve yardım etme alışkanlığına verilen bir isimdir. İnsanın, sâhip olduğu imkânlardan Allâh rızası için muhtaçlara ihsan ve yardımda bulunmasını sağlayan üstün bir ahlâkî vasıftır. Cömertliğin kişinin kalbî kıvamına göre birçok tecellîsi olduğunu söyleyen İslâm âlimleri, onu şöyle derecelendirirler:
– Sehâvet: Malın bir kısmının dağıtılmasıdır ki cömertliğin asgarî derecesi olarak kabul edilir.
– Cûd: Hz. Ebûbekir’in cihâd için yaptığı infak gibi malın çoğunun dağıtılıp, geriye azının bırakıldığı cömertliktir.
– Îsâr: Kişinin, ihtiyacı olan bir şeyi, zarar ve sıkıntılara katlanarak başkalarının istifadesine sunmak sûretiyle yaptığı cömertliktir.
Kerem, af, mürüvvet, dost ve arkadaşlara yardımcı olmak, iyilik ve ihsanda bulunmak gibi güzel hasletler, cömert insanın bâriz vasıflarıdır. Ancak burada mühim olan davranışın kendisi değil, kişiyi cömertliğe sevkeden niyet ve sebeplerdir. Bu itibarla gurur ve gösteriş için yapılan cömertçe hareketler, niyet samîmi olmadıkça bir kıymet ifâde etmez. Hakîkî cömertlik, Allâh yolunda ve takvâ sâikiyle yapılandır.
Cömertlik Allâh’ın sıfatlarından biridir. Zîrâ O’nun bir ismi de kullarına kerem ve ihsanı bol, sonsuz cömert anlamına gelen “el-Kerîm”dir. (el-İnfitâr 82/6) Ayrıca er-Rahmân, er-Rahîm, el-Vehhâb, el-Latîf, et-Tevvâb, el-Gaffâr, el-Afüvv, er-Raûf, el-Hâdî gibi ilâhî sıfatlar da Allâh’ın cömertliğini değişik açılardan ifâde etmektedir. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem:
“Allâh Teâlâ Cevâd’dır, yani cömert ve ihsân sâhibidir, bu sebeple cömertliği sever. Yine O, güzel ahlâkı sever, kötü ahlâktan da hoşlanmaz.” (Suyûtî, I, 60)
اِنَّ اللهَ طَيِّبٌ يُحِبُّ الطِّيبَ، نَظِيفٌ يُحِبُّ النَّظَافَةَ، كَرِيمٌ يُحِبُّ الْكَرَمَ، جَوَادٌ يُحِبُّ الْجُودَ
“Şüphesiz Allâh tayyibdir güzel ve hoş olanı sever, temizdir temizliği sever, Kerîm’dir keremi sever, Cevâd’dır cömertliği, cûd ve sehâyı sever.” buyurarak Cenâb-ı Hakk’ı “Cevâd” ism-i şerîfi ile zikretmiştir. (Tirmizî, Edeb, 41)
Bu esmâ-i ilâhiyye, cömertlikteki kemâlin Allâh Teâlâ’ya mahsûs olduğunu göstermektedir. Çünkü Allâh, âlemdeki her bir varlığın neye, ne miktarda ve ne zaman ihtiyâcı olduğunu bilir ve en uygun şekilde ikrâm eder. Ayrıca O, hiç kimseye muhtaç olmadığı ve eksiklikten münezzeh olduğu için lütuflarından dolayı bir karşılık beklemez. İbn-i Arabî’nin ifâdesiyle söyleyecek olursak, hiçbir varlık yokken Allâh Teâlâ, kendi varlığından lûtfetmek sûretiyle mahlûkâtı yaratarak en büyük cömertlikte bulunmuştur.
Cömert olan Allâh Teâlâ, kullarının da bu isimlerinden nasip almalarını ve bu ahlâkı ile ahlaklanmalarını emretmektedir. Âyet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır:
“Ey îmân edenler! İçinde ne bir alış veriş ne bir dostluk ne de (Allâh’ın izni olmadıkça) bir şefâat bulunmayan kıyâmet günü gelip çatmadan önce, rızıklandırdığımız şeylerden Allâh yolunda cömertçe sarfedin. Küfrân-ı nîmet içinde olanlar zâlimlerin tâ kendileridir.” (el-Bakara 2/254)
Cenâb-ı Hak bu âyetle, cömertliğin ancak dünyâ hayatında yapılabileceğini bildirmektedir. Ecel gelip de bu fırsat kapısı kapanınca, kulun artık böyle bir imkânı kalmayacaktır. Zîrâ âhiret, kazanma değil hesap verme yeridir. Burada ayrıca cömertliğin kıyamet gününde insanı her türlü sıkıntı, elem ve kederden kurtaracağına da işâret edilmektedir. Böyle davranmayanlar Allâh’ın nîmetlerine nankörlük ettiklerinden dolayı, kendilerine en büyük kötülüğü yapmış olacaklardır.
Bazı ayetlerde de cömertlik, alışverişe benzetilmiş ve Allâh Teâlâ’ya verilen güzel bir borç olarak telakkî edilmiştir:
“Allâh’a güzel bir borç verecek olan var mıdır ki Allâh bunu, onun için kat kat artırsın ve kendisine daha nice kıymetli mükâfâtlar ikrâm etsin!” (el-Hadîd 57/11)
Allâh Teâlâ’nın kullarından istediği bu güzel borç (karz-ı hasen), hulûs-i kalble ve malın ihtiyacı karşılayacak kısmından infak etmektir. İhtiyacı olanlara borç vermek, geri alma hususunda mühlet tanımak, borçluya hüsn-ü muâmelede bulunmak hatta gerekirse alacağından vazgeçmek de karz-ı hasenin şümûlüne dâhildir. Konu ile alakalı âyet-i kerime şöyledir:
“Eğer borçlu darda ise bu yüzden genişleyinceye kadar ona mühlet verin. Eğer bilirseniz, alacağınızı bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.” (el-Bakara 2/280)
Fahr-i Kâinât Efendimiz, gıbta edilecek kişilerden birinin de cömertler olduğunu ifâde ederek şöyle buyurur:
“Yalnız iki kişiye gıpta edilir: Biri, Allâh’ın mal verip Hak yolunda harcamaya muvaffak kıldığı kimsedir. Diğeri de Allâh kendisine ilim verip de onunla amel eden ve bunları başkasına öğreten (yâni ilmini infâk eden) kimsedir.” (Buhârî, İlim, 15)
Mal ve servet yalnız Allâh’a âittir ve rızkı veren de O’dur. Allâh Teâlâ’nın kullarına fazl u kereminden verdiği mallarda muhtaçların hakkı bulunmaktadır. Bu sebeple bir Müslüman için en makûl hareket, mülkü gerçek Mâliki’nin yolunda sarfetmesidir. Cömertlik duygusu da bu inançtan kaynaklanır.
Cömertliğin dünyevî ve uhrevî pek çok hayırlı neticesi vardır. Öncelikle cömert bir kimseyi Allâh Teâlâ sever ve kullarına sevdirir. Nihayetinde cömert kimse cennete yakın, cehennemden de uzak olur. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
“Cömert kişi Allâh’a yakın, cennete yakın, insanlara yakın ve cehennem ateşinden uzaktır. Cimri ise Allâh’tan uzak, cennetten uzak, insanlardan uzak ve cehennem ateşine yakındır. Cömert câhil, ibadet eden cimriden Allâh’a daha sevimlidir.” (Tirmizî, Birr, 40) Bu sebeple Allâh Teâlâ’nın cimri, ahmak ve kibirli olan kimseleri dost edinmeyeceği bildirilmiştir.
Allâh Resûlü’nde ilim, mal ve can cömertliği en kâmil sûrette mevcut idi. O, Allâh’ın dinini açıklamak, câhillere öğüt vermek, açları doyurmak, ihtiyâcı olanların hâcetini gidermek ve insanların sıkıntılarına tahammül etmek gibi her nevî cömertliği tatbik ederek öğretirdi. Abdullah bin Abbâs -radıyallâhu anh-, Habîb-i Ekrem Efendimiz’in cömertliğini şöyle anlatır:
“Allâh’ın Resûlü insanların en cömerdi idi. Ramazan ayında ise cömertliği daha da artardı. Çünkü Cebrâil -aleyhisselâm-, her sene Ramazan’da gelir ayın sonuna kadar berâber olur, Efendimiz ona Kur’an’ı arzederdi. İşte Allah Resûlü bu günlerde, esen rüzgârlardan daha cömert olurdu.” (Müslim, Fezâil, 50)
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, Allâh Resûlü’nün cömertliği hakkında şu tesbitte bulunur:
“O ne güzel bir cömerttir ki onun cömertlik fışkıran varlığı yüzünden denizden inci, sert taştan yâkut ve dikenden gül çıkar. Eğer bahçede onun güzel ahlâkından bahsedilirse, sevinçten ağzını açıp gülmeyen yani açılmayan bir gonca göremezsin.” (Dîvân, s. 65-66)
Resûl-i Ekrem Efendimiz fazladan bir malı elinde bulundurmayı istemez, ihtiyâcından fazlasını hemen tasadduk ederdi. Nitekim bunu bize bildiren Hz. Ömer, birgün oğlunun yanına girmiş ve sofrasına oturmuştu. Yemeğe, etin yağına ilâveten farklı bir yağ daha katıldığını hissedince; “Bu iki şey, Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in sofrasında asla bir araya gelmezdi. Efendimiz birini yerse diğerini tasadduk ederdi.” demiş ve yemeği yememiştir. (İbn-i Mâce, Et’ime, 57)
Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’den bir şey istendiği zaman asla “yok” demezdi. (Buhârî, Edeb, 39) Hassân bin Sâbit -radıyallâhu anh- Âlemler’in Efendisi’ni methettiği bir şiirinde:
مَا قَالَ لاَ قَطُّ اِلاَّ فِي تَشَهُّدِهِ لَوْلاَ التَّشَهُّدُ لَمْ يُسْمَعْ لَهُ لاَءُ
“Teşehhüdü hâriç aslâ «لا» yani «Hayır» dememiştir. Şâyet teşehhüd olmasaydı ondan hiç «hayır» kelimesi işitilmezdi.” (Bağdâdî, IX, 210) diyerek Allâh Resûlü’nün bu yönünü anlatmaya çalışmıştır.
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’den bir şey istendiğinde, şâyet yanında yoksa, borçlanır ve ihtiyaç sâhibini memnûn ederek gönderirdi. Birgün böyle biri Peygamberimiz’e gelerek bir şeyler istedi. Allâh Resûlü; “Yanımda sana vereceğim bir şey yok, git benim nâmıma satın al, mal geldiğinde öderim.” dedi. Efendimiz’in sıkıntıya girmesine gönlü râzı olmayan Hz. Ömer:
– Yâ Resûlallâh! Yanında varsa verirsin, yoksa Allâh seni gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef kılmamıştır, dedi. Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in Hz. Ömer’in bu sözlerinden hoşnut olmadığı yüzünden belli oldu. Bunun üzerine Ensâr’dan biri:
– Anam babam sana fedâ olsun yâ Resûlallâh! Ver! Arşın sâhibi azaltır diye korkma! dedi. Bu sahâbînin sözleri Efendimiz’in çok hoşuna gitti, tebessüm etti ve:
“– Ben de bununla emrolundum.” buyurdu. (Heysemî, X, 242)
Sevgili Peygamberimiz’in cömertliği bundan da ileridir. Hayası sebebiyle istemekten çekinen, ancak fakirliği hâlinden belli olan kimseleri gördüğünde, Efendimiz yine borçlanma pahasına, elinden gelen yardımı yapardı. Allâh Resûlü’nün bu hasletini Bilâl -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Huzûruna gelen bir Müslüman fakir ve ihtiyaç sâhibi ise bana emir verir, ben de gider borç alır ve o kimseye yiyecek giyecek bir şeyler alırdım.” (Ebû Dâvûd, Harâc, 33, 35)
Şâir Allâh Rasûlü’nün cömertlik ve îsârın zirvesinde olduğunu ne güzel ifâde etmektedir:
لَوْ لَمْ يَكُنْ فِي كَفِّهِ غُيْرُ نَفْسِهِ
لَجَادَ بِهَا فَلْيَتَّقِ اللهَ سَائِلُهُ
“Eğer elinde avucunda canından başka bir şeyi olmasa, isteyene onu da verir. Bu sebeple O’ndan isteyen kimse Allâh’tan korksun!”
Hassân bin Sâbit, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i bir kasîdesinde; “cömertçe davranmayı engelleyecek zor zamanlarda bile o, -ister mîrâs olsun ister kazanç- elindekini cömertçe sarfedendi.” diye tavsif etmektedir. Diğer bir şâirin:
مَنْ قَاسَ جَدْوَاكَ يَوْمًا بِالسُّحُبِ أَخْطَأَ مَدْحَكَ
اَلسُّحُبُ تُعْطِى وَتَبْكِى وَأَنْتَ تُعْطِى وَتَضْحَكُ
“Bir gün biri, seni cömertlikte bulutlara benzetirse medhinde hata etmiş olur. Çünkü bulutlar verir ağlar fakat sen, verir gülersin.” mısrâları da her halde en fazla Resûlullâh Efendimiz’i anlatmaktadır.
Onun bu cömertliğini öğrenince, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de kendisine, “raûf ve rahîm” sıfatlarını vermesindeki hikmeti daha iyi anlayabiliyoruz. (et-Tevbe 9/128) Bütün insanlık için yüreğinde bir merhamet ummânı taşıyan Efendimiz, çevresindekileri dâimâ gözetler, zor durumda olanlara kendilerini rencide etmeden büyük bir nezâketle yardım ederdi. Peygamberimiz’in engin cömertlik ve keremine dair örneklerden birini, Hz. Câbir’le aralarında geçen alış verişte görmekteyiz. Zâtürrikâ Gazvesi’nden dönerken Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Hz. Câbir’le sohbet ediyordu. Yeni evlendiğini, bu sebeple pek çok borcu olduğunu öğrenince, elinde mal olarak ne bulunduğunu sordu. O da yalnız bir devesinin olduğunu söyledi. Bunun üzerine Efendimiz, onu borçtan kurtarmak için devesini kendisine satmasını istedi. Hz. Câbir Medine’ye varıncaya kadar binmek şartıyla sattı. Medine’ye ulaşınca deveyi teslim etmek için Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in yanına vardı. O sırada kendisini çok sevindiren ve diğer insanları da şaşırtan bir davranışla karşılaştı. Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- devenin ücretini ödediği gibi deveyi de ona hediye etti. (Buhârî, Cihad, 49; Büyû‘ 34; Müslim, Müsâkât, 109)
Câbir -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Allâh Resûlü devemin ücretini verdiği ve kendisini de bağışladığı zaman tanıdık bir yahudiye rastladım. Bu hâdiseyi ona anlattım. Hayretler içinde kaldı ve; «Demek devenin parasını verdi; sonra da onu sana hibe etti ha?!» sözünü tekrar etti durdu. Ben de; «Evet» dedim.” (İbn-i Hanbel, III, 303)
Bu alış verişte Efendimiz, Hz. Câbir’in durumunu düzeltmeyi hedeflemiş, onunla alış veriş yapıyormuş gibi davranmıştır. Ücretini verirken de fazlasıyla vermiştir. Ka’bına varılmaz bu yüce zarâfet ve ahlâk, Müslümanları o derece duygulandırmıştı ki hâdisenin vukû bulduğu bu gece «Leyletü’l-baîr» (deve gecesi) ismiyle hatırlarda kalmıştır.
Allâh Resûlü’nün cömertliğindeki nihâyetsizliği en güzel şekilde ortaya koyan bir hâdise daha vardır ki o da oldukça ibretlidir. Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden Safvân bin Ümeyye, Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olmadığı halde, Huneyn ve Tâif savaşlarında Efendimiz’in yanından ayrılmamıştı. Allâh Resûlü Cîrâne’de toplanan ganîmet malları arasında dolaştığı ve onlara göz gezdirdiği sırada Safvan da Allâh Resûlü’nün yanında bulunuyor, develer, davarlar ve çobanlarla dolu vâdiye hayran hayran bakıyordu. Sevgili Peygamberimiz onun bu hâlini göz ucuyla tâkip ediyordu. Ona hitâben:
“– Ebû Vehb! Vâdi pek mi hoşuna gitti?” diye sordu. Safvân:
– Evet, dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz:
“– O vâdî de içindekiler de senin olsun!” buyurdu. Bunun üzerine Safvân kendini tutamadı:
“Peygamberden başka hiçbir kimsenin kalbi bu derece cömert olamaz.” dedi ve şehâdet getirerek Müslüman oldu. (Vâkıdî, II, 854-855)
Daha sonra Kureyş’in yanına döndü ve onlara:
– Ey kavmim! Müslüman olunuz. Vallâhi Muhammed öyle ihsanda bulunuyor ki yokluktan ve yoksulluktan hiç korkmuyor, dedi. (Müslim, Fedâil, 57-58)
Bu hâdiseden dünyâ ve nimetlerinin Efendimiz’in gözünde ne kadar bir değere sâhip olduğu anlaşılmaktadır. Elinde bulunan malı, ister burada görüldüğü gibi bir vâdi dolusu olsun ister Hz. Bilâl’in anlattığı gibi iki dirhem olsun, hiçbir zaman yanında bekletmez (Ebû Dâvûd, Harâc, 33, 35), onları infâk etmeden de rahat edemezdi. Hatta Hz. Bilâl’in naklettiği rivâyette Efendimiz, kalan iki dirhemi dağıtmadıkça evine gitmeyip mescidde kalacağını söylemiş ve kabul edecek muhtaç bulunamadığı için iki gün mescidde gecelemiştir. (İbn-i Hibbân, XIV, 262-264)
İnfâk ve cömertliğin zirvesinde bulunan Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, ashâbın cömertlik duygularında bir zayıflık sezdiği zaman onları uyarır ve cömertliğe teşvik ederdi. Bir gün Amr bin Avf oğulları yurduna gitmişti:
“– Ey Ensâr cemaati!” diye seslendi.
– Buyur yâ Resûlallâh, emrine âmâdeyiz, dediler.
“– Sizler câhiliye döneminde Allâh’a ibâdet etmezken bile ağır mükellefiyetler altına girer, mallarınızdan muhtaçlara verir, yolda kalanlara yardım ederdiniz. Allâh size İslâm’ı ve Peygamberi’ni lutfedince mallarınızı kale içine alıp korumaya mı başladınız? Âdemoğluna, vahşî hayvanların veya kuşların yediğinden dolayı ecir vardır.” buyurdu.
Bunun üzerine Avf oğulları hemen kalkıp hurmalıklarına gittiler ve her biri bahçesinin çevresinde bulunan duvardan otuz kapı açtı. (Hâkim, IV, 148) Çünkü Cenâb-ı Hak; “Siz Allâh için ne verirseniz, Allâh onun yerine hemen yenisini verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” buyurmaktaydı. (Sebe’ 34/39)
Bizlere ittibâ edilmesi gereken yıldızlar olarak takdim edilen ashâb-ı güzîn de cömertlik husûsunda ibret alınacak hârikulâde örnekler sergilemişlerdir. Ukbe bin Amr -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Sadaka ayeti inince, sırtımızda yük taşıyarak kazancımızdan infâk etmeye başladık. Derken bir adam geldi ve çokça sadaka verdi. Münâfıklar; «Gösteriş yapıyor.» dediler. Bir başkası geldi, bir ölçek hurma tasadduk etti. Yine münâfıklar; «Allâh’ın bunun bir ölçek hurmasına ihtiyâcı yoktur.» dediler. Bunun üzerine; «Sadakalar husûsunda gönülden veren mü’minleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştiren ve onlarla alay edenler yok mu, Allâh onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için acı bir azap vardır.» (et-Tevbe 9/79) ayet-i kerîmesi nâzil oldu.” (Buhârî, Zekât, 10; Müslim, Zekât, 72)
Hadîsin değişik rivâyetlerinden anlaşıldığına göre, çokça para getiren Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh-’dır. Servetinin yarısı olan dört bin dirhemi tasadduk etmiştir. Bir ölçek hurma getiren de Ebû Akîl el-Ensârî -radıyallâhu anh-’dır. O da iki ölçek hurma karşılığında bütün gece sırtıyla su çekmiş, bir ölçeğini evinin ihtiyâcı için alıkoyup diğerini de Allâh’ın rızâsını kazanmak için Resûlullâh’a getirmişti. Aslında münâfıkların çekemedikleri, ashâb-ı kirâmın zenginiyle fakiriyle mal veya kazançlarının yarısını seve seve tasadduk etmeleriydi. Bu iki örnekte sadaka olarak verilen miktar değişse de, verenlerin fedakârlık nispetleri değişmemektedir.
Cömertliği, misâfirperverliği ve hayırhâhlığı ile tanınan ecdadımızın öncülük ettiği medeniyete “Vakıf Medeniyeti” adı verilmiştir. Onlar ölümlerinden sonra geriye köşk, saray ve servet bırakmaktan çok han, hamam, câmi, çeşme, medrese ve tekke gibi içtimâî müesseseler bırakmışlar, yaşadıkları topraklara İslâm’ın mührünü vurmuşlardır. Varlıklarını insanlığın saâdeti için cömertçe harcamışlar, halka hizmeti Hakk’a kulluk telâkkî etmişlerdir. Cömertlik duyguları o kadar gelişmiştir ki gelen misafirleri ağırlamak için birbirleri ile yarışmışlardır. 14. yüzyılda İslâm dünyasını baştan başa gezen meşhur Tunuslu Seyyah İbn-i Batûta’nın yaşadığı dikkat çekici bir olay bunun çok güzel bir örneğidir. İbn-i Batûta ve arkadaşları Anadolu’yu gezerken o dönemde Lâdik ismiyle anılan Denizli’ye uğrarlar:
“Şehre girdiğimiz sırada, çarşıdan geçerken dükkânlardan çıkan birtakım insanların hayvanlarımızı çevirerek yularlarına asıldıklarını gördük. Bir başka grup da gelerek bunları durdurdu ve çekişmeye başladı. Aralarındaki çekişme uzayıp kızışınca bazıları hançerlerini çekip ötekilere saldırmaya kalkıştılar. Konuştuklarını anlayamadığımızdan korkmaya başladık. Bunların yol kesen Germiyanlar olduğu kuşkusuyla, bu şehrin onlara âit bulunduğu, malımıza, canımıza kastettikleri kaygısına düştük. Sonra Allâh Teâlâ bize Arapça bilen, hacca gitmiş bir adam gönderdi. Ona bunların ne istediklerini sordum. Bunların ahîler olduğunu söyledi. Bizimle ilk karşılaşanlar Ahî Sinan’ın, sonradan gelenler ise Ahî Duman’ın dervişleri imiş. Her iki taraf da bizim kendi zâviyelerinde misafir olmamızı istedikleri için çekişirlermiş. Onların göstermekte oldukları yüksek misafirperverliğe hayran olmamak elde değildi. Nihâyet işi kur’a çekmek sûretiyle halletmeyi kabul edip sulh oldular. Kim kazanırsa önce o tarafın tekkesine misafir olmamız kararlaştırıldı. Kur’a Ahî Sinan’ın tarafına düştü. O bunu haber alınca yanında dervişlerinden bir grupla gelip bizi karşıladı ve onun tekkesine misafir olduk. Bize çeşitli yemekler ikrâm ettiler. Biraz dinlendikten sonra Ahî Sinan hepimizi hamama götürdü ve benim hizmetimi bizzat kendisi gördü. Öteki dervişlerden üçü dördü ise bir arkadaşımın hizmetini üzerine almış bulunuyordu. Hamamdan çıkınca tekrar büyük bir sofra kurdular. Yemekten sonra güzel sesli hafızlardan Kur’ân-ı Kerim dinledik, zikirler yaptık. Ertesi gün Ahî Duman ve müridlerinin bizi götürmek için beklediklerini gördük. Orada da pek çok cömertlikle karşılaştık.” (İbn-i Batûta, s. 305-306)
Hanım şâirlerimizden Hâlide Nusret Zorlutuna’nın 1956 yılında İslâm Mecmuası’nda (sayı: 7, s. 21) yayımlanan bir yazısında, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in güzel ahlâkını kendisine rehber edinen ecdâdımızın yakın zamanlara kadar gelen cömertlik anlayışını anlatan şu satırlar ne kadar ibretlidir:
“Eskiden -pek o kadar eskiden de sayılmaz, kırk sene evveline kadar- bizde muhteşem konakların yanı başında küçük, mütevâzi, tertemiz evceğizler vardı. Bunlarda az gelirli âileler, mütekâit (emekli) ihtiyarlar, dul nineler, yetim, öksüz torunlar sükûn ve refah içinde yaşarlardı. Evet, refah içinde! Zira büyük konaklara arabalarla taşınan kışlık ve ramazanlık erzaktan bu küçük evlerin hisseleri gizlice ayrılır, gizlice gönderilirdi. Yardım alanın izzet-i nefsini korumak bâbında bu gizliliğe bilhassa dikkat edilirdi. Ninelerimiz, «Sağ elin verdiğinden, sol elin haberi olmamalı.» derlerdi. Şimdi olduğu gibi, giydirilen çocukların fotoğraflarını gazetelere basıp dünya âleme ilan etmezlerdi.
Küçük evlerde bir kız mı gelin ediliyor? Mahallenin İslâmî ve insanî duygularla beslenen göze görülmez «Yardım Teşkilâtı» derhal kendi kendine faaliyete geçerdi. Bu teşkilâtta ne başkan vardı ne başkan vekili ne de sekreter. Kimse bu unvanlara heves etmezdi. Çünkü onlar «sözde gönüllü» değil, «gerçek gönüllü» idiler. Allah rızâsı için kullara hizmet etmek, insanları sıkıntıdan kurtarmak, refâha ve saâdete ulaştırmak tek gayeleri idi. Lüzûmu ânında kendi kendine faaliyete geçen bu gizli hayırlı eller, iş biter bitmez gene sessizce sahneden çekiliverirlerdi. Mahallenin öksüz kızı bu arada, analı babalı, orta halli bir aile kızından çok daha mükemmel çeyizlenip çimenlenir; düğün dernekle gelin edilmiş olurdu.
Lohusalara, hastalara, cenâzelere hep bu teşkilât -ve daima o asil ve muhteşem sessizliği içinde- koşar, fakir âilelerin ramazan erzâkını ve kimsesiz yavruların bayramlık kıyafetlerini tam zamanında yetiştirirdi…”
Görüldüğü üzere cömertlik bir mü’minin en mühim vasfıdır. Onun cömert olmamasını tasavvur etmek mümkün değildir. Zîrâ bir kalpte îmânla cimrilik bir arada aslâ bulunamaz. Hz. Enes’in naklettiği şu hâdise bu hakîkati ifâde etmektedir:
“Bir adam ölmüştü. Halktan birisi Resulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-in işiteceği şekilde; «Cennet ona mübarek olsun!» dedi. Bunun üzerine Allâh Resûlü; “Nereden biliyorsun? Belki de o mâlayâni konuştu veya malından bir şey eksiltmeyecek kadar çok az bir kısmını infâk etmekte cimrilik gösterdi!” buyurdu. (Tirmizî, Zühd, 11)
Bir diğer hadisinde; “Zulüm yapmaktan sakının. Çünkü zulüm kıyâmet gününde zâlime zifirî karanlık olacaktır. Cimrilikten de sakının. Zira cimrilik sizden önce yaşayan insanları, birbirini öldürmeye ve dokunulmaz haklarını çiğnemeye kadar götürerek perişan etmiştir.” (Müslim, Birr, 56) buyurarak cimriliğin dünyâ ve âhiretteki acı âkıbetini bildirmiştir. Bu sebeple bir mü’min, tabiatında bulunan cimriliği terk edip cömertlik ahlâkını elde etme gayreti içinde olmalıdır. Zîrâ âhiret hayâtı için en faydalı hasletlerden biri, nefsin sehâvet üzere olmasıdır. Sehâvet, zekât ve infâkın rûhudur. Nefsin terbiyesi de ancak sehâvetle mümkündür. Bunu elde edebilmenin yolları ise ihtiyâcı olduğu halde infakta bulunmak, kendine zulmeden kimseyi affetmek, hoşa gitmeyecek şeylerle karşılaştığında âhirete olan yakîni sebebiyle sabretmek gibi davranışlardır.
Nihâyetinde cömertlik, ferdî ve içtimâî, dünyevî ve uhrevî hayatın sıhhati için elzem olan ahlâk-ı hamîdenin en mühim unsurlarından biridir. İmâm Gazâlî’nin dediği gibi; “Malı olmayan kişide hırs değil kanâat, zengin kişide de cimrilik değil cömertlik olmalıdır.”