D. PEYGAMBERİMİZ’İN FAKİRLERE MUAMELESİ

Lütfun bugün olmazsa perîşân u fakîre Mahşerde cevabın neden olur Şâh-ı kebîre Rahm et eline geçtiği ni’metle sağîre.77

Muhammed Es’ad Efendi

Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- peygamber olmadan önce bile fakirleri gözetir, imkânları nisbetinde onlara yardım ederdi. Nitekim Hz. Hatice vâlidemiz, ilk vahyin ardından Efendimiz’i teskin ederken bu özelliğine de vurgu yapmıştır. (Buhârî, Bedü’l-vahy, 3; Müslim, Îmân, 252)

Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in nübüvvetinden önceki bu kişisel hassasiyetiyle birlikte risâletiyle gelen gerek emir ve tavsiyeleri, gerekse uygulamaları bütün inananlar için bir örnek olmuştur. Genelde Müslümanlar, Mekke döneminde ve hicretten sonraki yıllarda yoksulluk çekmekle beraber, durumu iyi olanlar, fakir veya kıt kanaat geçinen kimselere daima yardımda bulunmuşlardır. Hatta Efendimiz Mekke’den hicret eden muhacirler ile Medine’deki Ensâr arasında birebir kardeşlik kurmuş, bu sayede varlıklı Ensâr, hicret etmek zorunda kalmış fakir muhacirler ile her şeylerini paylaşma faziletini göstermişlerdir. İlave olarak keffâret, zekât, fıtır sadakası ve nafile olarak infaka teşvik edilmesi, ihtiyaç sahibi kimselere devlet bütçesinden destek sağlanması, dinimizin fakiri korumaya yönelik getirdiği tedbirlerdendir.

Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in fakirlerin gözetilmesi ve onlara değer verilmesiyle ilgili bir çok hadisi bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmı şöyledir:

“…Şu dünya malı gerçekten çekici ve tatlıdır. Buna bir Müslümanın sahip olması ne kadar güzeldir! Yeter ki, ondan miskine (fakire), yetime ve yolcuya versin.” (Muslim, Zekat, 122; İbn-i Hanbel, III, 21)

“Zenginlerin dâvet edilip fakirlerin çağrılmadığı düğün yemeği ne fena bir yemektir.” (Müslim, Nikâh, 107)

 “Dul kadınların ve miskinlerin (fakirlerin) yardımına koşan Müslüman, Allah yolunda harp eden mücâhid yahut gece namaz kılan ve gündüz oruç tutan âbid gibidir.” (Buhârî, Nafakât, 1)

Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu ve benzeri hadisleriyle bizleri ihtiyaç sahibi kimselere yardıma çağırırken kendisi de dul ve miskinlerle beraber bulunmaktan utanmaz, onların ihtiyaçlarını mutlaka yerine getirirdi. (Nesâî, Cuma, 31) Bu yüzden onun çoğu zaman günlerini aç geçirdiği olmuştur. Ebû Hureyre söz konusu durumu şöyle dile getirmektedir:

“Efendimiz’in aç kalması, etrafını saran fakir kimselerin ve misafirlerinin çokluğundan kaynaklanıyordu. Zira Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- beraberinde bir kısım ashâbı ve mescitteki ihtiyaç sâhipleri olmadan asla yemek yemezdi. Allah Teâlâ Hayber’in fethini müyesser kıldı da insanlar biraz rahata kavuştu. Fakat yine de halk arasında geçim sıkıntısı sürüyordu.” (İbn-i Sa’d, I, 409)78

Ebu Hureyre’nin söylediği mesciddeki ihtiyaç sahibi kimselerin çoğunluğunu, Suffa ashabı oluşturmaktaydı. İslâm’ı kabul ettikten sonra kendilerini ilim ve tebliğe vermiş bu fakir grup arasında Ebû Hureyre de bulunmaktaydı. O bir hatırasını şöyle anlatır:

Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki, ben bazen açlıktan karnımı yere dayar, bazen de mideme taş bağlardım. Birgün sahâbîlerin geçtikleri yol üzerine oturmuştum… Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- benim yanımdan geçti ve beni görünce tebessüm etti. Kalbimden geçeni yüzümden anladı ve:

“– Ebû Hureyre!” dedi.

Ben:

– Buyurunuz, yâ Resûlallah, dedim.

Resûl-i Ekrem:

“– Beni takip et” buyurdu ve yoluna devam etti.

Ben de peşinden yürüdüm. Hz. Peygamber evine girdi, ben de girmek için izin istedim, izin verdi, içeri girdim.

Bir kap içinde süt buldu ve:

“– Bu süt nereden geldi?” diye sordu.

– Falan erkek veya falan kadın onu size hediye etti, dediler.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

“– Ebû Hureyre!” diye seslendi.

Ben:

– Buyurunuz, yâ Resûlallah, dedim.

“– Suffe ehline git, onları bana çağır” buyurdu.

Ebû Hureyre der ki:

Suffe ehli İslâm’ın misafirleriydi. Onların ne sığınacak aileleri, ne malları, ne de bir kimseleri vardı. Peygamber’e bir sadaka geldiğinde onlara gönderir, kendisi ondan hiçbir şey almazdı. Şayet bir hediye gelmişse ondan bir parça alır, kalanını onlara gönderir, böylece gelen hediyeyi onlarla paylaşmış olurdu. Hz. Peygamber’in Suffe ehlini davet etmesi hoşuma gitmedi. Kendi kendime:

– Bu süt, Suffe ehli arasında kime yetecek ki! O sütü içmek sûretiyle kuvvetlenmeye ben daha çok hak sahibiyim. Oysa onlar geldiğinde Resûlullah bana emreder, ben de onlara veririm; belki de o sütten bana kalmaz. Fakat Allah’ın ve Resûlü’nün emrine itaat etmemek de olmaz, dedim.

Neticede gittim ve kendilerini davet ettim. Onlar bu daveti kabul ettiler ve girmek için izin istediler. İzin verildi, içeri girip oturdular.

Hz. Peygamber:

“– Ebû Hureyre!” diye seslendi.

Ben:

– Buyurunuz, yâ Resûlallah, dedim.

“– Al, onlara ver!” buyurdu.

Ben de süt kabını aldım ve sırayla vermeye başladım. Kabı alan kanıncaya kadar içiyor, sonra geri veriyor, ben bir başkasına veriyordum; o da kanıncaya kadar içiyor sonra geri veriyordu. En sonunda kabı Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e verdim. Topluluğun hepsi süte kanmışlardı. Resulullah kabı alıp elinde tuttu ve bana bakıp gülümsedi. Sonra:

“– Ebû Hureyre!” dedi.

– Buyurunuz, yâ Resûlallah! dedim.

“– Bir ben kaldım, bir de sen” buyurdu.

– Evet, yâ Resûlallah, dedim.

“– Otur da iç” buyurdular.

Ben de oturdum ve içtim. Sonra yine:

“– İç, iç” buyurdu. Yine oturdum ve içtim.

Resûl-i Ekrem durmadan:

“– İç, iç” buyuruyordu.

Sonunda ben:

– Hayır, seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, artık içecek yerim kalmadı, dedim.

“– Bana ver” buyurdu.

Kabı Resûl-i Ekrem’e verdim, Allah Teâlâ’ya hamdetti, besmele çekti ve kalan sütü kendisi içti. (Buhârî, Rikâk, 17)

Bu hadiste fakirlere ikram yanında Efendimiz’in mûcizelerinden birinin gerçekleştiğini de görmekteyiz. Çünkü Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir kişiye yetecek kadar sütle bütün Suffe ashabının karnını doyurmuştu. Azıcık bir yiyeceğin veya içeceğin Peygamberimiz’in elinde çoğalması nübüvvet alâmetlerinden biridir.

Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- imkânları ölçüsünde elinde bulunan şeyleri fakirlere verirken ashabını da buna teşvik ederdi. Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh- diyor ki:

Bir defasında Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile bir seferde bulunuyorduk. Bu sırada devesine binmiş bir adam çıkageldi. Bir şeyler umarak sağa sola bakınmaya başladı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“– Yanında ihtiyacından fazla binek hayvanı olanlar, olmayanlara versinler. Fazla azığı olanlar, azığı olmayanlara versinler” buyurdu.

Hz. Peygamber daha birçok şey saydı. İşte o zaman  kimsenin ihtiyacından fazla bir şey bulundurmaya hakkı olmadığını anladık. (Müslim, Lukata, 18)

Cerîr bin Abdillah  -radıyallâhu anh-’ın naklettiği şu rivayet de konumuz açısından dikkat çekicidir. Cerîr diyor ki:

Bir sabah erkenden Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in huzurunda idik. O esnada kılıçlarını kuşanmış, kaplan derisine benzeyen, alaca çizgili elbise veya abalarını delerek başlarından geçirmiş ve tamamına yakını Mudar kabilesine mensup yarı çıplak vaziyette bir topluluk çıkageldi. Onları bu denli fakir görünce, Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in yüzünün rengi değişti. Eve girdi ve sonra da çıkıp Bilâl’e ezan okumasını emretti, o da okudu. Bilâl kâmet getirdi ve Allah Resûlü namaz kıldırdı. Daha sonra Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir konuşma yaptı. Konuşmasında asahabını şu âyetleri okuyarak uyardı:

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbinize hürmetsizlikten sakının. Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.” (en-Nisâ 4/1)

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, herkes yarın için ne hazırladığına baksın.” (el-Haşr 59/18)

Bu âyetlerin ardından:

“Her bir fert, altınından, gümüşünden, elbisesinden, bir sa‘ bile olsa buğdayından, hurmasından sadaka versin; hatta yarım hurma bile olsa…” buyurdu.

Bunun üzerine Ensar’dan bir adam, ağırlığından dolayı kaldıramayacağı kadar ağır bir torbayı sırtlanarak getirdi. Ahâli birbiri ardına sökün edip sıraya girmişti. Sonunda yiyecek ve giyecekten iki yığın oluştuğunu gördüm. Baktım ki Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in yüzü gülüyor, sanki altın gibi parlıyordu. Sonra Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

“İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Fakat onların sevabından hiçbir şey eksilmez. Herkim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından ona pay ayırılır. Fakat onların günahından da hiçbir şey noksanlaşmaz.” (Müslim, Zekât, 69)

Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- fakirlere doğrudan yardımın yanında, onlara borç vermeyi de teşvik etmiş, hatta borcunu ödeyemeyen kimselerden alacağını istemekten vaz geçenlerin, günahlarının bağışlanacağını belirtmiştir.

Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“İnsanlara borç para veren bir adam vardı. Hizmetçisine şöyle derdi:

– Darda kalmış bir fakire vardığında onu affediver; umulur ki Allah da bizim günahlarımızı affeder. Nihayet o kişi Allah’a kavuştu (vefat etti) ve Allah onu affetti.” (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Müsâkât, 31)

Konuyla ilgili bir başka hadis-i şerif de şöyledir:

“Sizden önceki ümmetlerden bir adam hesaba çekildi; hayır namına hiçbir şeyi bulunamadı. Bu adam insanlarla hemhal olan zengin bir kimse idi. Hizmetçisine, darda kalan fakirlerin borcunu affetmesini emrederdi. Azîz ve Celîl olan Allah: «Biz affetmeye ondan daha lâyıkız, onu affediniz» buyurdu.” (Müslim, Müsâkât, 30)

Fakir ve düşkün kimselere karşı rencide edici herhangi bir tavırda bulunmamak, hele hele Müslüman olmayan itibarlı bir takım kimseleri onlara tercih etmemek gerekir.79 Kur’ân-ı Kerîm’de bir taraftan Efendimiz’e hitaben el açıp dilenen fakir fukarayı azarlamaması emredilmekte (ed-Duhâ 93/10) diğer taraftan da kafirlerin özellikleri anlatılırken “Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o, yetimi itip kakar, yoksulu doyurmaya teşvik etmez” buyrulmaktadır. (el-Mâûn  107/1-3)

Bir rivayete göre de Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri Hz. Peygamber’e:

– Sana îmân etmemizi istiyorsan şu fakirleri yanından kov. Biz geldiğimizde onlar bulunmasınlar. Onlara başka bir vakit ayır, demişlerdi.

Bunun üzerine Allah Teâlâ “Sabah akşam Rablerine dua edenleri yanından kovma!…” (el-Enâm 6/52) âyetini indirmiştir. Yine bir başka âyet-i kerîmede Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in fakir ve düşkünlerle birlikte başlarına gelebilecek sıkıntılara sabretmesinin ve onlara muamelesinde hassas davranmasının lüzumuna şöyle dikkat çekilmiştir:

“Sabah akşam Rablerine dua ederek O’nun rızasını kazanmaya çalışanlarla beraber sıkıntılara karşı dayan, gözlerini onlardan ayırma.” (el-Kehf 18/28) (Râzî, XII, 193, XXI, 98)

Âiz bin Amr el-Müzenî -radıyallâhu anh-’den rivayet edildiğine göre Kureyş’in ileri gelenlerinden ve henüz İslâm’la şereflenmemiş olan Ebû Süfyân, birgün aralarında Selmân-ı Fârisî, Suheyb-i Rûmî ve Bilâl-i Habeşî’nin de bulunduğu bir grup Müslümanın yanından geçti. Onu gören mü’minler:

– Allah’ın kılıcı Allah’ın düşmanını haklamadı, dediler.

Bunu duyan Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da:

– Bu sözü Kureyş’in büyüğüne ve efendisine mi söylüyorsunuz, dedi.

Sonra da Peygamber -aleyhisselâm-’ın yanına gelerek bu olayı anlattı.

O zaman Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“– Ebû Bekir! Bu sözünle belki de onları gücendirdin. Eğer onları gücendirdiysen, Rabbini de gücendirdin demektir” buyurdu.

Hz. Ebû Bekir hemen o yoksul Müslümanların yanına gelerek:

– Kardeşlerim! Yoksa sizleri gücendirdim mi, diye sordu.

Onlar:

– Hayır sana gücenmedik. Allah seni bağışlasın kardeş, dediler. (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 170)

  Efendimiz başka hadis-i şeriflerinde de fakirlerin manevî derecelerinden bahsetmiş, ahirette kurtuluşa erenlerin çoğunun öncelikle fakirlerden olacağını bildirmiştir. Bu hadislerden bazıları şöyledir:

 “Size cennetlikleri bildireyim mi? Onlar hem zayıf oldukları hem de halk tarafından zayıf görüldükleri için kimsenin önemsemediği, fakat şöyle olacak diye yemin etseler, Allah’ın isteklerini geri çevirmeyeceği kimselerdir. Size cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Katı kalpli, kaba, cimri ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir.” (Buhârî, Eymân, 9; Müslim, Cennet, 47)

 “Cennetin kapısında durup baktım. Bir de gördüm ki, içeri girenlerin çoğu yoksullardı. Zenginler ise hesap vermek için alıkonulmuştu. Ayrıca onlardan cehennemlik olanların da cehenneme sevkedilmeleri emrolunmuştu.” (Buhârî, Rikâk, 51, Müslim, Zikir, 93)

“Fakirler, cennete zenginlerden yarım gün önce, yani (dünya hesabıyla) beş yüz sene önce girerler.” (Tirmizî, Zühd, 37)

Hadîs-i şerîfin fakirlere verdiği müjde ne kadar sevindirici ve gönül okşayıcıdır!.. Ancak bu durum, dinimize göre fakirliğin mutlak surette zenginlikten üstün olduğunu göstermez. İlâhî emirlere uymayan bir fakirin İslâm’da hiçbir değeri yoktur. Onu değerli kılan, Allah’ın verdiğine hamdetmesi, hâline sabretmesidir.

Zenginlerin fakirlerle birlikte cennete girememeleri, onların dünyada refah içinde yaşamalarını sağlayan servetlerini nereden kazanıp nereye harcadıklarının hesabını vermeleri sebebiyledir. Bu hesaptan sonra alnı ak olanlar cennete, olmayanlar ise cezalarını çekmek üzere cehenneme gideceklerdir.

Peygamberimiz, sabredip olgunluk göstermeyen, yoksulluğunu bahane ederek isyan eden, kötülük yapan fakirleri de şiddetle kınamış, fakirliğin kişiyi nankörlüğe sevkedip küfre bile düşürebileceği uyarısında bulunmuştur. Bir hadis-i şeriflerinde unutturan fakirlikten sakınmak gerektiğini belirten Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- (Tirmizî, Zühd, 3) bir başka hadislerinde bizlere şu tavsiyede bulunmuştur:

“Fakirlikten, kıtlıktan, zilletten, zulm etmekten ve zulme uğramaktan Allah’a sığının!” (Nesâî, İstiâze, 14)

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir defasında “Allahım, fakirlikten ve küfürden Sana sığınırım” diye duâ edince, sahâbeden biri:

– Küfürle fakirliği birbirine denk mi tutuyorsun? dedi.

Bunun üzerine Hz. Peygamber:

“– Evet” cevabını verdi. (Nesâî, İstiâze, 29)

 Peygamberimiz’in duaları arasında şu yakarışları da görmekteyiz:

“…Allahım, ben zayıfım, beni güçlendir, zelilim beni izzetli kıl, fakirim bana rızık ver.” (Hâkim, I, 708)

“Fakirlik fitnesinin şerrinden Allah’a sığınırım.” (Nesâî, İstiâze, 17)

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- fakirlere dilencilikten sakınma, elinin emeğiyle geçinme hususunda şu uyarı ve nasihatlerde bulunmuştur:

“Hiçbir kimse, asla kendi kazancından daha hayırlı bir rızık yememiştir…” (Buhârî, Büyû’ 15)

“Haklarında yeminle söz söyleyebileceğim üç haslet vardır; iyi belleyiniz! Sadaka vermekle kulun malı eksilmez. Uğradığı haksızlığa sabredenin  Allah şerefini arttırır. Dilenme kapısını açan kimseye Allah,  fakirlik kapısını açar…” (Tirmizî, Zühd, 17)

“Miskin, bir iki lokma veya bir iki hurma için kapı kapı dolaşan kimse değildir. Asıl miskin, ihtiyacını karşılayacak bir şeyi bulunmadığı halde, durumu bilinmediği için kendisine sadaka verilemeyen ve kendisi de kalkıp insanlardan bir şey istemeyen  kişidir.” (Müslim, Zekât, 102)

“Herhangi birinizin ipiyle sırtına bir bağ odun yüklenerek getirip satması ve bu sebeple Allah’ın onun haysiyetini koruması, verseler de vermeseler de insanlardan bir şeyler dilenmesinden çok daha hayırlıdır.” (Buhârî, Zekât, 50)

“Veren el alan elden üstündür” (Müslim, Zekât, 106)

Peygamberimiz fakirleri iffetli ve hayalı olmaya, yüzsüzlükten sakınmaya çağırmanın yanında, düşkünlüklerini problem ederek kibre düşmelerinden de kaçınmaları gerektiğine şu hadisleriyle dikkat çekmektedir:

“Allah Teâlâ kıyâmet gününde üç kişiyle konuşmaz, onları temize çıkarmaz, yüzlerine bile bakmaz; üstelik onlar korkunç bir azâba uğrarlar. Bunlar; zina eden ihtiyar, yalan söyleyen hükümdar, kibirlenen fakirdir.” (Müslim, Îmân, 172)

Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- maddî ve manevî konularda zenginlerin durumuna bakarak kendisine yakınan fakirleri de teselli etmiştir:

Ebû Hureyre -radıyallâhu anh- diyor ki:

Mekke’den Medine’ye hicret eden fakir Müslümanlar Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek şöyle dediler:

– Yâ Resûlallah varlıklı Müslümanlar cennetin yüksek derecelerini ve ebedî nimetleri alıp götürdüler.

O zaman Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“– Hayrola! Onlar ne yaptılar ki?” diye sordu.

Fakir muhâcirler:

– Bizim kıldığımız namazı onlar da kılıyorlar. Tuttuğumuz oruçları onlar da tutuyorlar. Üstelik sadaka veriyorlar, biz veremiyoruz. Köle âzâd ediyorlar, biz edemiyoruz, dediler.

Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- onlara:

“– Sizden önde gidenlere yetişebileceğiniz, sizden sonra gelenleri geçebileceğiniz, sizin yaptığınızı yapanlar dışında herkesten üstün olacağınız bir şeyi haber vereyim mi?” diye sordu.

– Evet, söyle yâ Resûlallah, dediler.

Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“– Her farz namazın peşinden otuz üçer defa sübhânallah, elhamdülillah, Allâhü ekber dersiniz.”

Birkaç gün sonra fakir muhâcirler Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e tekrar gelerek:

– Zengin kardeşlerimiz bizim yaptığımız tesbihleri duymuşlar. Aynını onlar da yapıyorlar, dediler.

Bunun üzerine Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“– Ne yapalım! Artık bu Allah’ın bir lütfudur, dilediğine verir.”  (Müslim, Mesâcid, 142)

Hz. Ömer de bu hususta ne güzel söylemiştir:

“Zenginlik de fakirlik de aynı şekilde birer binektir. Hangisine bineceğime aldırmıyorum.”

Yani servet ve fakirlik, binilmesi zor, serkeş bir ata benzer. Her ikisini de kullanmak maharet ister. Önemli olan iyi bir binici olmaya çalışmaktır. Bir âyet-i kerîmede:

“Şüphesiz Rabbin rızkı dilediğine bol verir, dilediğine de daraltır” (İsrâ 17/30; Ra’d 13/26) buyrulmaktadır. Şu halde fakirliği ve zenginliği istediğine veren Cenâb-ı Hak’tır. Herkes şöyle veya böyle birer imtihandan geçmektedir. Önemli olan imtihanın şekli değil, sonucudur. Bize düşen sonunda kazanmaya bakmaktır.

Bookmark the permalink.

Comments are closed