A. KUR’ÂN-I KERÎM

“…(Ey Habîbim!) Sen, azâbımdan

  korkanlara Kur’ân ile öğüt ver!”

                                                                                                                                                                  Kâf 50/45

Peygamber Efendimiz’in tebliğinin esâsını ve ana çerçevesini Kur’ân-ı Kerîm teşkil etmiştir. Allah Resûlü’nün özlü ifadesiyle:

“Kur’ân-ı Kerîm:

1) Vukû bulacak her türlü fitneye karşı insanı selâmete erdiren,

2) Önceki toplumların haberlerini, sonrakilerin durumlarını, insanlar arasında meydana gelecek hâdiselerin hükümlerini ihtiva eden,

3) Hak ile bâtılı tefrik eden,

4) Mâlayâni olmayan,

5) Kendisini terk eden azgını Cenâb-ı Hakk’ın helâk ettiği,

6) Onun dışında hidâyet arayanı Allah’ın dalâlete düşürdüğü,

7) Hak Teâlâ’nın sapasağlam ipi, zikr-i hakîmi ve sırât-ı müstakîmi olan,

8) Kendisine bağlananların hiçbir zaman sapmadığı,

9) Onu söyleyen dillerin yanılmadığı,

10) Âlimlerin kendisine doyamadığı,

11) Çok tekrardan dolayı tâzeliğini asla kaybetmeyen,

12) Üstünlüğü ve mu’cizeliği asla nihâyete ermeyen,

13) Cinlerin, dinledikleri zaman; «Gerçekten biz, hayranlık veren bir Kur’ân dinledik» (el-Cinn 72/1) demekten kendilerini alamadıkları,

14) Kendisiyle konuşanların doğru söylediği,

15) Onunla hüküm verenlerin isâbet ederek âdil davrandığı,

16) Onu tatbik edenlerin ecir gördüğü,

17) Ona çağıranın dosdoğru yolu bulduğu ilâhî bir kelâmdır.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 14; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1)

Hasan Basrî hazretleri der ki:

“Allah Teâlâ yüz dört kitap indirmiştir. Bunların bütün ilimlerini dördünün içinde toplamıştır: Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’ân. Sonra bu üçünde bulunan ilimleri de Kur’ân’a dercetmiştir.” (Beyhakî, Şuabü’l-İmân, II, 450)

İşte umûmî mânâda bu vasıfları taşıyan Kur’ân-ı Kerîm, Sevgili Peygamberimiz’in kalb-i şeriflerine bir hidâyet meş’alesi olarak inzâl buyrulmuş ve nübüvvetinin en büyük mu’cizesi kılınmıştır. Efendimiz hakîkati onunla idrak etmiş, iç dünyası onunla aydınlanmış ve ondan aldığı feyzi insanların kalplerine ulaştırmaya, insanlığı îmânın nurlu iklimine taşımaya gayret göstermiştir. İmam Şâfiî -rahimehullâh- bunu şöyle ifâde eder:

“Ümmetin âlimlerinin söylediği sözler sünnetin şerhidir. Sünnette bildirilen şeyler de Kur’ân’ın tefsiridir. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in verdiği her hüküm Kur’ân’dan anladığı ve onun muhtevâsına dâhil olan şeylerdir.” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 4; Kettânî, II, 122)

Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Elif, Lâm, Mîm. İşte içinde şüphe bulunmayan o kitap, müttakîler için bir hidâyet rehberidir.” (el-Bakara 2/1-2)

“Elif, Lâm, Râ. Bu Kur’ân, Rablerinin izniyle insanları, karanlıklardan nûra; Azîz ve Hamîd olan Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.” (İbrâhîm 14/1)

Âlemlere Rahmet Efendimiz, Kur’ân-ı Kerîm vasıtasıyla insanları küfür, şirk ve zulüm karanlıklarından îmân, İslâm ve ihsanın nurlu aydınlığına çıkarmıştır. Bu aydınlık yol, her şeye gücü yeten, sınırsız kuvvet sâhibi ve her türlü medhü senâya layık olan Cenâb-ı Hakk’ın insanoğluna çizdiği, cennet ve Cemâlullâh’a varan mukaddes yoldur.

Diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyrulmaktadır:

“İşte biz bu Kur’ân’ı senin lisânına kolaylaştırdık ki müttakîleri müjdeleyesin ve hakka şiddetle düşman olan bir toplumu uyarasın!” (Meryem 19/97)

Kur’ân-ı Kerîm, ilâhî kelâma muhâtab olan ilk kitlenin diline uygun olarak Arapça inzâl edilmiş ve Rabbimizin büyük bir lütfu olarak Peygamberimiz’in diline kolaylaştırılmıştır. Bu sâyede Allah Resûlü, Kur’ân’ı kavmine aktarmış; onun vâsıtasıyla takvâ sâhibi olanları cennetle müjdelemiş, hakka karşı inatla direnen ve şiddetle düşmanlık eden toplulukları inzar etmiştir.

İnsanlar için kolaylaştırılan ve üzerinde tefekkür etmeleri istenilen Kur’ân-ı Kerîm, dinleyenleri etkileyen bir özelliğe sâhiptir. Akl-ı selîm sâhibi bir insanın Kur’ân’ı sâdece dinlemesi bile onun Hak kelâmı olduğunu anlamasına kâfî gelir. Dolayısıyla Efendimiz’in bizzat Kur’ân’ı duyurma sorumluluğu bulunmaktaydı. Âyet-i kerîmede:

“Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse, onu himâye et. Tâ ki Allah’ın kelâmını işitebilsin, (düşünüp taşınsın, hakîkatlere muttalî olsun) Sonra onu emîn olduğu yere ulaştır…” buyrulur. (et-Tevbe 9/6)

Demek ki Kelâmullâh’ın sadâsının kulaklara ulaşması, îmân nûrunun kalbe yerleşmesine vesile olmaktadır. Diğer âyet-i kerîmelerde ise Peygamberimiz’in “münzir” ve “mübeşşir” yani uyarıcı ve müjdeleyici vasfının ancak Kur’ân vâsıtasıyla gerçekleştiği bildirilmektedir. (eş-Şûrâ 42/7; Kâf 50/45; Furkân 25/52)

Resûlullâh’a dâvette nasıl bir metot tâkip etmesi gerektiğini bildiren âyette:

“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et” (en-Nahl 16/125) buyrulmaktadır. Müfessir Taberî, burada geçen “hikmet”ten maksadın Kur’ân-ı Kerîm, “güzel öğüt”ten maksadın ise Kur’ân’daki, Yüce Allah’ın varlığını ortaya koyup kulluğa teşvik eden öğütler ve ibretler olduğunu söyler. Buna göre hikmetle ve güzel öğütle dâvet, doğrudan doğruya Kur’ân âyetlerini okuyarak ve anlatarak yapılan dâvettir.

Kur’ân-ı Kerîm Peygamber Efendimiz’in en büyük mu’cizesidir. Bir hâdis-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Gönderilen her peygambere, insanların îmâna gelmesine vesile olacak bir mu’cize muhakkak verilmiştir. Bana verilen de Allah’ın gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu sebeple kıyâmet günü ümmetimin diğerlerinden sayıca çok olmasını ümit ediyorum.” (Bûhârî, İ’tisam, 1)12

Hadîs-i şerifte Efendimiz, ümmetinin çok olması ümidini Kur’ân-ı Kerîm mu’cizesine bağlamıştır. Bunun hikmetleri şunlardır:

Kur’ân-ı Kerîm belli bir zamanda olup biten fiilî mu’cizeler gibi değildir. O, lafız ve mânâ cihetinden mu’cize olup insan aklına hitâb eder. Akıl ve ilim mevcut olduğu müddetçe Kur’ân âyetleri tefekkür edilip anlaşılacak, ihtivâ ettiği incelikler günden güne ortaya çıkacaktır.

İhtivâ ettiği mânâlar, belli bir zaman ve milletle kayıtlı kalmayacak bütün zamanları ve insanları ihâta edecektir. Her asırda bu cihetten onun mu’cizeliğini kabul eden ilim adamları olacak, dolayısıyla Allah Resûlü’nün ümmeti artarak devam edecektir.13

Kur’ân’ın hârikulâde üslûbu, her seviyedeki insanı son derece etkilemiş ve kendisine hayran bırakmıştır. İnananı da inanmayanı da onun câzibesine kapılmıştır. Bu sebeple, inanmadığı halde kendisini Kur’ân’ı dinlemekten alıkoyamayan müşriklerin garip hâlleri siyer kitaplarımızda şöyle yer almaktadır:

Bir gece Ebû Süfyan, Ebû Cehil ve Ahnes bin Şerik, birbirlerinden habersiz olarak, Peygamber -aleyhisselâm-’ın geceleyin evinde okuduğu Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemek için gidip her biri bir yere gizlenir. Bunlar, geceyi Efendimiz’in Kur’ân okuyuşunu dinleyerek geçirirler. Ta ki sabaha karşı kimseye görünmeden gitmek isterlerken tesâdüfen birbirleriyle karşılaşırlar. Yaptıkları işin tuhaflığını farkedip birbirlerini ayıplayarak:

– Bir daha böyle bir şey yapmayalım! Eğer bizi halktan ve kölelerden biri görmüş olsa, muhakkak kalbine şüphe düşer, der ve oradan ayrılırlar. Fakat ikinci ve üçüncü gece de aynı durum tekerrür eder. En son ayrılırken birbirlerine:

– Bir daha dönmeyeceğimize yemîn etmedikçe buradan ayrılmayalım, derler ve anlaştıktan sonra dağılırlar.  (İbn-i Hişam, I, 337-338)

Muallim Cûdî’nin şu beyti onların hâlini ne güzel ifâde etmektedir:

Hidâyet senden olmazsa, dirâyet neylesin yâ Rab!

Arapça bilse de Bû Cehl’e âyet neylesin yâ Rab!

Kur’ân-ı Kerîm, sırf inat ve hasetlerinden dolayı inkâra yönelen böylesine katı kalpli kişilere tesir ederse, ona gönlünü açan yumuşak kalpli ve samîmî insanları daha çok etkileyeceğinde şüphe yoktur. Bunun en güzel misallerinden biri şudur:

Habeş Necâşîsi, Hz. Ca‘fer’le birlikte Medine’ye kendi halkından 70 kişi göndermişti. Onların hepsi de din adamlarının önde gelenlerinden, yufka yürekli ve gözü yaşlı kimselerdi. Peygamber Efendimiz onlara Yâsîn sûresini okudu. Sonuna kadar dinlediler ve ağladılar. Gerçeği anlayıp:

– Bu, İsa -aleyhisselâm-’a indirilene çok benziyor, dediler. Hemen îmân edip Müslüman oldular. Onların bu hâlinden râzı olan Allah Teâlâ âyet-i kerîmelerde şöyle buyurdu:

“Peygamber’e indirilen Kur’ân’ı dinledikleri zaman, önceden âşina oldukları bu hakîkatten dolayı gözlerinden yaşlar döküldüğünü görürsün! Onlar; «Rabbimiz! Îmân ettik, artık bizi hakka şâhid olanlarla beraber yaz…» derler.” (el-Mâide 5/82-83) (Kastallânî, I, 292; Diyarbekrî, II, 31; Taberî, Tefsir, VII, 4)

Kur’ân-ı Kerîm’in hak kelâm olduğunu yakînen bilen gerçek alimlerin, onun mu’cizevî tesiri karşısında ne kadar etkilendikleri şu âyet-i kerîmelerden anlaşılmaktadır:

(Ey Resûlüm!) De ki: O Kur’ân’a ister îmân  edin ister etmeyin. Çünkü bundan evvel ilim verilmiş olanlar, kendilerine Kur’ân okununca çeneleri üstüne (yüzü koyun) kapanarak secde ederler ve; «Rabbimizi tenzih ederiz. Rabbimizin va’di gerçekten tahakkuk edecektir» derler. (Tekrar tekrar) ağlayarak çeneleri üstüne kapanırlar ve bu da onların huşûunu artırır.” (el-İsrâ’ 17/107-109)

Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’den ve verdiği bilgilerden “Nebe-i Azîm: Büyük Haber” olarak bahseder. (Sâd 38/67) Bu büyük haber, dönemin gündemini şekillendiriyor, inen âyetler herkesi derinden etkiliyordu. Müşrikler bu dâvete karşı mücâdeleye giriştiğinde, Kur’ân onların sorularını cevaplıyor, inançlarının ve düşüncelerinin yanlış olduğunu ortaya koyuyordu. Yine bunun gibi kibirlerinden dolayı dâvete karşı çıkan küfrün ileri gelenlerini muhâtab alarak, kalplerine endişe veren tablolarla onların cehennemdeki hallerini tasvir ediyor ve acı bir âkıbetle inzâr ediyordu.

O zamanki Arap toplumu, edebiyata düşkün olduğu için belâgatli bir cümleden son derece etkilenir ve ona büyük alaka gösterirdi. Öyleki bazen bir beyit, bazılarını göklere çıkarmaya kâfî geldiği gibi diğerlerini de yerin dibine geçirmeye yetiyordu. Kafirler, bu tesirin Kur’ân’da daha güçlü olduğunu çok iyi bildikleri için kendileri onu dinlemedikleri gibi başkalarına da engel olmaya çalışıyorlardı:

“Şu Kur’ân’ı dinlemeyin ve gürültü yapın. Belki ancak bu şekilde üstün gelebilirsiniz” diyorlardı. (Fussılet 41/26) Kur’ân-ı Kerîm uslûbunun Arap dâhilerini bile büyük bir tesir altında bıraktığını, Velid bin Muğire’yle ilgili şu haber çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir.

Velid bin Mugîre, Peygamber Efendimiz’e gelip:

– Bana Kur’ân oku, diye talepte bulundu.

Allah Resûlü de:

“Muhakkak Allah size adâleti, ihsânı, akrabaya vermeyi emreder;  fuhşiyattan, fenalıklardan ve zulüm yapmaktan sizi nehyeder. Dinleyip tutasınız diye size öğüt verir” (en-Nahl 16/90)  âyetini okudu.

Velid:

– Bunu bana bir daha oku, dedi.

Peygamberimiz âyeti tekrar okuyunca, Velid:

– Vallâhi, bu sözde öyle tatlılık, öyle güzellik ve parlaklık var ki, tepesi bol yemişli, kökü sulak, yemyeşil bir ağaca benziyor. Bunu beşer söyleyemez. Hiç kuşkusuz bu söz her şeye üstün gelir. Ona ise hiçbir şey üstün gelemez, muhaliflerini mutlaka mağlûb eder, demekten kendini alamadı.

Beyninden vurulmuşa dönen Velid, kalkıp Hz. Ebû Bekir’in evine gitti. Kur’ân-ı Kerîm hakkında birtakım sorular sordu ve cevaplarını aldı. Sonra Kureyşlilerin yanına vararak:

– İbn-i Ebî Kebşe’nin (Muhammed’in)14 söylediği şeyler, doğrusu hayrete şâyândır! Vallâhi o ne şiir ne sihir ne de bir deli saçmasıdır! Onun söylediği hiç kuşkusuz Allah kelamıdır, dedi. Velid’in bu sözünü işiten bazı müşrikler bir araya gelerek onun Müslüman olmasını engellemek için planlar kurdular ve Velid’i İslâm’dan uzaklaştırdılar.  (Hâkim, II, 550; Taberî, Tefsîr, XXIX, 195-196)

Arap edebiyatının ileri gelenlerinden Velid, Kur’ân’ın çarpıcı üslûp ve belâgati karşısında şaşkın bir hale gelerek derin derin düşünmüş, fakat ilâhî hidâyetten nasibi olmadığı için îmân etmemiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’in kalblere nüfûz eden hârikulâde edâ ve tesir keyfiyetinin en açık misallerinden biri de Hz. Ömer -radıyallâhü anh-’ın Müslüman olması hâdisesinde görülür. Hz. Ömer, Müslüman olmadan önce Peygamber -sallâhü aleyhi ve sellem-’e ve Müslümanlara karşı, insanların en katı davrananı idi. Peygamberimiz Dâru’l-Erkâm’da birgün:

“Ey Allahım! İslâm’ı Amr bin Hişâm veya Ömer bin Hattab’dan, sana sevgili olanı ile güçlendir!” diyerek duâ etmişti. (İbn-i Hişâm, I, 367) Hz. Ömer şöyle anlatır:

Müslüman olmadan evvel Resûlullah’a eziyet etmek için evden çıktım. O, benden önce Mescid-i Haram’a gelmişti. Ben de varıp arkasında durdum. Resûlullâh -sallâhü aleyhi ve sellem- Hâkka sûresini okumaya başladı. Dinlediğim kelâmın belâgat ve fesâhatına hayran oldum. Kendi kendime:

– Vallâhi bu, Kureyşlilerin dediği gibi bir şâir galiba, dedim. O sırada, Resûlullâh sûrenin:

“Gördüğünüz ve görmediğiniz şeylere yemin olsun ki hiç kuşkusuz o, çok şerefli bir resûlün (Allah’tan aldığı) sözüdür!  O, bir şâir sözü değildir. Siz ne de az inanıyorsunuz!” (el-Hâkka 69/38-41) âyetlerini okudu.

Ben, yine kendi kendime:

– Gâliba bu bir kâhindir! İçimden geçirdiklerimi anladı, dedim.

Bu kez:

“O, bir kâhin sözü de değildir. Siz ne de az düşünüyorsunuz! O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir” (el-Hâkka 69/42-44) âyetlerini okumaya başladı.

Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- sûreyi böylece okuyup bitirdiği zaman gönlüm yumuşadı ve kalbim İslâm’a meyletti. (İbn-i Hanbel, I, 17; Heysemî, IX, 62)

Nihâyetinde Hz. Ömer, kızkardeşi Fâtımâ’nın evinde okuduğu Tâhâ sûresinin ilk âyetleri ile kendinden geçti:

“Bu sözler ne kadar güzel! Ne kadar değerli!” diyerek Resûl-i Ekrem Efendimiz’e gelip Müslüman oldu. (İbn-i Hişam, I, 369-371)

Hz. Ömer’in Müslüman olurken kalbinin yumuşamasında Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın büyük tesiri görülmektedir. Allah Resûlü -sallâhü aleyhi ve sellem- de, Kur’ân-ı Kerîm’in bu mu’cizevi cihetinden istifade ile insanları hak dine dâvet etmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’in mu’cizevî üslûbundan etkilenerek Müslüman olanlardan biri de şâir Tufeyl bin Amr ed-Devsî’dir. O Mekke’ye gelince, Kureyşlilerin ileri gelenlerinden birtakım kimseler yanına varıp:

– Ey Tufeyl! Sen şâirsin ve kavmin arasında mûteber bir adamsın. Memleketimize geldin ama, aramızda çıkan şu adama dikkat et! Onun durumu bizi sıkıntıya düşürdü. Topluluğumuzu ve işimizi darmadağın etti. Sözü sihir gibi tesirli olup insanın babasıyla, kardeşiyle ve hanımıyla arasını açıyor. Başımıza gelen bu hâlin, seninle kavminin başına gelmesinden korkarız. Onunla aslâ konuşma ve kendisinden hiçbir şey dinleme, telkininde bulundular. Telkinlerin tesiri altında kalan Tufeyl kendi kendine, Efendimiz’den bir şey dinlememeye ve onunla hiç konuşmamaya karar verdi. Hatta, Mescid-i Haram’a vardığı zaman, Fahr-i Âlem Efendimiz’in söylediklerini işitmemek için kulaklarına pamuk tıkadı.

Tufeyl sonra kendi kendine:

– Yazıklar olsun bana! Ben akıllı ve şâir bir kimseyim. Sözün güzelini de çirkinini de iyi bilirim. O halde şu zâtın söylediğini dinlememde ne sakınca olabilir? Güzel ise kabul eder, çirkin ise reddederim, dedi ve orada bekledi. Resûlullah Efendimiz ayrılıp evine gittiğinde o da arkasından içeri girdi ve:

– Yâ Muhammed! Kavmin bana senin hakkında şöyle şöyle dedi. Beni o kadar korkuttular ki sözünü işitmeyeyim diye kulaklarıma pamuk bile tıkadım. Sonra Allah’ın yardımıyla sözünü dinlemeye muvaffak oldum. Sen şu dâvânı bana bir anlatır mısın! dedi.

Tufeyl devamla şöyle der:

– Resûlullah bana İslâm’ı anlattı, Kur’ân okudu. Vallâhi ben hiçbir zaman Kur’ân’dan daha güzel bir söz, İslâm’dan daha güzel bir din işitmemiştim! Hemen Müslüman olup Allah’tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına şehadet getirdim.

Tufeyl İslâm’ın nûr, huzur ve itminanına kavuşur. Birkaç gün geçtikten sonra, Peygamberimiz’den izin ister ve tebliğ niyetiyle kabilesinin yanına döner. İnsanlara delil olarak kullanabileceği bir kerameti olması için Resûl-i Ekrem’den Allah’a dua etmesini ister. Allah Resûlü’nün duası bereketiyle önce iki gözünün arasında kandil gibi bir nûr peydâ olur. Sonra da kendi talebiyle bu nûr, yüzünden ayrılıp değneğinin ucuna geçer. Bu şekilde kavminin yanına döner. (İbn-i Hişam, I, 407-408; İbn-i Sa’d, IV, 237-238)

Peygamber Efendimiz’in Kur’ân-ı Kerîm’i tebliğinin esası kılmasına bir örnek de Hz. Osman’nın anlattığı şu hâdisedir:

Teyzem Ervâ’yı ziyarete gitmiştim. Resûlullâh da geldi. Kendisini seyretmeye başladım, hâlimde o gün bir değişiklik vardı. Bana yöneldi ve:

– Osman neyin var? diye sordu.

Ben:

– Senin durumuna ve aleyhinde söylenenlere üzülüyorum, dedim.

O esnada Resûlullâh, “Lâ ilâhe illallâh” deyince Allah biliyor ya tüylerim ürperdi. Ardından Allah Resûlü Zâriyât sûresinin şu âyetlerini okudu:

“Rızkınız ve size va’dolunan şeyler göktedir. Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki (va’dolunduğunuz) şeyler, tıpkı sizin konuştuğunuz gibi kesin bir hakîkattir.” (ez-Zâriyât 51/22-23)

Sonra kalkıp gitti. Ben de arkasından çıktım, kendisine yetişip hemen Müslüman oldum. (İbn-i Abdilber, IV, 1779)

Aynı şekilde ilk Akabe görüşmesine iştirak eden Medineli altı kişi de Efendimiz’in İbrahim sûresinin 35-52. âyetlerini okuması üzerine hidâyete kavuşmuşlardır. (İbn-i Hişam, II, 38-40; İbn-i Sa’d, I, 217-219; Heysemî, VI, 42)

Resûlullâh -sallallâhü aleyhi ve sellem-’in, muallim ve mübelliğ olarak gönderdiği ashâbı da aynı usûlü takip etmiştir. Bunlardan Hz. Ebû Bekir Mekke’de gönülleri, Kur’ân tilavetiyle yumuşatarak İslâm’a bağlıyordu. O, yufka yürekli, yumuşak huylu, halim selim bir insandı. Müşriklerin baskılarından dolayı avlusunun bir köşesini mescid edinerek ibadet ve taatle meşgul oluyordu. Hassas bir gönle sâhip olan Ebû Bekir’in, Kur’ân okurken haşyetle sesi titrer, gözlerinden yaşlar boşanırdı. Evinin önünden geçerken onun bu içli Kur’ân okuyuşunu duyanlar durup dinler ve büyük bir tesir altında kalırlardı. Komşularından ve yoldan gelip geçenlerden bazen kapısında kalabalıklar oluştuğu görülürdü. Kureyşliler bu manzara karşısında dehşete kapıldılar. Ebû Bekir’in okuduğu Kur’ân’ın çocuklarını ve kölelerini yoldan çıkaracağından korktular. Önceden Ebû Bekir’i himâyesine alan İbnü’d-Değıne’ye şikâyet ettiler.

İbnü’d-Değıne:

– Ey Ebû Bekir, ya evinde oturup sesini çıkarma ya da benim himâyemden çıktığını îlan et, dedi.

Bunun üzerine Hz. Sıddîk şu teslimiyet dolu cevabı verdi:

– Himâyeni sana iâde ediyorum. Bana Allah’ın himâyesi yeter. (Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 45; İbn-i Hişâm, I, 395-396)

Kur’ân’la tebliğin en can alıcı misâllerinden birini de Medine’de İslâm’ın öncüsü Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhü anh-’ın, Üseyd bin Hudayr’ı ve Sa’d bin Muaz’ı İslâma dâvetinde görürüz. Mus’ab, Medine’de Kur’ân-ı Kerîm’le akılları ve kalpleri harekete geçirmiş; Kur’ân’ın büyüleyici ve iknâ edici uslûbunu, kendisinin çekici ve etkileyici tilavetiyle birleştirerek gönülleri İslâm’a kazandırmış ve Mekke’den hicret edip gelen Muhâcirleri bağırlarına basacak Ensâr’ı yetiştirmiştir. (İbn-i Hişam, II, 43-46; İbn-i Sa’d, III, 604-605; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, I, 112-113)

Mânevî kıvâmı yüksek bir kalb ile okunan Kur’ân-ı Kerîm, işte ruhlarda böylesine silinmez izler bırakıyordu. Herkes ilim ve irfân seviyesine göre ondan istifâde ediyordu. Onda her türlü manevi hastalıklara şifa vardı. Her âyet-i kerîme, bir insanın veya toplumun önemli bir hastalığına devâ olacak keyfiyette idi. Bu sebeple tebliğci, hangi muhatabına hangi âyetleri veya sûreleri okuyacağını iyi bilmelidir. Allah Resûlü, bu hususa büyük îtinâ gösterirdi. Muhatabının durumuna göre âyetler seçer ve onları okurdu. Ashâbını da bu şekilde yetiştirmişti. Hatta Fahr-i Kâinât Efendimiz, gönderdiği elçilere, gittikleri bölge halkının dinî ve itikadî durumlarına göre okuyacakları sûre ve âyetleri bildirirdi. Mesela Himyer reisine gönderdiği elçi Iyâş bin Ebi Rebia’ya Beyyine sûresini okumasını emretmişti. (İbn-i Sa’d, I, 282)

Yine Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, İslâm’a dâvet için gönderdiği mektuplara, muhatabı olan kimselerin inanç ve düşüncelerini göz önünde bulundurarak uygun bir veya birkaç âyet yazdırırdı. Resûlulâh Efendimiz’in Kur’ân-ı Kerîm ile tebliğde baştan beri gösterdiği bu hassâsiyete ashâb-ı kirâm âzamî derecede dikkat etmişlerdir.

Habeşistan’a hicret etmiş Müslümanlarla, onları geri döndürmek üzere Mekke’den giden müşrikler Necâşî’nin huzûrunda bulunuyorlardı. Müşriklerin iftirâ ve yalanlarını dinleyen Necâşî sözü Müslümanların temsilcisi Ca’fer bin Ebî Tâlib -radıyallâhu anh-’a verdi. Ca’fer güzel bir konuşma yaptı. Bunu sükûnet ve dikkatle dinleyen Necâşi:

– Peygamber olduğunu iddiâ eden o şahsın, Allah’tan aldığı şeylerden ezberinizde olan var mı? diye sordu. Hz. Ca’fer, “Evet” deyince biraz okumasını istedi. Ca’fer -radıyallâhu anh- hûşû içinde Meryem sûresinden okumaya başladı. Zekeriyyâ -aleyhisselâm-, sonra Yahya -aleyhisselâm-, onun ardından Meryem vâlidemizle ilgili âyetler birbirini takip etmeye başlamıştı. Bütün bunlar, Kur’ân dilinden işitildikçe kalpler yumuşamış, gözlerden yaşlar boşanmaya başlamıştı.

Câfer -radıyallâhu anh-’in bilerek seçtiği bu âyet-i kerîmeler, hristiyan bir cemaatin hassasiyetle üzerinde durdukları konulara temas ediyordu. Hz. Câfer huşû içinde dinlenilen bu âyet-i kerîmelerin tilâvetine son verince gözü ve gönlü dolu dolu olan Necâşi başını kaldırarak:

– Şüphesiz şu dinlediklerim ile İsâ’nın getirdiği, aynı nûr kaynağından fışkırıyor! dedi, sonra da Kureyş’in elçilerine dönerek:

– Geldiğiniz yere geri dönün! Allah’a yemin olsun ki onları size aslâ vermem, dedi ve Kureyş’in müşriklerini  başından savdı. (İbn-i Hişâm, I, 358-360)

Müslümanların kaderinde tarîhî bir ehemmiyete sâhip olan bu tebliğde, Kur’ân-ı Kerîm’in benzersiz belâğat ve fesâhatı yanında Hz. Câfer’in okuduğu âyetleri tercih etmedeki dirâyet ve firâseti de oldukça önemlidir.

Bu hâdiseler, Kur’ân-ı Kerîm’in, tebliğ ve dâvette ne kadar mühim bir yer tuttuğunu ve ne ölçüde müessir bir vasıta olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Günümüzde yapılacak olan tebliğ ve dâvette de Kur’ân-ı Kerîm aynı derecede ehemmiyete sâhiptir. Bu bakımdan İslâm tebliğ ve dâvetçilerinin, sağlam bir Kur’ân bilgisine sâhip olmaları, çalışmalarında Kur’ân’dan yeterli derecede ilham almaları zarûrîdir. Hatta dâvetçi, Peygamber Efendimiz gibi canlı bir Kur’ân olmaya gayret göstermeli, fıtratına yer etmiş Kur’ân ahlâk ve âdâbıyla insanları Allah’a çağırmalıdır.

Bookmark the permalink.

Comments are closed