“İstişâre eden pişmân olmaz.”
Heysemî, II, 280
Lügatte arı kovanından bal almak, rey vermek gibi mânâlara gelen istişâre, herhangi bir mevzuda doğruya, hakîkate ulaşmak veya yaklaşmak için bir başkasının görüşüne, fikrine müracaat etmek, danışmak ve ondan işaret almak demektir.
Farklı düşünce ve tecrübelerden istifâde etmek sûretiyle bir karara varmak, muhtelif çiçeklerden öz toplayarak bal yapmaya ve o balı kovandan alarak nimetler sofrasında insanlara takdim etmeye benzer. Cenâb-ı Hak, Rasûlü’ne hitâben:
“(Yapacağın) işlerde onlarla istişârede bulun. (Bir işe) azmettiğin zaman da, artık Allah’a tevekkül et. Muhakkak ki Allah, kendine tevekkül edenleri sever” (Âl-i İmrân 3/159) buyurmak sûretiyle istişârenin ehemmiyetini ve usûlünü bildirmiştir.
Cenâb-ı Hak, katında bulunan daha hayırlı ve daha kalıcı nimetlere nâil edeceği mü’min kullarının vasıflarını sayarken; îmân, tevekkül, büyük günahlardan kaçınmak, kızgınlık ânında öfkeyi yenerek affetmek, Rabbin buyruklarına icâbet etmek ve namaz kılmak gibi mühim hususları saydıktan sonra: “Onların işleri, aralarında istişâre iledir” (eş-Şûrâ 42/38) buyurmuş, böylece istişâre etmenin mü’min için elzem bir durum olduğuna dikkat çekmiştir.
Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- de:
“İstihâre yapan hüsrâna uğramaz, istişâre eden pişmân olmaz, iktisatlı olan da fakir düşmez” (Heysemî, II, 280) buyurmak suretiyle istişâreyle hareket etmenin hataları asgarîye indireceğini ve insanın gönlünü rahatlatacağını vurgulamıştır.
Ancak istişârede bulunulan kimsenin kendisine îtimâd edilen emîn kimselerden olması zarûrîdir. Nitekim Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ-, Allah Resûlü’nün:
“Kendisiyle istişâre edilen, güvenilir bir kimse olmalıdır” buyurduğunu bildirmektedir. (Tirmizî, Edeb, 57)
Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in hayatında istişârenin çok önemli bir yeri vardır. Ebû Hureyre hazretleri:
“Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’den daha fazla ashâbıyla istişâre eden kimse görmedim” demektedir. (Tirmizî, Cihâd, 35)
Peygamberimiz kadınlarla da bilhassa onları ilgilendiren konularda istişare etmeyi tavsiye etmektedir:
“Kendilerini alâkadar eden hususlarda hanımlarla istişâre edin!” (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, IV, 15)
“Dul kadın kendisiyle istişâre edilmeden, bâkire kız da izni alınmadan evlendirilemez.” (Müslim, Nikâh, 64)
Yine Efendimiz, “Kızları hususunda kadınlarla istişare edin!” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 22-23) buyurmak sûretiyle hanımların görüşüne müracaat etmeden kızların evlendirmemesini tavsiye etmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de de erkeklerin hanımlarıyla istişâre etmesinin lüzûmuna şöyle işâret edilmektedir:
“Eğer baba ve ana biribirlerinin müşavere ve rızâlarıyla çocuklarını memeden kesmek isterlerse kendilerine günah yoktur.” (el-Bakara 2/233)
Âyet-i kerîmenin dikkat çektiği üzere karı ve kocanın görüş ve düşünceleri birleşip de rızâ gösterdikleri takdirde, yaptıkları işte hata ihtimali azalır. Hatta kararlarında isabet edemeseler bile, iyi niyetle ve usûlünce istişâre ettikleri için mes’uliyetten kurtulurlar.
Resûlullah Efendimiz’in hayatına baktığımızda, gerek kendilerini alâkadâr eden hususlarda gerekse diğer mevzularda hanımlarının fikirlerini aldığını, vereceği kararlarda bu görüşlerden istifâde ettiğini görmekteyiz. Gerçekte Peygamberimiz’in hiç kimsenin fikrine ve hiç kimseyle istişâre etmeye ihtiyacı yoktu. Çünkü o Allah’tan vahiy alıyor, Cebrâil -aleyhisselâm- ile görüşüyordu. Ancak Efendimiz çevresindekilerle istişâre ederek bu hususun önemine dikkat çekiyor, ümmetine örnek oluyordu. İnsanlara emrettiği şeyi önce kendi hânesinde tatbîk ediyordu.
Nebiyy-i Ekrem -aleyhisselâm- onlarla istişâre etmediği durumlarda hanımlarından gelen teklifleri de ciddî bir şekilde değerlendirmiş, makul ve meşrû olduğu müddetçe itiraz etmemiştir. Nitekim kızı Zeyneb’in, Ebû’l-Âs’la evlendirilmesi Hz. Hatice’nin teklifiyle olmuştur. Bunu nakleden râvi:
“Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Hz. Hatice’ye muhalefet etmezdi” (Heysemî, IX, 213) diyerek Allah Resûlü’nün bu husustaki güzel ahlâkını beyan etmektedir.
Peygamberlik gibi ağır bir vazîfenin tevdi edildiği günlerde, Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-, durumunu ilk önce Hz. Hatice’ye açmış, onunla istişare etmiş, muhtereme vâlidemiz de meşhur ve malum sözleriyle Efendisini tesellî etmiş, daha sonra da amcasının oğlu Varaka’ya götürmüştü. (Bûhârî, Bed’ü’l-vahy, 1)
Münâfıkların ortalığı fesâda vermeleri neticesinde zuhur eden İfk hadisesinde uzun müddet sıkıntı içinde kalan Peygamberimiz, hanımlarından Zeyneb bint-i Cahş ve Hz. Âişe’nin câriyesi Berîre ile istişâre etmiş, onların Âişe vâlidemiz hakkındaki fikirlerini sormuştur. (Buhârî, Şehâdât, 16)
Hz. Âişe -radıyallahu anhâ- bu hususta şöyle der:
Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- tahkik sırasında Zeyneb bint-i Cahş’a da benimle ilgili görüşünü sormuş ve:
“– Ey Zeyneb, bu hususta ne biliyorsun, ne gördün?” demiş.
O da:
– Ey Allah’ın Resûlü, kulağımı işitmediğim, gözümü de görmediğim şeylerden dâimâ muhafaza ederim. Ben Âişe hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum, demiş.
Zeyneb, Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in zevceleri arasında bazı faziletleri sebebiyle benimle boy ölçüşen birisiydi. Ancak Allah verâ ve dindarlığı sebebiyle onu bu meselede müfterîler tarafında yer almaktan korudu. (Bûhârî, Şehâdât, 15, 30; Müslim, Tevbe, 56)
Müslümanlar Hudeybiye sulhünden sonra anlaşma maddelerinden duydukları memnuniyetsizliklerini ızhar etmiş, bu yüzden Allah Resûlü’nün “Kurbanlarınızı kesin, ihramdan çıkın, başlarınızı tıraş edin” emrinde ağır davranmışlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz kızgın bir şekilde Ümmü Seleme vâlidemizin çadırına girmişti.
Vâlidemiz:
– Ey Allah’ın Resûlü! Neyiniz var, dediklerinde, Efendimiz durumu ona açıkladı ve:
“– Ne kadar şaşılacak bir hâdise ey Ümmü Seleme! Ben insanlara defalarca «Kurbanlarınızı kesin, başlarınızı tıraş edin, ihramdan çıkın!» diyorum. Sözümü işittikleri ve yüzüme baktıkları hâlde insanların bir tanesi bile bu hususta bana icabet etmiyor!” buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ümmü Seleme:
– Ey Allah’ın Resûlü, dediğini yapmalarını istiyorsan sen kalk dışarı çık, onların hiçbirisiyle bir tek kelime dahi konuşmadan kurbanını kes ve berberini çağır, seni tıraş etsin! Onlar da mutlaka sana uyacaklardır, dedi.
Hanımının bu tavsiyesine uyan Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- gitti ve kurbanlık devesini kesti, tıraşını oldu. Bunu gören ashâb-ı kiram da kendisine tâbi oldular ve kalkıp kurbanlarını kestiler, birbirlerini tıraş etmeye başladılar. (Buhârî, Şurut, 15; Vâkıdî, II, 613)
Güzel ahlâk, en zor şartlarda bile tatbik edilebilen, meşakkatler karşısında hemen zayıflayıvermeyen vasıflardan meydana gelir. Üsve-i hasene olan Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- de vefatından önceki hastalıkları esnâsında dahi mümtaz vasıflarını terk etmemiş, büyük bir ahlâk üzere iken hayata gözlerini yummuştur. Habîb-i Ekrem Efendimiz hastalığının en şiddetli ânında, şah damarını koparırcasına acı veren ağrılar içinde dahi hanımlarına danışmış, onların rızâlarını almış ve adâlet mefhûmunun en şâhika eserini ortaya koymuştur. Birgün, bütün zevcelerini yanına çağırarak hastalığını Hz. Âişe’nin evinde geçirmesi için kendilerinden muvâfakat istedi. Onlara:
“– Ben yarın neredeyim?” diye sordu. Onlar da nerede olacağını bildirdiler.
Bazıları da:
– Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- ancak Ebû Bekir’in kızının gününü arzu eder, dediler ve bu isteği kabul ettiler. Sonra da:
– Yâ Rasûlallah! Onun yanında kalmanı kabul ediyoruz. Bizler ancak kız kardeşleriz! Birbirimize kıskançlık etmeyiz, dediler.
Peygamber Efendimiz onlara:
“– Sizler, böyle yapmamı bana helâl ediyor musunuz?” diye sordu.
– Evet, dediler.
Bunun üzerine, Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- ridasını omuzuna aldı ve akrabalarının yardımıyla Âişe vâlidemizin hücresine doğru yürüdü.
Hz. Âişe o ânı anlatırken şöyle der:
“Peygamber -aleyhisselâm-’ın hastalığı ağırlaşıp da ağrısı şiddetlendiği zaman, benim evimde bakılmak üzere zevcelerinden izin istedi, onlar da izin verdiler. Bunun üzerine, Allah’ın Nebisi bir tarafında Abbas, diğer tarafında da başka biri olduğu hâlde ayakları yerde sürünerek çıktı.” (Buhârî, Tıb, 22; İbn-i Hanbel, VI, 34, 38; Belâzurî, Ensâb, I, 545)
Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in Âişe vâlidemize olan bu derin muhabbeti, onun parlak zekâsı, ilme kâbiliyeti ve Kitabullah’ı daha derinden kavraması sebebiyle olmalıdır.