“Ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi
haset de iyilikleri yer bitirir.”
Ebû Dâvûd, Edeb, 44
Haset, başkasının sahip olduğu maddî veya manevî bir imkanın yok olmasını istemektir. Dilimizde kıskançlık ve çekememezlik diye ifade edilen haset, kalbe ait mezmum bir vasıftır.
Kur’ân-ı kerîm, bu menfi tutumun kişi ve toplumların îmânî boyutunu zedeleyebileceğini şöyle vurgulamaktadır: “Ehl-i kitaptan çoğu, hakikat apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki hasetten ötürü, sizi îmânınızdan vazgeçirip küfre döndürmek isterler.” (el-Bakara, 2/109)
Âyet-i kerîme, bilhassa yahûdilerin Müslümanları îmândan vazgeçirme yönündeki isteklerinin altında haset duygusunun yattığını açıkça belirtmektedir.
Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- “Bir kulun kalbinde îmânla haset bir arada bulunmaz” (Nesâî, Cihâd, 8) buyurmak suretiyle îmân gibi hasedin de kalbî bir amel olduğuna dikkat çekmiştir. Ne var ki imân, kalplerdeki müspet yönelişi; haset ise menfî yönelişi temsil etmektedir.
Dinimizde kötü huylardan biri olarak addedilen hasedin yasaklandığını belirten pek çok delil bulunmaktadır. Bir âyet-i kerîme’de:
“Allah’ın sizi birbirinize üstün kılmasına haset etmeyiniz” buyrulmaktadır. (en-Nisâ 4/32) Hadis-i şerifte ise Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- ümmetine şöyle hitap etmektedir:
“Birbirinize haset etmeyinız, alış verişte müşteri kızıştırmayınız, birbirinize buğz etmeyiniz, birbirinizden yüz çevirmeyiniz!… Ey Allah’ın kulları! kardeş olunuz! Müslüman müslümanın kardeşidir: Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu küçük görmez. (Göğsüne işâret ederek) Takvâ buradadır, takvâ buradadır, takvâ buradadır! Kişiye kötülük olarak müslüman kardeşini hor görmesi yeter. Her Müslümanın kanı, malı ve namusu diğer müslümana haramdır. Allah, sizin bedenlerinize ve sûretlerinize değil, ancak kalplerinize bakar.” (Müslim, Birr, 32-33)
Hasedin haram kılınması ve kötü karşılanmasının sebebi, hasetçinin itirazının ve muhalefetinin gerçekte Allah’a karşı olmasıdır. Çünkü insana her türlü nimeti, mevki ve makamı, üstünlüğü ve hayrı veren Allah Teâlâ’dır. O hâlde bir kimsenin sahip olduğu nimetlere karşı haset etmek, kıskançlık beslemek, Allah’ın iradesine müdahale anlamına gelir. Yukarıda naklettiğimiz, kulun kalbinde îmânla hasedin bir arada bulunamayacağını beyan eden hadîs-i şerîfte de bu duruma işaret edilmektedir. Ayrıca hasedin zararı da hasetçiden başkasına değildir. Zira îmân, kalbe huzur ve sükûn verirken haset, gönlün sıkıntıya düşmesine sebep olmaktadır. Bunun yanında kalplerini îmânla süsleyen hakiki mü’minlerin haset gibi kötü bir huydan kurtulmuş olacağını da söylemek mümkündür.
Diğer kötü ahlakî zaaflarla birlikte haset etmekten de sakındıran Peygamberimiz’in “Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz!” şeklindeki uyarısı, kötü huyların terk edilmesinin, toplumda samimi duygu ve davranışların oluşmasında büyük bir tesire sahip olduğunu göstermektedir.
Bununla birlikte Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, kalbin haset gibi manevî bir hastalıkla kirlenmesi durumunda, yapılan iyiliklerin ve hayırlı amellerin kıymetinin heder olacağını da şu çarpıcı üslupla beyan buyurmuştur:
“Ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi haset de iyilikleri yer bitirir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 44; İbn-i Mâce, Zühd, 22)
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’ın naklettiği şu rivâyet ise kalbi, haset ve kinden arındırmanın âhirette kurtuluşa vesile olacağını bildirmesi bakımından manidardır. Enes diyor ki: Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- ashabından bazı kimselerle birlikte otururken:
“– Şimdi buraya cennet ehlinden bir şahıs gelecek!” buyurdu. Tam o esnada nalinlerini sol eline almış, sakalından abdest suları damlayan Ensar’dan bir adam geldi. Ertesi gün Peygamberimiz bu sözü tekrarladığı sırada yine aynı şahıs aynı şekilde çıkageldi. Üçüncü gün de benzer durum tekrar etti. Allah Resûlü oradan kalkınca Abdullah bin Amr adamı takip etti ve ona:
– Babamla münakaşa ettim ve üç gün eve gitmemeye yemin ettim. Bu müddet içinde beni misafir edebilir misin? dedi. O zat da kabul etti.
Bunun üzerine Abdullah, onun evinde üç gece misafir oldu. Fakat adamın geceleyin ibadete kalktığını görmedi. Onun sadece yatağında sağa sola dönerken Allah Teâlâ’yı zikrettiğini, tekbir getirdiğini, vakit girince de sabah namazına kalktığını gördü. Abdullah bin Amr devamla diyor ki:
Ondan güzel ve hayırlı sözden başka bir şey işitmedim. Fakat bu üç gece geçince yaptığı amelleri biraz küçümser gibi oldum. Ona:
– Ey Allah’ın kulu! Doğrusunu söylemek gerekirse babamla benim aramda bir dargınlık ve kırgınlık mevcut değildi. Ancak Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-’den üç gün üst üste; “Şimdi cennet ehlinden biri çıkıp gelecek!” buyurduğunu işittik. Her üçünde de sen çıkıp geldin. Bu yüzden senin yanında kalarak amellerini görüp, ben de senin gibi yapayım istedim. Ne var ki senin çok amel işlediği görmedim. Acaba, seni Peygamberimiz’in buyurduğu mertebeye ulaştıran sebep nedir, dedim.
O da:
– Benim hâlim senin gördüğünden ibarettir, dedi. Sonra dönüp gitmek üzere iken beni geri çağırdı ve şöyle dedi:
– Benim hâlim senin gördüğünden ibarettir. Ancak kalbimde herhangi bir müslümana karşı hile yoktur. Allah Teâlâ’nın kendisine iyilikler ihsan ettiği bir kimseye de haset etmem. Bunun üzerine Abdullah bin Amr şöyle dedi:
– İşte seni bu dereceye ulaştıran, bizim kolay kolay başaramadığımız bu husûsiyettir. (İbn-i Hanbel, III, 166)
İslâm ahlakıyla ilgili eserlerde haset hastalığının ilim ve amelle tedavi edileceği belirtilmektedir. Şöyle ki ilim sayesinde kişi bu duygunun mahiyeti hakkında bilgi edinir. Amelle de haset duygusuna yol açan sebeplerin aksi istikametindeki davranışlara kendini zorlayarak kıskançlık temayüllerini ortadan kaldırır veya hafifletir, ya da bu temayüllerin baskısından kurtulma imkanına kavuşur. Zira âyet ve hadislerin dikkat çektiği üzere haset fiilin değil kalbin niteliğidir. Dolayısıyla insan, içindeki haset duygusuna rağmen, düşünce ve davranışlarını bu duygunun etkisinde kalmadan dinin gerekli gördüğü ölçüler içerisinde düzenlemeye gayret etmelidir.
Diğer taraftan bir yönüyle hasede benzeyen ancak dinimizde meşru sayılan bir başka duygu daha vardır ki bu gıptadır. Gıpta, bir kişinin, hayır işleyen ve iyilikler yapan bir kimsenin elindeki nimetin yok olmasını düşünmeden, aynı imkâna sahip olmayı arzu etmesi demektir. Bir nevi “hayırda yarış yapma” diyebileceğimiz bu duruma Kur’ân-ı Kerîm “Yarışanlar onda (hayırda) yarışıp dursunlar” (el-Mutaffifîn 83/26) âyetiyle dikkat çekmektedir. Bir hâdis-i şerîfte de:
“(Bilhassa) şu iki kimseye gıpta edilmelidir: Biri, Allah’ın kendisine verdiği malı hak yolunda harcayıp tüketen kimse, diğeri, Allah’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse” (Buhârî, İlim 15; Müslim, Müsâfirîn, 268) buyrularak ilim ve infak gibi hayır işlerinde gıpta edilmesi istenmiştir.
İyilik ve Allah’a itaat yolunda yarışılması böyle teşvik edilirken, kötülük, bencillik ve kıskançlık hususundaki yarışlar Peygamber Efendimiz’in “lâ-tenâfesû: Dünyaya bağlanarak bir şeyin yalnız sizde bulunmasını istemeyiniz” (Müslim, Birr, 31) hadisiyle yasaklanmaktadır.
Öte yandan haset eden kimsenin şerrinden korunmak için bazı tedbirlerin alınması gerekir. Bir kısım âyetlere dayanarak bu tedbirlerden bazısını şöyle zikredebiliriz:
1) Hasetçinin şerrinden Allah’a sığınmak: “Haset ettiğinde hasetçinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım” (el-Felak, 113/5) âyet-i kerîmesinde bu hususa vurgu yapılmaktadır.
2) Sabr etmek ve takvaya yönelmek: Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Size bir iyilik dokunsa, bu onları tasalandırır. Başınıza bir musibet gelse, buna da sevinirler. Eğer sabreder ve takva sahibi olursanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez.” (Al-i İmrân, 3/120)
3) Mümkün olduğu kadar ihsan ve ikramda bulunarak hasetçinin zararından korunmak, hasetçi ve muzır kimselerin kalplerindeki kötülük ateşini onlara iyilik ederek söndürmek. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmaktadır: “…Onlar kötülüğü iylikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah için harcarlar.” (el-Kasas, 28/54)
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet 41/34)
Bunun yanında Allah’ın maddî ve mânevî lütfuna mazhar olan kişinin israftan kaçınması ve davranışlarını başkalarının kıskançlığına sebep olmayacak şekilde ayarlaması gerekmektedir. Bu, hem dinî bir vazife hem de insanlığa karşı bir nezakettir.