“Gücünüz yettiğince Allah’a karşı takva sahibi olun!”
et-Teğâbün 64/16
Takvâ, lügatte bir şeyden sakınmak ve korunmak, korkulan şeyden nefsi emin kılmak gibi mânalara gelir. Istılahtaki anlamı ise, dinin emirlerine sıkıca bağlanarak yasaklarından kaçınmak; bir başka ifâdeyle, nefsi bütün günah ve kötülüklerden ve bunlara götüren davranışlardan korumaktır. Özetle Allah’ın emir ve nehiylerine karşı sorumluluk bilincine takva, bu bilince sahip kimseye de muttakî denir. Muttakî kimse, haram olan şeyleri terk etmenin yanında şüpheli şeyleri terk etmekle takvâsını güçlendirme gayreti içinde olmalıdır. Hadîs-i şerifte:
“Helal belli, haram da bellidir. İkisi arasında bir takım şüpheli şeyler vardır ki, insanlardan pek çoğu onları bilmez. Şüphelilerden sakınıp korunan kimse (takvâ sahibi), ırzını ve dinini muhafaza etmiş olur. Dikkat ediniz! insan vücudunda bir lokmacık et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur; o, bozuk olursa bütün vücut bozuk olur. İşte o et parçası kalptir” (Bûhârî, Îmân, 39; Müslim, Müsâkat, 107) buyrularak takvânın kemale ulaşabileceğine açıklık getirilmiştir. Ayrıca denilmiştir ki:
“Takvâ, kişinin dış görünüşünü insanlara karşı süslediği gibi, gönül dünyasını da Allah Teâlâ’ya karşı tezyin etmesidir.” (Râzî, I, 20)
Görüldüğü üzere takvanın temelinde kalbî hassasiyet vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de muttakilerin özellikleri şöylece ortaya konulmuştur:
“Gerçek iyilik (Birr), yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik sâhipleri, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanan, servetini -kendisi için ne kadar sevimli olsa da- akrabasına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve insanları kölelikten kurtarmaya harcayan; namazında devamlı ve dikkatli olan, zekâtını veren, verdiği sözü tutan, felâket, zorluk ve sıkıntı anlarında sabredenlerdir. İşte onlardır sadâkat gösterenler ve işte onlardır gerçek takvâ sâhipleri!” (el-Bakara 2/177)
Bu âyette bir bakıma takvânın çerçevesi çizilmektedir. Alimler genel olarak takvâyı üç mertebede değerlendirmişlerdir. Birinci mertebe, ebedî azaptan kendini korumak için Allah’ı inkâr etmekten ve O’na ortak koşmaktan sakınmaktır. İkinci mertebe, büyük günah işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekten uzak durup farzları yerine getirmektir. Üçüncü mertebe ise kalbini Hak’tan alıkoyacak her şeyden uzak durup gönlünü tamamen Mevlâ’ya bağlamaktır ki bu mertebenin nihayeti yoktur. (Beydâvî, I, 48, 49; Elmalılı, I, 169)
Doğrusu takvâ hayatı konusunda sınırlar çizmek ya da mertebeler belirlemek pek mümkün gözükmemektedir. Zira takvâyı geliştiren, mârifet, amel ve duygular kişiden kişiye değişiklik arz edebilir. Binâenaleyh her insanın takvâsı ancak kendi gücü ve kulluk şuuru kadardır. Nitekim “Gücünüz yettiğince Allah’a karşı takva sahibi olun!” (et-Teğâbün 64/16) âyeti de söz konusu durumu ifade etmektedir.
Bununla birlikte takva hayatı yaşamak isteyenlerin Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in nezih hayatına tâbi olmaları kaçınılmazdır. Nitekim Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- de “Sizin en muttakî olanınız benim” (Bûhârî, Îmân, 13; Müslim, Sıyâm, 74) buyurmuş, dolayısıyla hayatının her safhasında bunun örneğini verdiğini ve kendisinin iyi takip edilmesi gerektiğini hatırlatmıştır.
Hadîs-i şerîflerde takvâ sahibi olmanın ölçüsü çok hassas tutulmuştur. “Allahım! Senden hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği isterim” (Müslim, Zikir, 72) diye duâ ve niyazda bulunan Nebiyy-i Muhterem -sallallâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor ki:
“Kul, sakıncalı şeylere düşme endişesiyle sakıncası olmayan bazı şeyleri terk etmedikçe gerçek muttakilerin derecesine ulaşamaz” (Tirmizî, Kıyâme, 19; İbn Mâce, Zühd, 24) Ayrıca hâdis-i şerîfte insanın gönlünü tırmalayan ve başkalarının bilmesini arzu etmediği şey günah olarak tanıtıldığına göre, (Müslim, Birr, 14) muttaki bir müslüman, kötü hareket etmemenin yanında kötü düşünceden de uzak olmalıdır. Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh- diyor ki:
“Kişi kalbini huzursuz eden şeyleri terk etmedikçe takvâ makamına ulaşamaz.” (Buhârî, Îmân, 1) Haris el-Muhasibî de takvânın bedendeki tezahürünün emirlere bağlanıp yasaklardan kaçınmak; gönüldeki tezahürünün ise, Allah’ın farzları hususunda hesaba çekileceğini bilip, nâfile ibâdetleri sırf Allah için ihlasla yapmak olduğunu ifâde eder. (Muhâsibî, s. 40)
Bunun yanında gerek âyetlerde gerekse hadîs-i şerîflerde “takva” yegâne üstünlük ölçüsü olarak sunulmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm bir taraftan:
“Muhakkak ki Allah katında en üstününüz en muttaki olanınızdır” (Hucurât 49/13) buyururken, diğer taraftan Allah’ın muttakîleri sevdiğini, (Âl-i İmrân 3/76) ve onlarla daima beraber olduğunu belirtmektedir. (en-Nahl 16/128) Ebû Hureyre’nin naklettiği bir rivayete göre de bazı insanlar Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e:
– Ey Allah’ın Resûlü! İnsanların en şereflisi kimdir? diye sordular, Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Allah’tan en çok ittika edenler (sakınanlar)dır” buyurdu.
– Ey Allah’ın Resûlü biz bunu sormuyoruz, dediler.
“– O halde, Allah’ın halili (İbrahim)’in oğlu, Allah’ın nebisi (İshâk)’ın oğlu, Allah’ın nebisi (Yakûb)’un oğlu, Allah’ın Nebîsi Yûsuf’tur.”
– Ey Allah’ın Resûlü, biz bunu da sormuyoruz, dediler.
“– O halde siz benden Arap kabilelerini soruyorsunuz. (Bilin ki), Câhiliye döneminde hayırlı (şerefli) olanlar, şayet dînî hükümleri iyice hazmederlerse İslâmiyet devrinde de hayırlıdırlar” buyurdu. (Buhârî, Enbiyâ, 8, 14, 19; Müslim, Fedâil, 168)
Aslında, hadisin burada bizi ilgilendiren yönü, Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e sorulan soruya verdiği ilk cevaptır. Zira takvâ, bu noktada yegâne “üstünlük” ölçüsü olarak tanıtılmaktadır.
Pek muhtemeldir ki, Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kendisine soru yöneltenlerin neyi sormak istediklerini anlamış olmasına rağmen, onlara asıl üzerinde durulması gerekli olan meseleyi öğretmek maksadıyla bu cevabı vermiştir. İkinci olarak da “şeref” yönünden insanların en üstünü akla gelebilir. Hz. Peygamber bu hususta da büyük dedesinden itibaren hep peygamber olan ve Kur’ân’da başından geçenler “en güzel kıssa” olarak nitelendirilen Hz. Yûsuf’u örnek göstermiştir.
Ancak sual soranlar, bu mânada “en üstün” olanı kastetmediklerini söyleyince, bu defa Efendimiz, Câhiliye devrinde üstünlüğün soy-sop ve ecdâdın şerefine nisbetle olsa bile, İslâm’da fazilet, hikmet, ilim ve dindarlık yönünden değerlendirildiğini beyan etmiştir. Ayrıca soy üstünlüğünün bir değer olabilmesi için “takvâ” ile desteklenmesi şarttır.
Görüldüğü üzere Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in zikri geçen hâdis-i şerîfteki her üç cevabı da “takvâ” merkezlidir. Hz. Yûsuf’un özellikle Züleyhâ’ya karşı davranışlarının takvâya dayandığı, İslâm’ı iyi öğrenen, anlayan ve yaşayanların Allah korkusu ile dopdolu oldukları açıktır. Dolayısıyla Hz. Peygamber birinci cevabında açıkça, sonrakilerde dolaylı olarak “takvâ”nın en temel değer ölçüsü olduğunu ifade buyurmuştur.
Yine hadîs-i şerîflerde Allah Teâlâ’nın, kendisinden korkup çekineni ve ona ortak koşmaktan sakınanı (muttaki olanı) bağışlayacağı, (İbn-i Mâce, Zühd, 35) takvâ sahibi kulunu seveceği, (Müslim, Zühd, 11) kulun da nefsini muhâsebeye çekmeden takvâya ulaşamıyacağı haber verilmektedir. (Tirmizî, Kıyâme, 25)
Takvânın bu derece önemli olması ise imtihana tabi tutulan insanın muvaffakiyet sınırını belirlemesinden kaynaklanır. Âyet-i kerîmede bu durum şöyle ifâde edilmiştir:
“Celâlim hakkı için mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olunacaksınız; sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok incitici sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takvâ sahibi olursanız muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerlisidir.” (Âl-i İmrân 3/186)
İmtihanın muhatabı ise kalptir. Âyet-i kerîmede bu husus şöyle dile getirilir: “Allah’ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar (var ya) şüphesiz Allah onların kalplerini takvâ için imtihan etmiştir.” (el-Hucurât 49/3) Hz. Peygamber’in, mü’minlere yaptığı bazı tavsiyelerinden sonra ısrarla kalbine işaret ederek “takvâ işte buradadır” (Müslim, Birr, 32) buyurması takvânın esas mahallinin kalp olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Ayrıca kişinin kalbindeki takva derecesi yalnız Allah Teâlâ tarafından bilinir. Zira kalpleri açıp içine bakma imkanı yoktur. (Müslim, Îmân, 158) Bu sebeple diğer insanlar bir kimsede takvâ vasfının olup olmadığını kesin olarak bilemezler. Gerçek muttakileri sadece Allah Teâlâ hakkıyla bilir ve ona göre mükâfaatlandırır. (Âl-i İmrân 3/115; en-Necm 53/32)
Takvâ sahibi kimselere ihsan edilecek mükafâtlar şu şekilde sıralanabilir.
1) İyi ile kötüyü ayırmaya yarayan bir anlayış ve günahların affı
Bu husustaki âyette şöyle buyrulmaktadır: “Ey imân edenler! Allah’a karşı takva çerçevesinde hareket ederseniz, O size iyi ile kötüyü ayırmaya yarayan bir anlayış (furkân) verir, günahlarınızı örter ve sizi bağışlar.” (el-Enfâl 8/29) Kur’ân kendisini tanımlarken “Muttakiler için hidayet rehberi” olduğunu söylemektedir. (el-Bakara 2/2) Dolayısıyla takvanın bir sonucu olarak ihsan edilen “furkan”a nail olmadan vahyin nurundan yeterince istifade edilemeyeceği anlaşılmaktadır.
2) Sıkıntı anında bir çıkış yolu ve umulmadık yerden rızık
Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor ki:
“– Ben bir âyet biliyorum, eğer insanlar bunu kendilerine düstûr edinseler onlara kafidir.
Sahâbîler:
– Yâ Resûlallah bu hangi âyettir? diye sorduklarında,
Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“Kim Allah’a karşı saygılı davranırsa (takva sahibi olursa) Allah ona bir çıkış ve kurtuluş yolu gösterir” (et-Talâk 65/3) âyetini okumuştur. (İbn-i Mâce, Zühd, 24)
Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in dikkat çektiği bu âyetin ardından, Allah Teâlâ “Onu, hiç beklemediği yerden rızıklandırır” (et-Talâk 65/4) buyurarak sadece manevî bir müşkilin halledilmesi değil, aynı zamanda maddî sıkıntıların da giderileceğini belirtmektedir. Dolayısıyla hayatta karşı karşıya kalınan sıkıntılardan kurtulmanın çaresi, takvâdır.
3) Peygamber Efendimiz’e mânen yakınlık
Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- beni Yemen’e vâli olarak gönderdiği zaman Medine’nin dışına kadar uğurladı. Ben binek üzerindeydim, O ise yürüyordu. Bana bazı tavsiyelerde bulunduktan sonra:
“– Ey Muâz ! Belki bu senemden sonra beni bir daha göremezsin! İhtimal ki şu mescidime ve kabrime uğrarsın!” dedi.
Bu sözleri duyunca, Allah Rasûlü’nden ayrılmanın verdiği hüzünle ağlamaya başladım.
Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Ağlama ey Muâz!…” buyurdu ve sonra yüzünü Medine’ye doğru çevirerek:
“– İnsanlardan bana en yakın olanlar, nerede olursa olsun Allah’tan ittika edenlerdir” buyurdu. (İbn-i Hanbel, V, 235; Heysemî, IX, 22)
4) Ebedi kurtuluş
Takva sahibi kimselere verilecek nimetlerden birisi de cennettir. Kur’ân-ı Kerîm’de muttaki kimseler için hazırlanan bu mükafattan şöyle bahsedilmektedir: “…Takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!” (Âl-i İmrân 3/133) Bir hadîs-i şerifte de “Allah’a karşı muttaki olunuz. Beş vakit namazınızı kılınız. Ramazan orucunuzu tutunuz. Mallarınızın zekâtını veriniz. (Sizden olan) yöneticilerinize itaat ediniz! Böylece Rabbinizin cennetine girersiniz” (Tirmizî, Cum’a, 80) buyurulmaktadır.
Netice itibariyle tüm problemlerin çözümü, takva sahibi olmaktan yani Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle düzenlenen bir hayat tarzından geçmektedir. Söz konusu bilincin makamı da kalptir. Dolayısıyla insanın dünyada huzurlu bir hayat sürebilmesi ve âhiret yurduna hazırlıklı gidebilmesi, ancak gönül dünyasını tezyin eden takvasıyla gerçekleşebilir.