7. Peygamberimiz’in Birden Fazla Evlenmesinin Hikmetleri

Fert ve toplum yapısının bir gerçeği olan çok evlilik; cemiyetin hayat tarzı, an’anesi, kültürü, nüfus dengesi, mahallî şartlar gibi pek çok sebebe bağlı olup insanlık tarihiyle yaşıttır. Araştırmalar neticesinde dünyanın her bölgesinde ve her milletinde bu vâkıaya rastlandığı müşâhede edilmiştir. Çok evlilik, Brahmanizm ve Zerdüştlük gibi doğu dinlerinde meşru kabul edildiği gibi Yahudilik ve Hristiyanlık’ta da yasaklanmamıştır. Nitekim Kitab-ı Mukaddes’te Hz. İbrahim, Hz. Yakub, Hz. Dâvûd, Hz. Süleyman ve diğer pek çok peygamberin birden fazla evli olduğu bildirilmektedir. Ancak daha sonraki dönemlerde insanlar, kendi hevâlarına tâbî olarak bunu yasaklayıp günah yollarına sapmak suretiyle cemiyetlerin ifsâdına sebep olmuşlardır. Bugün çok evliliğe müsaade ettiği için İslâm’ı tenkid eden şahıslar, aslında kör bir taassup içinde olduklarının farkında değildirler. Zira bu zihniyetteki bir çok kimse resmen tek evli görünmekle birlikte sınırsız bir münâsebetler karmaşasına düşmüş ve bunu aleniyete dökmekten de ictinab edemeyerek gün be gün yaşadıkları cemiyetin ifsâdına sebep olmuştur.

İslâm bir taraftan çok evliliğe izin verirken diğer taraftan da tek evliliğe teşvik etmektedir. Birden fazla evlenenler için ise bir takım kayıt ve şartların yanında bir de sınır getirmiş, dörtten fazla evlenmeyi nehyetmiştir. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

“Eğer (kendileriyle evlendiğiniz takdirde) yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız beğendiğiniz (ve size helâl olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da sâhip olduğunuz (câriyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.” (en-Nisâ 4/3)

Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu âyet nazil olunca ashabından çok evli olanlara, hanımlarından dört tanesini seçip fazlasını bırakmalarını emretmiştir. (Tirmizî, Nikâh, 33, İbn-i Mâce, Nikâh, 40)

Kur’ân’da çok evlilik meselesi, ictimâî bir yaranın sarılması, mü’minlerin bir fedakârlığa davet edilmesi sebebiyle sözkonusu edilmiştir. Erkek nüfusun azalmasına sebep olan savaş zamanlarında çok evlilik bir zaruret hâline gelebilir. Erkeklerin savaş veya daha başka sebeplerle azalıp geride dul kadınlar ve yetim çocuklar bıraktığı olağanüstü durumlarda, birden fazla hanımla evlenilmesi cemiyetin selâmeti için mühim bir vazife hâlini alır. Bu, sosyal hayattan kaldırılması mümkün olmayan bir durumdur ve çeşitli vesîlelerle her devirde tekerrür edebilir.

Kadın doğum oranının erkeklere göre fazla olduğu, araştırmalar neticesinde tespit edilmiş bulunmaktadır. Murad-ı İlâhî, neslin devamında esas rolü oynayan kadının, sayıca daha fazla olması yönündedir. Bütün bunlar düşünüldüğünde, kıyâmete kadar bâkî kalacak bir dünya görüşü ortaya koyan İslâm’ın, çok evliliği serbest bırakması kadar tabiî bir şey olamaz. Bu, İslâm’ın cihanşümullüğünün ve ebed-müddet oluşunun bir tezâhürüdür.

Öte yandan birden fazla kadınla evlenmek, bütün mü’minler için bir “emir” değil, bazı durumlarda tanınmış bir hak ve “izin”dir. Savaş, hastalık, sakatlık, uzun ayrılıklar, himâye vb. bir çok sebep neticesinde ailelerin parçalanmaması, kadınların sahipsiz ve hâmîsiz kalmaması için tatbik edilmektedir. Meselâ çocuk doğurmayan veya fizikî-biyolojik durumu müsâit olmayan bir kadınla evlenmiş olan bir kişi, o kadını boşayıp mağdur etmeksizin ikinci bir kadın daha alabilir. Bu tür zarûretler devam ettiği takdirde, aileler çoğaltılmakla beraber bu sayı da “dört” ile tahdît edilmiştir. Böylece bir ailenin yıkılmasından doğacak maddî-mânevî zararlar en asgarîye indirilmiştir.

Evlilik; insan neslinin devâmı, sıhhatli bir cemiyetin inşâsı, ahlâk ve iffetin muhâfazası, Allah’a yaklaşmak, Müslümanların sayısını çoğaltmak gibi maksatlarla yapılır. İhtiyaç hâlinde bu gâyeleri en iyi tahakkuk ettirecek olan müessese çok evliliktir.

Bütün bu şartlar göz önünde bulundurulduğunda, İslâm’ın hayatın her safhasını ve her türlü durumu düşünerek böyle bir şeye izin vermesi anlaşılabilir. O sadece sağlıklı kimselerin değil, yaşlı ve güçsüzlerin de dinidir. O sadece rahatlık anlarının değil, getirmiş olduğu bütün sıkıntılarıyla birlikte zor zamanların da dinidir. Erkeğin olduğu kadar, gözetilmesi gereken bütün haklarını ve ihtiyaçlarını koruyarak kadının da dinidir. Âilenin sebepsiz yere yıkılmasına, çoluk çocuğun sefâlet ve felâkete düşmesine göz yumamayacak kadar ferdi ve cemiyeti düşünen, insanlığın iffetini ve haysiyetini muhafaza eden yegâne dindir.

Herhangi bir sebeple çok evliliği düşünenler için İslâm’ın koyduğu şartlar:

1) Hanımlar arasında adaleti sağlamak

2) Yeterli mâlî güce sâhip olmaktır.

Cenâb-ı Hak adâleti temin hususunda şöyle buyurmuştur:

“Hanımlarınız arasında adaleti sağlamak için ne kadar uğraşsanız da bunu başaramazsınız. Bâri onlardan birine aşırı gönül verip de ötekini kocası yokmuş gibi büsbütün ortada bırakmayın. Eğer iyilik yapar ve günahtan sakınırsanız, Allah şüphesiz çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (en-Nisâ, 4/129)

Bu âyette tam olarak sağlanamayacağı bildirilen adâlet, kalbî duygular açısından olandır. Hakikatte insan kalbine mâlik olmakta çok güçlük çeker. Zira kalbin iradesi yoktur. Diğer maddî ve zâhirî hususlarda ise adâletin tam olarak sağlanması şarttır. Peygamber Efendimiz de bu gerçeğe vurgu yapmak üzere şöyle buyurmuşlardır:

“Bir erkeğin nikâhında iki kadın bulunur da, aralarında adâlet gözetmezse, kıyâmet gününde bir tarafı felçli olarak diriltilir.” (İbn-i Mâce, Nikâh, 47)

Bununla birlikte herhangi bir zorlayıcı sebep olmadan birden fazla hanımla evlenmek çeşitli mahzurları göz önünde bulundurularak hoş karşılanmamıştır. Erkeğin hanımları arasındaki adâleti sağlamasının çok zor olması, kadınların kıskançlık duyguları ve neticede âile içinde muhtelif problemlerin zuhur etmesi, tek evliliğin daha sıhhatli olduğunu göstermektedir. Cenâb-ı Hak da yukarıdaki âyet-i kerîmede bunu tavsiye etmiş, bir evlilikle iktifâ etmenin adaletten ayrılmamak için daha uygun olduğunu bildirmiştir. Rivayetlerden Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in de damatları Ebü’l-Âs ve Hz. Ali’den kızlarının üzerine başka biriyle evlenmemeleri için söz aldığı anlaşılmaktadır. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 16; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 96)

Bu durum, Peygamber Efendimiz’in tek evlilikten yana olduğuna işaret eder. Kendisi de elli beş yaşlarına kadar tek hanımla evli kalmış, ancak bazı sebep ve hikmetler, hayatının sonlarına doğru Efendimiz’in de birden çok evlenmesini gerekli kılmıştır. Bu sebeplerden bir kısmını şöyle ifade etmek mümkündür:

Medine’de kurulan İslâm devleti, güçlenmek ve dünyaya yayılabilmek için birçok kabile ve devletle anlaşmayı, samimî münasebetler kurmayı gerekli kıldı. İslâm’ın kadınlar arasında tebliğ edilip öğretilmesi de Allah Resûlü’ne yakın olan kadın talebelerin varlığını icab ettiriyordu. Bir de ümmetinin hâmîsi olan Allah Resûlü, sıkıntıya düşen kimselere yardımcı olmak durumunda kalmıştı. Bütün bu ve benzerî sebepler Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i birden çok hanımla evlenmeye sevketti. Allah Teâlâ da Resûlü’ne bu konuda genişlik tanıdı, hatta hanımlarından Zeyneb bint-i Cahş’ın nikâhını bizzat Cenâb-ı Hak kıyarak onunla evlenmesini peygamberine emretti. (el-Ahzâb 33/37)57 Diğer mü’minlere getirdiği sınırı Efendimiz’e getirmedi. (el-Ahzâb 33/50)

Öte yandan mü’minlerin boşadığı hanımları başkaları nikâh edebiliyordu. Mü’minlerin anneleri olan Efendimiz’in hanımları ise ondan sonra başkası ile evlenemiyorlardı. Çünkü onlar ümetin anneleri idiler. Hal böyle olunca Allah Resûlü onları boşadığında mağdur duruma düşmeleri kuvvetle muhtemeldi. Dolayısıyla Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-, dinî ve siyâsî bir maksatla yeni bir evlilik yapmak durumunda kalınca dörtten fazla olan hanımlarını boşamamıştır.58 Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:

“…Böyle yapman onların mutlu olmalarına, üzülmemelerine ve hepsinin, senin verdiklerine râzı olmasına daha uygundur. Allah, kalplerinizde olanı bilir. Allah hakkıyle bilendir, halîmdir.” (el-Ahzâb 33/51)

Yirmi beş yaşında iken, kendisinden on beş yaş büyük olan Hz. Hatice59 ile evlenip elli yaşına kadar onunla mesut bir hayat süren Peygamber Efendimiz’in, birden fazla evliliklerini İslâm ahkâmının peşpeşe emredilip tatbik edildiği Medine döneminde gerçekleştirmesi, bu durumun daha ziyade risâlet vazifesiyle alâkalı olduğunu göstermektedir.

İslâm, kadınlık hususiyetlerinden kaynaklanan bazı hâller müstesnâ, mükellefiyetler açısından erkekle kadını müsavî tutmuştur. Rahle-i tedrîsinde erkek ashâbından yüzlerce âlim ve muallimi yetiştiren Allah Resûlü, hanım sahâbîlerin yetiştirilmesi için de vâlidelerimizi vasıta edinmiştir. O, erkek sâhâbîlerini suffasında yetiştirdiği gibi, ümmetinin kadınlarıyla meşgul olacak hocaları da hücre-i saâdetlerinde yetiştirmiştir. Âile hayatındaki sünnetinin tesbiti ve Müslümanlara ulaşmasında hanımlarının büyük rolü olmuştur.

Peygamber Efendimiz’in İslâm’ın bütün hükümlerini ümmetin kadınlarına direk olarak öğretmesi ve tarif etmesi mümkün değildir. Kadınlar da İslâm’ın getirdiği mükellefiyetleri ve tatbikâtını her zaman rahatlıkla Efendimiz’e soramamışlardır. Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- zaman zaman onlara da sohbet etmiş ise de bunun erkeklerle beraberliği kadar olmayacağı muhakkaktır. Bu sebeple hanım sahâbîler, pek çok hususî meselelerinin çözümünde Peygamber Efendimiz’in zevcelerini elçi olarak kullanmışlardır. Bizzat sordukları bazı suallere Allah Resûlü engin hayası sebebiyle kinayeli cevaplar verdiğinde, geniş açıklamayı yine vâlidelerimizden almışlardır. (Buhârî, Hayz, 13, 14; Müslim, Hayz, 60; Ebû Dâvûd, Tahâret, 107; Darimî, Vudû, 75; Nesaî, Gusl, 21; Muvatta, Taharet, 105)

Bazı insanlar Ümmü Seleme vâlidemize gelerek:

 – Bize Peygamberimiz’in sırlarından bahset, demişlerdi.

Hz. Ümmü Seleme:

 – Onun gizli saklı bir şeyi yoktur, cevabını vermişti.

Sonra da böyle söylemekle Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in âile sırrını ifşa ettiği zehabına kapılarak çok üzüldü. Son derece mahcup ve özür dileyen bir ifade ile durumu Allah Resûlü’ne arzetti.

Efendimiz:

“– İyi demişsin” buyurdu. (İbn-i Hanbel,  VI, 309)

Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu sözüyle hanımlarına, hayatının en ince noktasına kadar bütün hareket ve tavırlarını ümmete açıklama izni vermiş oluyordu. Diğer insanların, âile sırlarını dışarı aksettirmelerini yasaklarken kendisine âit her şeyin insanlara nakledilmesine izin veriyor, hatta bunu arzu ediyordu. Takdir edileceği gibi bu çok zor bir tercihtir. Hiç kimse kendine güvenip de böyle bir izni veremez. Çünkü insanların pek çok hatası olur ve bunların bilinmesi başkaları için menfî neticelere yol açar. Ancak ahlâkı kâmil, davranışları müstakîm olan Fahr-i Kâinât Efendimiz, kendisi hakkında böyle bir şeye müsâade edebilmiştir. Zira o ilâhî muhâfaza altındadır ve Kur’ân-ı Kerîm’i insanlığa kendi hayatıyla yaşayarak aktarmıştır. Dolayısıyla onun hayatı bütün teferruatıyla ümmetine nakledilmelidir. Bir de diğer insanların muttalî olamayacağı âilevî hususlar ancak bu yolla ümmetin bilgisine takdim edilebilmiştir.

Peygamber Efendimiz’in hanımları arasında bu hususta en etkin olan  Hz. Âişe annemizdir. O, genç, akıllı, firâset sâhibi ve uyanık bir kimseydi. Âişe vâlidemizin 2210 hadis rivayet ettiğini göz önüne aldığımızda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Şayet Hz. Âişe olmasaydı Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in hayatındaki pek çok önemli husus bize ulaşamayacaktı. Hafızasında yüzlerce şiir bulunan ve bunları ezbere okuyabilen Âişe vâlidemiz, (İbn-i Sa’d, VIII, 73)  tebliğ ve dâvet vazîfesinde Resûl-i Ekrem Efendimiz’in en mühim yardımcılarından biridir.

Hz. Âişe vâlidemiz Kur’ân’ı, helâlleri, haramları, fıkhı, tıbbı, şiiri, Arap hikâyelerini, nesep ilmini çok iyi bilirdi. Ashab hangi konuda ihtilâfa düşse hemen ona müracaat ederdi. Hatta ashabın ileri gelenleri dahi çözemedikleri meselelerde ona danışırlardı. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 360) Nitekim Ebû Mûsâ -radıyallâhu anh-:

 “Rivâyet edilen herhangi bir hadiste bir müşkilât görürsek onu Âişe’ye sorardık. Mutlaka onda bunun bir açıklamasını bulurduk” demektedir. (Tirmizî, Menâkıb, 62)

Ashâb-ı kirâmın yanlış bildikleri şeyleri Âişe vâlidemizin düzelttiğine dâir rivâyetleri derleyen müstakil kitaplar kaleme alınmıştır. Ebû Mansûr el-Bağdâdî, İmam Zerkeşî ve Suyûtî bu alanda kitap yazan âlimlerimizdendir. Bu eserlerde görüldüğü üzere Hz. Âişe -radıyallahu anhâ-, Ömer bin Hattab, Hz. Ali, Ebû Hureyre, İbn-i Abbas, İbn-i Ömer, İbn-i Mes’ud, Ebû Said el-Hudrî, Ebû’d-Derdâ, Berâ bin Âzib, Câbir bin Abdillah gibi ashâbın büyüklerini dahi, yanlış ve eksik anladıkları hususlarda îkâz edip düzeltmiş, Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’den öğrendiği şekilde olayların hakîkatini ortaya koymuştur.60

Meşhur âlim Zührî şöyle der:

“Bütün insanların ve Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in diğer hanımlarının ilmi bir araya toplansa, Âişe -radıyallahu anhâ-’nın ilmi yine de hepsinden daha üstün gelirdi.” (Hâkim, IV, 12)

Âişe -radıyallahu anhâ- bilmediği bir şey duyduğunda hemen araştırır, Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e mürâcaat ederek hâdisenin hakîkatini iyice öğrenirdi. Birgün Allah Resûlü:

“– Kim hesâba çekilirse azaba uğramış demektir” buyurunca Hz. Âişe:

– Peki yâ Resûlallah, Allah Teâlâ: “O vakit kitabı sağ eline verilen kimse kolay bir hesap ile muhasebe olunur” (el-İnşikâk 84/7-8) buyurmuyor mu, diye sordu.

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“– Bu âyette bahsedilen arzdır (insanların mîzâna arzedilmesidir). Lâkin kim inceden inceye hesâba çekilirse o helâk olmuş demektir” buyurdular. (Buhârî, İlim, 35)

Ümmü Seleme vâlidemiz de sahâbîler arasında bilgisi, firâseti, güzel konuşması ve faziletiyle tanınmıştır. Hudeybiye’de Müslümanlar itaatte yavaş davrandıkları zaman Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e bulunduğu tavsiyede isâbet etmesi, Îlâ hadisesinde Hz. Ömer’e söylediği sözler, onun ilmine ve firâsetine delil olabilecek vâkıalardan sadece birkaçıdır. Resûl-i Ekrem Efendimiz’den 378 hadîs rivayet etmiştir. (Zehebî, II, 203, 210) Validelerimiz arasında ilmî kifayet bakımından Hz. Âişe’den sonra o gelir. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz’le evliliği sâyesinde o da İslâm’ın tebliğinde mühim bir rol almıştır.

Efendimiz’in hanımlarından Hz. Hafsa’nın, Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’le olan şu muhâveresi ve aldığı bilgiyi bize kadar ulaştırması, Allah Resûlü’nün evliliklerinde İslâm’ı yayma maksadının ne kadar önem taşıdığını göstermektedir:

Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Hz. Hafsa’nın yanında:

“– İnşaallah ağacın altında bey’at eden Ashâb-ı Şecere’den hiç kimse cehenneme girmeyecek!” buyurmuşlardı.

Bu söz üzerine aklına bir soru takılan Hafsa vâlidemiz:

– Peki yâ Resûlallah Cenâb-ı Hak: “İçinizden hiçbiri istisna edilmemek üzere mutlaka herkes cehenneme varacaktır” (Meryem 19/71) buyuruyor. Bu nasıl olacak, dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“– Allah Teâlâ şöyle de buyurdu” diyerek bir sonraki âyeti okudu: “Sonra müttakî olanları kurtarırız da zalimleri dizleri üstü bırakırız.” (Meryem 19/72)

Akabinde de buradaki “cehenneme varmak”tan maksadın sırattan geçerken cehennemin yanından geçmek manasına geldiğini, yoksa içine girmek demek olmadığını îzâh etti. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 163)

Bütün bu bahsedilenlerden Peygamber Efendimiz’in İslâm’ı sâdece evlilik yoluyla yaydığı gibi bir neticeye varılmamalıdır. Ancak Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Allah’ın dînini tebliğ ve tâlimde pek çok meşakkatli ve sıkıntılı yolun yanında evlilikle kurulan akrabalık ve dostluklardan da istifâde etmiştir.

Peygamber Efendimiz’in evlilik sebeplerinden biri de cemiyette yerleşmiş olan bazı yanlış inançları tashih etmektir. Allah Teâlâ cemiyette yer etmiş bâtıl inanç, örf ve âdetleri bizzat Resûlü’ne hayatta iken ilgâ ettirmiş, İslâm’a mutâbık olanları da yine ona tasdik ettirmiştir. Çünkü kökleşen bu inançları değiştirmeye ancak Allah’tan vahiy alan bir peygamber güç yetirebilir. Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- otuz beş yaşındaki öz halasının kızı Zeyneb bint-i Cahş ile evlenerek o gün insanlar arasında yerleşmiş olan evlenme, evlât edinme, boşanma, miras bırakma, âile mahremiyetleri ve benzeri birçok husustaki gayr-i hukûkî muamelelere son vermiştir. O zamanlar bir cahiliye âdeti olarak insanlar evlât ediniyorlar ve onu kendi çocukları gibi sayarak evlenme ve miras işlerini buna göre tanzim ediyorlardı. Cenâb-ı Hak, Efendimiz’le, evlâtlığı Zeyd’in boşadığı Hz. Zeyneb’in nikâhını bizzat kıyarak bu yanlış anlayışı düzeltmiştir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

 “Zeyd, o kadından ilişiğini kestiğinde biz onu sana nikâhladık ki oğulluklarının ayrıldığı kadınlarla (evlenmede) mü’minlere bir zorluk olmasın. Allah’ın emri yerine gelecektir.” (el-Ahzâb 33/37)

Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in evlenirken nazar-ı dikkate aldığı hususlardan biri de siyâsî münâsebetlerdir. Evlilik vâsıtası ile kurulan akrabalıklar sebebiyle, birçok kabilenin dostluğu kazanılmış, bu sâyede pek çok insan İslâm’a girmiştir. Meselâ Allah Resûlü’nün Hz. Cüveyriye ile evlenmesi Benî Müstalik’ten yedi yüz kadar harp esirinin karşılıksız azad edilmesini sağlamış ve bundan dolayı yüzlerce kişi Müslüman olmuştur.

Hz. Cüveyriye Benî Mustalik kabilesinin reisi Hâris bin Ebî Dırâr’ın kızıydı. Hicretin 5. yılında bu kabilenin Müslümanlara karşı savaş hazırlığı yaptığını öğrenen Peygamber Efendimiz, daha önce davrandı ve onları mağlûp etti. Alınan yüzlerce esir arasında Cüveyriye de vardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu kabileyi İslâm’a ısındırmak için Arapların bir an’anesinden faydalanarak onlarla akrabalık kurmak istedi ve Cüveyriye’ye evlilik teklif etti. O da bu teklifi kabul ederek mü’minlerin annesi olma şerefine nâil oldu. Müslümanlar Cüveyriye -radıyallahu anhâ-’nın Peygamber Efendimiz’le evlendiğini duyunca, Allah’ın Resûlü’nü memnun etmek için “Bunlar artık Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in akrabalarıdır!” diyerek ellerindeki esirleri serbest bıraktılar.

Hz. Âişe:

“Kavmi için Cüveyriye’den daha hayırlı olan bir kadın görmedik; onun sebebiyle Benî  Mustalik’ten yüz hâne halkı azad olundu” demiştir. (Ebû Dâvûd, Itk, 2)

Mustalikoğulları da çok geçmeden Müslüman oldular.

Peygamber Efendimiz’in Yahudilerin ileri gelenlerinden Huyey’in kızı Safiyye ile evlenmesi ise, Hayber yahudileriyle yakınlığa vesile olmuştur. Fahr-i Kâinât Efendimiz yahudilerle Müslümanlar arasındaki husumeti azaltmak, gerginliği asgariye indirmek ve dostane münasebetleri geliştirmek maksadıyla bu evliliği yapmıştır. Hz. Safiyye, dikkat çekecek ve şikayetlere sebep olacak derecede yahudilere yakınlık göstermiş, âdetâ onların hane-i saadetteki temsilcisi olmuştur. Birgün Safiyye -radıyallâhu anhâ-’nın câriyesi Hz. Ömer’e:

– Ey mü’minlerin emiri, Safiyye Cumartesi gününü seviyor ve yahudilerle alâkasını devam ettiriyor, diye şikayette bulunmuştu.

Bunun üzerine Hz. Ömer bir adam göndererek durumu sordurdu. Muhterem vâlidemiz:

– Cumartesi gününü soruyorsun. Allah onun yerine bana Cuma’yı ihsan ettiğinden beri o günü sevmiyorum. Yahudiler hakkındaki soruna gelince, onlar arasında benim akrabalarım var, sıla-ı rahim yapıyorum, cevabını vermiştir.61 (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 347)

Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in Mekke lideri Ebû Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe ile evlenmesi Ebû Süfyan’ın, dolayısıyla Mekkelilerin gönlünü İslâm’a karşı yumuşatmıştır. Hatta Ebû Süfyan evlilik haberini duyduğunda, o zaman için azılı bir müşrik olmasına rağmen Efendimiz hakkında medhedici ifâdelerde bulunmuş:

“O kerîm ve önüne geçilmeyen bir insandır” demiştir. Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîmenin nâzil olduğu bildirilmektedir:

“Umulur ki Allah sizinle, onlardan aranızda düşmanlık bulunan kimseler arasında bir dostluk meydana getirir. Allah Kadîr (her şeye gücü yeten)dir. Allah Gafûr ve Rahîmdir.” (el-Mümtehine 60/7) (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 306; Vâhidî, s. 443) Nitekim Hudeybiye Sulhü bozulduğunda Ebû Süfyan Medîne’ye gelmiş, kimse kendisiyle konuşmayınca kızının yanına Peygamber Efendimiz’in hane-i  saadetlerine girmiştir. Ancak Ümmü Habîbe vâlidemiz, Efendimiz’in minderini babasının altından çekip almış, müşrik olduğu için ona fazla itibar etmemiştir. (İbn-i Hişâm, II, 12-13; Vâkıdî, II,791-793)

Bütün bunlar Allah Resûlü’nün izlediği siyâsette ne kadar muvaffak olduğunu göstermektedir.

Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- evlilik müessesesini kullanarak müşriklerle olduğu gibi Müslümanlardan birçok kimseyle de akrabalık kurmuş ve bu sâyede birbirine bağlı sağlam bir cemiyet vücûda getirmeye muvaffak olmuştur. İslâm’ın tebliğinde ve neşrinde mühim roller ifâ eden sîmâlara baktığımızda, evlilik bağıyla birbirlerine nasıl kenetlendiklerini görürüz. Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in kızlarıyla evlenmiş, Hz. Osman ve Hz. Ali’ye kızlarını vermiştir. Böylece önde gelen ashâbıyla sıkı bir akrabalık bağı tesis etmiştir.62

Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Meymûne vâlidemizle Umretü’l-Kazâ dönüşü evlenmiştir. Bu esnâda Hz. Meymune otuz altı yaşındaydı ve daha önce iki evlilik yapmış dul bir hanımdı. Hz. Meymûne’nin çok sayıda kız kardeşi vardı ve hepsi de mühim şahsiyetlerle evlenmişlerdi. Allah Resûlü bu izdivaç sâyesinde birçok insanla akraba ve dost olmuştur. Bununla birlikte Fahr-i Kâinât Efendimiz Mekkelilerin gönlünü yumuşatmak, aradaki düşmanlığı yok etmek istiyordu. Onların da katılacağı bir velîme (düğün ziyâfeti) vermeyi istedi. Ancak Mekke’de kalacağı üç günlük süre dolunca müşrikler velîmeye müsâade etmediler. Resûl-i Ekrem Efendimiz de evliliğini Mekke’ye on mil mesâfedeki Serif mahallinde gerçekleştirdi. (Bûhârî, Meğâzi, 43; Tirmizî, Hac 24; İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 412-413; Zehebî, II, 240, 245)

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in evlilik sebeplerinden biri de ümmetine olan şefkât, merhamet ve nihâyetsiz vefâ duygusudur. Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek hayatlarına bakıldığında onun, İslâm’ın ilk yıllarında çile çeken, dinin tebliği için hizmet eden kimselere karşı ayrı bir muhabbet duyduğu, onlara karşı dâimâ minnet, şükran ve vefâ duyguları içinde bulunduğu görülür. Bu fedâkâr insanlar daha sonra korumasız ve muhtaç duruma düştüklerinde, Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- onların imdadına yetişmiş, elinden gelen her türlü yardımı yapmıştır. Kadın sahâbîler için bu yardımların kâfî gelmediği zamanlarda, onları ya ashâbından biriyle evlendirmiş ya da kendisi nikâhlamıştır. Hz. Sevde, Ümmü Seleme, Zeyneb bint-i Huzeyme ve Ümmü Habîbe vâlidelerimizi bu şanslı insanlar arasında saymak mümkündür.

Sevde vâlidemiz Sekrân bin Amr’ın nikâhlısıydı. Müslümanlar Mekke döneminde işkenceye uğrayınca Habeşistan’a hicret ettiler. Sekrân bir müddet sonra burada vefat etti. Mekke’ye döndükten sonra vefât ettiğini söyleyenler de vardır. Hz. Sevde’nin İslâm hususundaki bu vefâkâr ve fedâkar tutumu Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in takdirini kazandı ve içinde bulunduğu mağdûriyetten kurtarmak için onunla evlendi. Sevde vâlidemiz sebâtı kadar büyük bir şefkât ve merhamete de sâhipti. Efendimiz’in bakıma ve ana şefkâtine muhtaç olan küçük kızlarına bakmış, onları sevgiyle büyütmüştür.

Ümmü Seleme vâlidemiz, Habeşistan’a ilk hicret edenlerdendi ve oraya iki defa hicret etmek zorunda kalmıştı. Daha sonra da Medine’ye hicret etmişti. Kocası ve kendisi ilk Müslümanlardan olduğu için îmânı uğruna birçok sıkıntıya katlandı. Mekke’den, Medine’ye hicret edecekleri esnâda yakınları, Ümmü Seleme’nin kocasıyla gitmesine mâni olmuşlar, bu sebeple bir yıl kadar kocasından ve çocuklarından ayrı kalmış, birçok eziyet görmüş, bu zaman zarfında mütemâdiyen her sabah evden çıkarak Ebtah denilen yerde oturmuş ve akşama kadar ağlamıştı. Sonunda merhamete gelen yakınları Medine’ye gitmesine izin verdiler. Bir müddet sonra kocası Ebû Seleme Uhud’da aldığı bir yara sebebiyle vefât etti.[1] Ebû Seleme, Peygamber Efendimiz’in hem halası Berre’nin oğlu, hem de süt kardeşi idi. Fahr-i Kâinât Efendimiz, dul kalan Ümmü Seleme’yi muhafaza etmek ve mükâfatlandırmak için kendisine evlenmeyi teklif etti. Zeyneb, Seleme, Ömer ve Dürre isminde dört yetimi mevcuttu. Bunlar Allah Resûlü’nün rahle-i tedrisinde yetiştiler ve birçok hadis rivayet ettiler. Zeyneb, daha sonraları Hz. Âişe’yi takiben büyük bir fakîhe oldu.

Efendimiz’in hanımlarından Zeyneb bint-i Huzeyme -radıyallahu anhâ- Kureyş’in ilk muhacirlerinden ve Peygamber Efendimiz’in hem süt kardeşi hem de halasının oğlu olan Abdullah bin Cahş’ın hanımı idi. (Zehebî, Siyer, II, 218) Kocası Uhud’da şehid olan Zeyneb vâlidemiz, bakıma muhtaç bir durumda kalmıştı. Allah Resûlü bu fedakar hanımı da himayesine aldı. Peygamber Efendimiz’le evlendikten iki veya üç ay sonra vefat etti. (İbn-i Sa‘d, VIII, 115-116)

Ümmü Habîbe vâlidemiz de İslâm’ın ilk yıllarında Müslüman olanlardandır. Peygamber Efendimiz’in halasının oğlu olan kocası Ubeydullah bin Cahş ile birlikte müşriklerin zulmünden kaçarak Habeşistan’a hicret ettiler. Kızı Habîbe’yi orada dünyaya getirdi. Ne yazık ki Ubeydullah Habeş ülkesinde hristiyan oldu. Hatta onu da dininden dönmeye zorladı. Fakat Hz. Ümmü Habîbe bu teklifi şiddetle reddetti. Kocası bir müddet sonra öldü. Ümmü Habîbe vâlidemiz gurbette yapayalnız ve sıkıntılarla başbaşa kalınca, Resûlullah Efendimiz kendisine haber göndererek onunla evlenmek istediğini bildirdi. O cefâkâr insan bu teklife çok sevindi. Hicretin altıncı yılında, nikâhlarını Habeşistan Necâşîsi Ashama kıydı ve dört bin dirhem mehir verdi. Daha sonra da onu ve kızı Habibe’yi Şürahbil bin Hasene ile Efendimiz’e gönderdi. (Ebû Dâvûd, Nikâh, 27-28; Nesâî, Nikâh, 66) Resûl-i Ekrem Efendimiz’den altmış beş hadis rivayet eden Ümmü Habîbe vâlidemiz hicretin 44. senesinde Medine’de vefat etti.

Hz. Ömer’in kızı Hafsa da îmânı sebebiyle genç yaşlarda Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalan çilekeş hanımlardan biridir. Kocası Huneys, Bedir veya Uhud Gazvesi’nde aldığı yaralar sebebiyle vefat ettiğinde Hz. Hafsa henüz yirmi iki yaşındaydı. Resûlullâh -sallallahu aleyhi ve sellem- onunla evlenerek Müslümanları kuvvetlendiren Hz. Ömer’i hoşnud ettiği gibi İslâm için gayret eden ve zor durumda olan bir mü’mine hanımı da mükâfatlandırmış oldu.

İşte bütün bu ve benzeri bir çok siyasî, dînî ahlâkî ve içtimâî sebeplerden ve bilhassa İslâm hukukunda kadınları ilgilendiren hususlarda yeterli sayıda bilgili, tecrübeli, yetişmiş insan mevcut olması gâyesiyle O iffet ve namus timsali varlık, Cenâb-ı Hakk’ın izni ve emriyle bir çok hanımla evlenmiştir.

Zira bazı fıkhî meselelerde yalnız bir kadının görüşü kifâyet etmeyebilirdi. Bütün iklim, tarih ve zamanları içine alacak olan İslâm’ın husûsiyle kadın ve âile ile alâkalı hukuk anlayışı bir kişiden tam anlamıyla bize kadar gelemeyebilirdi. Üstelik o kadının Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den önce ölmeyeceğini de kimse garanti edemezdi. Bu hâl ise İslâm kadın hukukunun tam manasıyla tekevvün edememiş olması mânâsına gelirdi.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, iddiâ edildiği gibi sırf şehvet yüzünden evlenmiş olsaydı, Medine’de Muhâcirler ile Ensâr’ın çok güzel kızları vardı. Müslümanlar, kızlarını Hz. Peygamber’e vermeyi şeref sayar, kızlar da “Peygamber zevcesi” ve “mü’minlerin annesi” olmaya can atardı. Fakat Allah Resûlü bu yola hiç tevessül etmemiştir.

Ayrıca Allah Resûlü’nün siyâset îcâbı Ensar’dan hiçbir kadınla evlenmediği dikkat çeker.64 Çünkü İslâm’ın ilk çilesini çeken, alâkaya ve bir araya getirilmeye muhtaç insanlar Ensâr’dan ziyade Muhâcirlerdir.

Hâsılı Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bütün evlilikleri muhteşem bir ileri görüşlülüğün eseridir ve pek ulvî maksatlarla gerçekleştirilmiştir. Evliliklerinin netîcelerine baktığımızda Efendimiz’in bu siyâsetinde ne kadar başarılı olduğunu ve isâbet ettiğini kolaylıkla görmek mümkündür.



[1] Ebû Seleme -radıyallâhu anh- ashâbın ileri gelenlerinden ve Resûl-i Ekrem Efendimiz’e en fazla yardımı dokunan akıllı bir sahabiydi. Allah Resûlü, Zü’l-Aşîre gazası için Medîne’den ayrıldığında yerine Ebû Seleme’yi vâli bırakmıştı. (İbn-i Sa’d, II, 9) Yine yüz elli kişilik bir müfrezenin başına Ebû Seleme’yi getirerek Katan’daki Esed bin Huzeyme oğullarına âit bir suya doğru seriyye göndermişti. (İbn-i Sa’d, II, 50) Efendimiz Ümmü Seleme ile evlenmekle bu kıymetli sahabîsinin emânetlerine de sâhip çıkmış oldu.

Bookmark the permalink.

Comments are closed