Tebliğ, İslâm dîninin esaslarını anlatarak onları yaymaya, insanlara benimsetip emirleri istikâmetinde yaşamalarını sağlamaya çalışmaktır. Bu mukaddes vazîfe Kur’ân-ı Kerîm’de dâvet, inzâr, va’z, nasihat gibi tabirlerle ifâde edilmektedir. En meşhur tâbiriyle “emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker” diye bilinmektedir.
Ma’rûf, şerîatın yani Kur’ân ve sünnetin güzel gördüğü ve yapılmasını istediği, münker ise çirkin gördüğü ve yasakladığı hususlardır. Bu bakımdan ma’rufu emretmek îmân ve itâate çağırmak; münkerden nehyetmek de küfür, şirk, isyân, azgınlık ve her türlü haramlardan insanları sakındırmaya çalışmaktır.
İslâm’a dâvet, onun ele aldığı bütün mevzûlarda geçerlidir. İslâm’ın dünya ve âhirete dâir getirdiği esasların tümünün beşeriyete intikal ettirilmesi, dâvetin muhtevâsına girmektedir. Bu bakımdan İslâm dâvetinin geniş bir uygulama sahası ve büyük bir muhâtap kitlesi vardır.
Seçkinlerin en seçkini olan peygamberlerin, biricik vazîfesi kılınan tebliğ, Müslümanların da en başta yapması gereken vazîfelerinden biridir. Her Müslüman gücü, bilgisi, kültürü ve bulunduğu konum nisbetinde bu vazifeyi îfâ etmek ve kendinden başlayarak ulaşabildiği insanları şuurlandırmakla mes’uldür. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Siz, insanlığın (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız.” (Âl-i İmrân 3/110) Diğer bir âyet-i kerîmede Allah Teâlâ bu vazîfeyi emir sîgasıyla daha açık bir şekilde ifâde etmektedir:
“Sizden hayra dâvet eden, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun! İşte onlar gerçekten felâha erenlerdir.” (Âl-i İmrân 3/104)
Enes -radıyallâhu anh- dâvetçilerin âhirette nâil olacakları yüksek mertebeleri anlatan bir hadîs-i şerîfi şöyle nakleder: Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- birgün şöyle buyurdular:
“– Size bir kısım insanlardan haber vereyim mi? Onlar ne peygamber ne de şehittirler. Ancak kıyâmet gününde peygamberler ve şehitler, onların Allah katındaki makamlarına gıpta ederler. Nûrdan minberler üzerine oturmuşlardır ve herkes onları tanır.”
Ashâb-ı kirâm:
– Onlar kimlerdir yâ Resûlallâh, diye sordular.
Allah Resûlü:
“– Onlar Allah’ın kullarını Allah’a sevdiren ve Allah’ı da kullarına sevdiren kimselerdir. Yeryüzünde nasîhatçı ve tebliğciler olarak dolaşırlar.”
Ben:
– Ey Allah’ın Resûlü! Allah’ı kullarına sevdirmeyi anladık. Peki Allah’ın kullarını Allah’a sevdirmek nasıl olur, dedim.
Buyurdu ki:
“– İnsanlara Allah’ın sevdiği şeyleri emrederler, sevmediği şeylerden de sakındırırlar. İnsanlar da bunlara itaat edince Allah -azze ve celle- onları sever.” (Ali el-Müttakî, III, 685-686; Beyhakî, Şuabu’l-îmân, I, 367; Heysemî, I, 126)
Kur’ân-ı Kerîm, tebliğ ve dâveti “büyük cihad” diye isimlendirmiştir:
“Kâfirlere aslâ boyun eğme! Ve bu (Kur’ân) ile onlara karşı büyük bir mücâhede örneği sergile!” (el-Furkân 25/52) Ayette geçen “GkÒpÑnc GkOÉn¡pL” tâbiri, İslâm dâvası yolunda bütün imkân ve kaynakları seferber etmek ve Allah’ın adını yüceltmek için tebliğde bulunmak demektir. Gerçekten de tebliğ yaparak cihâdda bulunmak, düşmana karşı silahla mücâdele etmekten daha mühim ve daha faydalıdır. Peygamber Efendimiz de ilk yıllarda tebliğini sâdece Kur’ân-ı Kerîm ile yapmaktaydı. Netîcede Allah kelâmı, büyük cihadı yapmaya kâfî gelmiş ve Mekke’de başlayan bu dâvet, kısa zamanda bütün cihâna yayılmıştı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz: “Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin! Bu ise imânın en zayıf hâlidir” (Müslim, İmân, 78) buyurarak dâvet vazîfesinin îmânla alâkalı bir husûs olduğuna işâret etmekte ve kişinin iktidârı nisbetinde yapmakla mükellef olduğu tebliğ safhalarını açıklamaktadır.
İslâm’a dâvetin ehemmiyet ve lüzûmunu açıkça ortaya koyan diğer bir husûs da, bu vazîfeyi terk edenlerin acı âkıbet ve cezâlara dûçâr olacaklarının bildirilmesidir. Allah -azze ve celle- şöyle buyurur:
“Şüphesiz indirdiğimiz apaçık delilleri ve hidâyeti, insanlara kitapta beyân etmemizden sonra gizleyenler yok mu? İşte onlara Allah lânet eder, bütün lânet edebilenler de lânet eder. Ancak tevbe edip hâlini düzeltenler ve hakkı açıkça söyleyenler müstesnâ! İşte ben onların tevbelerini kabul ederim. Çünkü ben tevbeleri çokça kabul eden ve merhameti bol olanım.” (el-Bakara 2/159-160)
Yüce Rabbimiz’in bu beyânını açıklayan bir hadislerinde Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“İsrâiloğulları arasında zulüm yaygınlaştığı dönemlerde, bir kimse diğerini günah işlerken görünce evvelâ onu bu yaptığından sakındırırdı. Fakat ertesi gün onunla oturup kalkabilmek ve yiyip içebilmek (menfaat sağlamak) için kötülükten sakındırmazdı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak kalblerini birbirine benzetti ve haklarında:
«İsrailoğulları’ndan küfredenler, Dâvûd ve Meryem oğlu Îsâ diliyle lânetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve aşırı gitmelerinden dolayı idi. Onlar, işledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmiyorlardı. İçinde bulundukları bu hâl ne kötü idi.» (el-Mâide 5/78-79) âyetlerini indirdi. Evet, siz de ya zâlime engel olup onu hakka çekersiniz ya da bu durum sizin başınıza da gelir.” (Tirmizî, Tefsîr, 5/7; İbn-i Mâce, Fiten, 20)
Seyyid Seyfullah, menfaat için Hak yolundan geri kalanlara şöyle seslenmektedir:
Nân içün medheyleme nâdânı nâdânlık budur
Hayber-i nefsin helâk et şâh-ı merdanlık budur!
“Bir lokma ekmek için kötü ve câhil kimseleri methetme; zira asıl câhillik budur. Hayber kalesi gibi güçlü olan nefsini yen ki Hz. Ali gibi kahraman olasın.”
Allah Resûlü’nün mevzuyla ilgili uyarıcı beyanlarından biri de şöyledir:
“Canımı kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki siz ya iyiliği emreder kötülükten nehyedersiniz ya da Allah kendi katından üzerinize bir azap gönderir de o zaman dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9)
Bir toplumda iyiliği emreden, kötülükten men eden kimseler olmazsa, münker olan işler zamanla îtiyat hâline gelir ve hayatta normal karşılanmaya başlar. Engel olunmayan kötülük bir müddet sonra engel olunamaz hâle gelir. Hakla bâtıl birbirine karışarak hakîkat ortadan kalkar ve insanlar Allah’ı unutur. Bunun neticesi de o cemiyetin tamâmen helâk olmasıdır. Bu acı âkıbetten kurtulmak için tebliğ faaliyetine önem vermek zarûrîdir.
Tebliğ vazîfesine, ümitsizliğe düşmeden, sabır ve metânetle sürekli olarak devâm edilmelidir. Çünkü mü’minin hedefi, yeryüzünde kendisine tebliğin ulaşmadığı hiç bir kimsenin kalmamasıdır. Cenâb-ı Hak bununla alâkalı olarak Ashâb-ı Sebt’i misal vermektedir.
İsrâil oğullarından Eyle kasabası halkı, Cumartesi günü bütün işleri tatil edip ibadet etmeleri gerektiği hâlde balık avlıyorlardı. Cumartesi yasağına (sebt) uydukları gün, balıklar onlara açıktan açığa sürüler hâlinde gelirdi. O gün saldırıya uğramamaya alıştıkları ve kendilerine dokunulmayacağını hissettikleri için kaçmıyorlardı. Diğer günlerde ise gelmiyorlardı. Allah’ın emirlerini hiçe sayan bu halk, Cumartesi günleri balıkların akın akın gelmesine imrendiler, hırslarını yenemediler ve balıkları avlamaya başladılar.
Bir müddet sonra halk ikiye ayrıldı. Bir kısmı yasakları çiğneyen günahkâr kimseler, diğer kısmı da dindar ve iyiliksever insanlardı. Fakat sâlihler azınlıkta kalmışlar ve âsilere söz geçiremez, onları önleyemez olmuşlardı. Nihâyetinde iyiler de kendi aralarında iki gruba ayrıldılar. Bir grup uğraşıp didindi, her yolu ve usûlü deneyerek zahmetler çekti, nasihat etti, sonunda bıkarak ümitsizliğe kapıldı. Sayıca çok az denecek bir başka grup daha vardı ki onlar ümitsizliğe kapılmadan, bütün zorluklara göğüs gererek ve her türlü zahmete katlanarak o söz dinlemez halka va’z ve nasihate devam ettiler. İşte o ümitsizler grubu:
– Ne diye kendinizi boşuna yoruyorsunuz? Niçin boş yere nasihat ediyorsunuz? diyerek bunları tebliğden vazgeçirmeye çalıştılar. Diğerleri ise bu menfî telkinlere aldırış etmeyip âhiretteki hesâbı düşünerek tebliğe devam ettiler. Âyet-i kerîmede bu durum şöyle dile getirilmektedir:
“İçlerinden bir topluluk, «Allah’ın helâk edeceği ya da çetin bir azapla cezalandıracağı bir kavme ne diye nasihat ediyorsunuz!» dediği vakit, tebliğde bulunanlar: «Rabbinize mâzeret beyân edebilmek için, bir de belki günahlardan sakınırlar diye» cevâbını verdiler.” (el-Ârâf 7/164)
Elmalılı, bu âyeti tefsîr ederken şöyle demektedir: Tebliğ vazifesini yerine getirmek, herkese son nefesine varıncaya kadar bir nevi farzdır. Bununla beraber, dünyada hiçbir husûsta ümitsizliğe düşmek de câiz değildir. Her ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar, insanların hidâyete ulaşmasını arzu ve ümit etmek de bir vazifedir. İnsanlığın hâli sürekli değişmektedir ve kader sırrı meydana gelişinden önce bilinemez. Ne bilirsiniz, bu güne kadar hiç söz dinlemeyen bu insanlar belki yarın dinleyiverir ve sakınmaya başlar. Tamâmen sakınmazsa da, belki günahlardan biraz uzaklaşır ve bu sâyede azâbı hafifler. Her hâl û kârda tebliğde bulunup öğüt vermek, tebliği tamâmen terk etmekten evlâdır. Zira tebliği bütünüyle bırakmak ümit kapısını kapatmak anlamına gelir. Hiç bir mukâvemetle karşılaşmayan fenâlık, daha süratli yayılır. Herhangi bir fenalığı ortadan kaldırmak mümkün olmasa bile, hızını azaltmanın önemi de göz ardı edilmemelidir. (Hak Dîni Kur’ân Dili, IV, 2313)
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Allah rızası için yapılmayan her şeyin netîce îtibâriyle bâtıl ve faydasız olduğunu haber vermiştir. (İbn-i Mâce, Zühd, 21) Buna göre tebliğ de Allah rızası için ve ihlâsla yapılmalıdır. Herhangi bir dünyevî menfaat niyeti ile yapılan tebliğin Allah katında hiç bir kıymeti yoktur. Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de, tebliğin herhangi bir karşılık beklemeden, sâdece kendi rızası için yapılmasının lüzûmunu bildirerek şöyle buyurmaktadır:
“(Tebliğlerine karşılık) sizden hiçbir ücret taleb etmeyen ve hidâyet üzere bulunan bu peygamberlere tâbî olun!” (Yâsîn 36/21)
Peygamberlerin ve dâvetçilerin vazîfesi sâdece tebliğde bulunmaktır. Hidâyet ise Allah’a âittir. Cenâb-ı Hak bu hususta şöyle buyurur:
“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz, Resûlümüz’ün vazîfesi sâdece açık bir tebliğden ibârettir!” (et-Teğâbün 64/12)
Hz. Lokman’ın oğluna yaptığı şu nasihati de bir dâvetçinin nasıl davranması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır:
“Yavrum! Namazı kıl, mârufu emret ve münkerden nehyet. Başına gelene de sabret! Çünkü bunlar azim ve kararlılıkla yapılması gereken mühim işlerdendir.” (Lokman 31/17)
Resûl-i Ekrem Efendimiz gönlünü Yüce Yaratan’ına raptederek ve karşılığını sâdece O’ndan bekleyerek, insanların elinden tutup cennete ve Cemâlullâh’a doğru harekete geçirmek üzere var gücüyle çalışmıştır. Efendimiz’in bu konudaki hassasiyetini ortaya koyan pek çok hâdise cereyan etmiştir. Bunlardan bir kısmına daha sonraki sayfalarda yer verilecektir.