A. EN YAKINLARINDAN BAŞLAMASI

Ma’rufu (iyiliği) emredip münkerden (kötülükten) sakındırma vazîfesi ilk olarak insanın kendisinden başlamalıdır. Zira kendisini ihmal eden tebliğcinin başarılı olması mümkün değildir. Daha sonra ise yakın akrabalar gelir. Dâvetçi, tebliğini bütün bir beşeriyete duyurmak ve cihâna şâmil kılabilmek için muhâtapta tedrîce (kademelendirmeye) riâyet etmek, mesajını kendini ihâta eden dâvet halkalarına birer birer ulaştırarak ilerlemek mecbûriyetindedir. İnsanın içinde bulunduğu muhit ve akraba çevresi, onun anlattıklarını uzaktakilere nazaran daha çabuk kabûl ederler. Dâveti kabul edenlerin yakınları ve akrabaları da düşünüldüğünde, İslâm’ın cemiyete  bu yolla daha kısa bir zamanda ulaşabileceği kolayca anlaşılır. Şâyet insanın yakınları dâvetçiyi desteklemeyip yardımcı olmazlarsa diğer muhâtaplar ona güvenip inanmakta, îtimâd gösterip bağlanmakta güçlük çekerler.

Diğer taraftan bu vazîfenin istenilen şekilde başarıya erdirilebilmesi için yakınların yardımlarına da ihtiyaç vardır. Bu hakîkat âyet-i kerîmede şöyle beyân edilmektedir:

“Dediler ki: Ey Şuayb! Söylediğin şeylerin birçoğunu anlamıyoruz. Seni de içimizde gerçekten çok zayıf biri olarak görüyoruz. Eğer kabilen olmasaydı mutlaka seni taşlayarak öldürürdük (Hûd 11/91)

Lût -aleyhisselâm- da kavminin sapıklıkları karşısında çaresiz kaldığında, kendisine destek verecek yakınlarının yokluğunu hissederek şöyle demişti:

“Keşke benim size karşı bir kuvvetim olsaydı veya çok sarp bir kaleye sığınabilseydim.” (Hûd 11/80)

Peygamber Efendimiz Hz. Lût’un bu sözünden bahsettikten sonra şöyle bir îzahta bulunmuştur:

“Allah Lût’a rahmet etsin. O çok sağlam bir yere (Rabbi’ne) sığınıyordu… Allah Lût’un bu duası bereketiyle ondan sonra gelen bütün peygamberlere, kendisine destek verecek hısım ve akrabalar ihsân etmiştir.” (İbn-i Hibbân, XIV, 86)

Bununla birlikte İslâm, akrabaları koruyup kollamaya ve onlarla münâsebetleri kuvvetlendirmeye ayrı bir ehemmiyet atfetmiştir. Sıla-i rahim büyük fazîletlerden biri olarak telâkkî edilmektedir. Dolayısıyla kişi, herşeyden önce kendi âilesinden ve yakın akrabalarından mes’ûldür. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“…Akrabalar da Allah’ın hükmüne göre birbirlerine, diğer mü’minlerden ve Muhâcirler’den daha yakındır…” (el-Ahzâb 33/6)

İnfâk ve ihsânda, bakmakla yükümlü bulunduğu kimselere öncelik veren Efendimiz, bundan daha önemli olan dînî şuurlandırmaya da yine akrabalarından başlamıştır. Nitekim Yüce Rabbimiz öncelikle kendimizi ve akrabalarımızı ateşten korumamızı emretmektedir:

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşten koruyun.” (et-Tahrîm 66/6)

Bir Müslüman bunu te’mîn edebilmek için, kendisine muhâlif olsalar ve İslâm’dan tamamen uzakta bulunsalar bile, akrabaları ile irtibâtını kat’iyyen kesmemeli, her vesîle ile ziyâretlerine giderek ve meseleleri ile meşgul olarak münâsebetini devâm ettirmelidir. Nitekim Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“Akrabasını ziyâret edip gözetmeyen kimse cennete giremez” buyurmaktadır. (Müslim, Birr, 19)

İslâm’ı tebliğ eden kimse, aynı yakınlığı devamlı münâsebet hâlinde bulunduğu komşusuna da göstermek mecbûriyetindedir. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- gayr-i müslim komşusu ile dahî ilgilenmiş, hastalıklarında gidip onları ziyâret etmiştir. Bir defâsında yahûdi bir komşusunun çocuğu hastalanmıştı. Efendimiz onu ziyâret edip şifâlar diledikten sonra Müslüman olmasını istedi. Çocuk babasına baktı. Babası da yıllardır güzellik ve iyilikten başka bir şey görmediği Allah Resûlü’ne içten bir sevgi ile güvenerek:

– Oğlum, Ebü’l-Kâsım’a itaat et! dedi.

Bunun üzerine çocuk Müslüman oldu. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- dışarı çıktığında:

“– Onu ateşten kurtaran Allah’a hamdolsun” diyerek duyduğu nihâyetsiz sevinci ızhâr ediyordu. (Buhârî, Cenâiz, 80)

Buna göre İslâm dâvetçisi, yakın çevresinin birtakım yanlış inançları ve hareketleri olsa bile, Sünnet-i Seniyye’ye ittibâ ederek onlarla münâsebetlerini geliştirmelidir. Aynı zamanda her türlü vesîleyi değerlendirmeli, imkânlar ve fırsatlar hazırlayarak tebliğ faaliyetinde bulunmalıdır. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in dâvet hayâtında bunu en açık bir şekilde görmekteyiz. Ali -radıyallâhu anh- der ki:

“Sen, (önce) yakın akrabalarını inzâr et, (âhiret azabıyla uyar!) (eş-Şuarâ 26/214) âyeti nazil olunca Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- beni çağırdı:

“– Ey Ali! Yüce Allah en yakın hısımlarımı inzâr etmeyi emretti. Bu bana çok kaygı verdi. Biliyorum ki ben ne zaman kavmime bu işi açmaya kalksam, muhakkak hoşuma gitmeyen şeylerle karşılaşacağım. Bu sebeple bir müddet sustum. Bunun üzerine Cebrâil -aleyhisselâm- bana geldi:

– Yâ Muhammed! Eğer emrettiği şeyi yapmayacak olursan, Rabbin sana azâb edecektir! dedi. Yâ Ali! Bize, bir kap yemek hazırla ve üzerine de koyun budundan koy. Bir kap da süt getir. Sonra, Abdülmuttalib oğullarını çağır da onlarla konuşayım ve emrolunduğum şeyi kendilerine tebliğ edeyim” buyurdu.

Hz. Ali, Peygamber Efendimiz’in emri ile hazırladığı şeyleri onlara ikrâm etti. Bir kişinin bile kendi başına yiyebileceği az bir yemeğin kırk kişiyi doyurduğunu gören Ebû Leheb:

– Şaşılacak şey! Arkadaşınız sizi büyük bir sihirle büyüledi! Doğrusu biz, bugünkü gibi bir sihir hiç görmedik! dedi. Resûlullâh’ın konuşmasına imkân vermedi. Orada bulunan herkes dağılıp gittiler.

Ebû Leheb’in sözü, Resûlullâh Efendimiz’in çok ağırına gitti. Sustu ve o mecliste hiç konuşmadı. (İbn-i Hanbel, I, 159; İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 62; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 88-89; Yâkûbî, II, 27)

Ancak o, bu uğurda karşılaştığı sıkıntılara aldırmadan vazîfesine devâm etti. Ertesi gün akrabalarını tekrar topladı. Yine aynı zorluklarla karşılaştı. Daha sonra şöyle konuştu:

“Hamd Allah’a mahsustur. O’na hamdeder, yardımı da O’ndan dilerim. O’na inanır ve O’na tevekkül ederim. Şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur. O, birdir, eşi ve ortağı yoktur! Her halde otlak aramaya gönderilen kimse gelip de âilesine yalan söylemez. Vallâhi ben farazâ bütün insanlara yalan söylemiş olsam bile, yine size karşı yalan söylemem! Bütün insanları aldatmış olsam yine sizi aldatmam! Sizi kendisine dâvet ettiğim Allah öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur!

Vallâhi sizler uyur gibi öleceksiniz! Uykudan uyanır gibi de dirilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin mükâfatını görecek, kötülüklerinizin de cezâsını çekeceksiniz. Bunun sonucu ya temelli cennette ya da ebedî olarak cehenmemde kalmaktır. İnsanlardan ilk uyardığım kimseler sizlersiniz.

Ey Abdülmuttalib oğulları! Vallâhi Araplar içinde dünya ve âhiretiniz için, benim size getirdiğim şeyden daha üstününü ve daha hayırlısını kavmine getirmiş bir yiğit bilmiyorum. Ben sizi dile kolay gelen fakat mîzanda ağır basan iki kelimeye dâvet ediyorum ki o da Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına ve benim de Allah’ın kulu ve resûlü olduğuma şehâdet etmenizdir. Yüce Allah, sizi buna dâvet etmemi emir buyurdu.

Ey Abdülmuttalib oğulları! Ben özel olarak size, genel olarak da bütün insanlara peygamber gönderildim. Siz bu konuda daha önce görmediğiniz mu’cizelerden bazısını da görmüş bulunuyorsunuz. Bu vazîfemde bana yardımcı ve kardeş olmayı, böylece cenneti kazanmayı hanginiz kabul eder? Hanginiz bu yolda kardeşim ve arkadaşım olmak üzere bana bey’at eder?” buyurdu.

Server-i Âlem Efendimiz’in bu dâvetine kimse icâbet etmediği gibi aksine gülüştüler ve alay ettiler. Bir müddet sonra da dağılıp gittiler. (İbn-i Hanbel, I, 159; İbn-i Sa’d, I, 187; Heysemî, VIII, 302; Belâzurî, I, 119)

Resûl-i Ekrem Efendimiz, akrabalarını uyarmaya devâm etti. Onların alay ve hakâretlerine aldırmadı. Birgün Safâ tepesine çıkarak neredeyse tamâmı akrabası olan Kureyş kabilelerini tek tek çağırdı. Onlara kendisini nasıl bildiklerini sordu.

– Biz seni bütün tecrübelerimizde doğru sözlü bulduk. Sen, bizim aramızda herhangi bir suçla ithâm edilmiş de değilsin. Bugüne kadar senin yalan söylediğini duymuş değiliz! cevabını aldıktan sonra şöyle buyurdu:

“– Yüce Allah en yakın hısımlarımı azab ile korkutmamı bana emretti. Sizler «Lâ ilâhe illallâh!» demedikçe ben size ne dünyada ne de âhirette bir fayda sağlayabilirim.”

Ebû Leheb her zaman olduğu gibi yine hakârete, bağırıp çağırmaya başladı. Hatta atmak için eline yerden taş bile aldı. (Müslim, Îmân, 355; İbn-i Sa’d, I, 200; Diyarbekrî, I, 288) Ancak Resûl-i Ekrem Efendimiz ne pahasına olursa olsun Allah’ın dînini anlatmaya, risâlet vazîfesini yerine getirmeye devâm etti. Tek tek kabîlelerin ismini sayarak:

“– Ey Kureyş cemaatı! Ey Ka’b bin Lüey oğulları!….. Kendinizi Cehennem ateşinden kurtarınız! Ben, sizi Allah’ın azâbından kurtarabilecek bir güce sâhip değilim!” buyurdu ve her bir kabîleyi tek tek uyardı.

Daha sonra husûsî olarak bazı şahıslara hitâb ederek:

“– Ey Abbas bin Abdülmuttalib! Ben seni Allah’ın azâbından kurtarabilecek hiçbir şeye sâhip değilim. Ey Zübeyr bin Avvâm’ın annesi, Resûlullâh’ın halası Safiyye! Ey Muhammed’in kızı Fâtıma! Kendinizi Allah’tan satın alınız! Siz, benim malımdan dilediğinizi isteyiniz. Fakat, ben sizi Allah’ın azâbından kurtarabilecek hiçbir şeye sâhip değilim.” (Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îmân, 348-353)

Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- yakın akrabalarına özellikle de kızı Fâtıma’ya yönelik benzer uyarıları daha sonraki yıllarda da zaman zaman yapmıştır. Ancak biz şunu da biliyoruz ki, Hz. Fâtıma çocukluğunu İslâm’ın en zayıf, müslümanların en çok ezildiği bir zamanda geçirmişti. Babasının ve müslümanların çektiği acılara en az onlar kadar Fâtımâ -radıyallahu anhâ- da ortak olurdu. Babası evden çıkıp İslâm’ı tebliğ ederken o, ya endişe içinde merakla kapıda bekler ya da babasını adım adım tâkip ederek onu kollamaya çalışırdı. Birgün Fahr-i Kâinât Efendimiz Mescid-i Haram’a gitmiş ve oradaki topluluğa İslâm’ı anlatıyordu. Fakat karşısında bulunan câhiliye mensupları kendi düzenlerini tehdit eden bu sesi boğmak için toplanmış ve Allah Resûlü’ne her türlü hakareti yaparak saldırmışlardı. Babasının uğradığı cefâyı bir kenardan korkuyla izleyen Fâtıma -radıyallahu anhâ- müşriklerin dağılmasından sonra kanlar içindeki babasını alıp eve götürmüş ve şefkatle yaralarını sarmıştı.

Yine birgün Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Mescid-i Haram’da secde hâlindeyken müşrikler her zamanki vahşetleriyle deve barsaklarını ve işkembesini Âlemlerin Efendisi’nin başına atarak kahkahalarla eğlenirken, Fâtıma -radıyallahu anhâ- o pislikleri kendi elleriyle temizlemiş ve babasını alıp eve götürmüştü. Annesi Hz. Hatîce vefat ettiğinde diğer ablaları ile birlikte babalarına yardımcı olmuşlar, onun çilelerine ortak olmuşlardı, çektikleri karşısında hüzünlenmişler ve göz yaşı dökmüşlerdi. Fâtımâ kanını silmiş, Zeyneb arkasından su götürerek elini yüzünü yıkamış, bu minval üzere senelerce tedirgin bir hayat yaşamışlardı. Ancak her şeye rağmen Allah Resûlü ilk önce onları îkâz etmiş, âhirete hazırlanmalarını emretmiş, kendisi hakkında endişelenmemelerini söyleyerek kimsenin babalarına zarar veremeyeceğini bildirmiştir.

İşte Sevgili Peygamberimiz vazîfesine böyle çetin şartlarda başladı. En yakınlarından kendisine destek verenler, sayılı birkaç kişi idi. Akrabalarından Mekke’nin fethine kadar İslâm’a girmeyenler bulunduğu gibi, îmân nîmetine hiç kavuşamadan ölüp gidenler de vardı. Ancak onun vazîfesi akrabalarından başlayarak uyarmak ve İslâm’a dâvet etmekti ki bunu da en güzel şekilde îfâ etti.

Bookmark the permalink.

Comments are closed