Peygamber Efendimiz, İslâm’ı tebliğ vazîfesini yüklendiğinde başarıya ulaşabilmek için en güzel metot ve vâsıtaları kullanması gerektiğini ve bütün mesâisini bu işe tahsîs etmesinin zarûrî olduğunu biliyordu. Allah’ın dînini insanlara anlatabilmek için çâreler ve fırsatlar îcâd etmesi gerekiyordu. Bu sebeple ele geçirdiği her fırsatı değerlendirdi ve insanlara ulaşabilmek için muhtelif vesîleler aradı. Zira ebedî kurtuluşun yegâne çaresi olan İslâm’ın, vakit kaybedilmeden insanlara ulaştırılması zarûrî idi.
Medîneli Enes bin Râfî, bir kısım gençle Mekke’ye gelmişti. Hazreç kabilesine karşı Kureyşlilerle andlaşma yapmak istiyorlardı. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- onların geldiklerini haber alınca hemen yanlarına gitti. Onlarla birlikte oturdu ve:
“– Size geliş sebebiniz olan işten daha hayırlısını söyleyeyim mi?” buyurdu.
– Nedir o, dediklerinde:
“– Ben Allah’ın resûlüyüm. Allah beni kullarına gönderdi. Onları Allah’a dâvet ediyorum. Allah’a ibâdet etmelerini, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalarını söylüyorum. Bu husûsta Allah bana kitap indirdi.” diyerek İslâm’ı anlattı ve onlara Kur’ân-ı Kerîm’den bazı âyetler okudu.
Âlemlerin Sultânı Efendimiz, dünyevî bir maksatla gelen bu gençlere, ebedî bir kurtuluş nefhası sunmak istiyordu. Mekke’de ne kadar insan varsa, onlara bir şekilde İslâm’ı anlatmıştı. Ancak kabul edenler çok azdı. Mekke’ye yeni gelen bu insanlar içinde hakîkate kapı aralayan bir kimse çıkar ümîdiyle yanlarına koşmuştu. Nitekim öyle de oldu. İçlerinden İyâs bin Muâz isminde bir genç çıktı:
– Arkadaşlar! Vallâhi bu, geldiğiniz işten daha hayırlıdır, dedi. Ancak arkadaşları tarafından hakâret ve eziyetlerle susturuldu. Medîne’ye döndüklerinde ise Buâs Savaşı başladı. Fazla zaman geçmeden İyâs bin Muâz vefât etti. Ölümü esnâsında başında bulunanlar, onun durmadan tesbihâtla meşgul olduğunu duydular. Müslüman olarak öldüğünden hiçbirinin şüphesi yoktu. Çünkü İyâs -radıyallâhu anh-, Kâinâtın Efendisi’ni dinlediğinde İslâm’ı iliklerinde hissetmiş ve onu kabul etmişti. (Hâkim, III, 199; İbn-i Hanbel, V, 427)
Böylece Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in ümîdi boşa çıkmamış ve bu vesîle ile bir kişinin ebediyyen kurtulmasına vesîle olmuştu.
Bir defasında da Ezd-i Şenûe kabilesinden Dımâd bin Sa’lebe, umre yapmak üzere Mekke’ye gelmişti. Dımâd, doktorluğa özenir, akıl hastalarına okur ve ilim elde etmeye çalışırdı. Müşriklerin “Muhammed -hâşa- delidir!” dediklerini işitince, kendi kendine:
– Ben gidip şu zâtı bir göreyim, tedâvi edeyim. Belki Allah ona benim ellerimle şifa verir, diyerek müşriklerin meclislerinden kalktı. O gün Resûlullâh Efendimiz’i aradı, bulamadı. Ertesi gün tekrar aramaya çıktı, bu sefer buldu ve:
– Yâ Muhammed! Ben deliliği tedâvi ederim. İstersen seni de tedâvi edeyim. Belki Allah sana şifâ verir! dedi.
Peygamber Efendimiz, Dımâd’a şöyle mukâbelede bulundu:
“– Hamd Allah’a mahsustur. Biz O’na hamdeder; yardımı ve affedilmeyi O’ndan dileriz. Nefislerimizin şerlerinden Allah’a sığınırız. Allah’ın doğru yola eriştirdiğini saptıracak yoktur. Saptırdığını da doğru yola eriştirecek yoktur. Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O birdir, tektir. O’nun eşi ve ortağı yoktur. Yine, şehâdet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve resûlüdür.”
Resûl-i Ekrem’in söyledikleri Dımâd’ın çok hoşuna gitti:
– Ben, hiçbir zaman, bundan daha güzel bir kelam dinlemedim! Sen şu sözlerini bana tekrarlar mısın? dedi.
Allah Resûlü sözlerini tekrarladı. Dımâd bu inci gibi güzel sözleri iki kere daha tekrar ettirdikten sonra:
– Vallâhi ben kâhinlerin de sihirbazların da şairlerin de sözlerini dinlemişimdir. Fakat senin şu söylediklerin gibi hiçbir söz işitmedim. Bunlar denizin dibine kadar varıp dayandı. Elini ver sana bey’at edeyim, dedi. Resûlullâh elini uzatınca Dımâd bey’at edip Müslüman oldu.
Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Bu bey’at kavmin adına da mı?” diye sordu.
Dımâd:
– Kavmim adına da, dedi.
Peygamberimiz:
“– Hem kendin hem de kavmin adına mı?” dedi.
Dımâd tekrar:
– Hem kendim hem de kavmim adına, dedi. (Müslim, Cuma, 46; İbn-i Hanbel, I, 302; İbn-i Sa’d, IV, 241)
Sevgili Peygamberimiz, Dımâd el-Ezdî -radıyallâhu anh-’ı Müslüman olmaya iknâ ettikten sonra hemen kavmi adına da ondan bey’at almıştı. Böylece onu ilk fırsatta kavmi için elçi ve muallim olarak görevlendirmiş oluyordu.
Allah Resûlü, yeni imkânlar ve fırsatlar bulmak için gittiği Tâif’te alaya alınıp taşlanmıştı. Dönüp gelirken dinlenmek için bir ağacın altına oturdu. Yaralı halde ve ızdıraplar içinde idi. O esnâda Addâs isminde bir köle yanına gelince çektiği acıları unutuverdi ve bu köleye İslâm’ı anlatmaya koyuldu.
Addâs:
– Yâ Resûlallâh! Yûnus bin Mettâ’dan bana haber ver, dedi.
Allah’ın Habîbi ona Yûnus -aleyhisselâm- hakkında Yüce Allah tarafından kendisine vahyolunanları haber verince Addâs:
– Ben, şehadet ederim ki sen Allah’ın kulu ve resûlüsün, deyip Müslüman oldu. Peygamberimiz’in üzerine kapanıp başını, ellerini ve ayaklarını öptü! (İbn-i Hişâm, II, 30; Yakûbî, II, 36)
Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in akrabalarının da bulunduğu Tâif’e yaptığı meşakkatli yolculuktan tek kazancı Hz. Addâs idi. Âlemlerin Efendisi onun Müslüman olmasına çok sevinmişti. Belki de: “Bu kadar yol ve bütün bu çektiklerim, sâdece bir kölenin Müslüman olması için bile değer!” diye düşünüyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz bir müddet sonra Medîne’ye hicret etmeyi ve İslâm’ı orada yaymayı düşündü. Bunun için çileli ve tehlikeli bir yolculuğa daha çıktı. Müşriklerin onu öldürmek için herkesi seferber etmelerine ve diğer bir çok tehlikelere rağmen o yine vazifesini yapmaya devam ediyor, yolda karşılaştığı kimselere İslâm’ı anlatıyordu. Ashaptan Sa’d ed-Delîl8 -radıyallâhu anh-’in oğlu babasından şöyle naklediyor:
Hicret yolculuğunda Allah Resûlü, Ebû Bekir ile birlikte bize uğradı. O sırada Ebû Bekir’in bir kızı yanımızda süt annede idi. Resûlullâh kısa yoldan Medîne’ye varmak istiyordu.
– Burası Rekûbe geçidinin Gâir yoludur. Burada Eslem kabilesinden kendilerine Mühânân denilen iki hırsız vardır. İstersen onların üzerine biz varalım, dedik.
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Sen bizi onların yanına götür” buyurdu. Bunun üzerine yola koyulduk. Rekûbe’yi çıkıp yokuşun başına vardığımızda, o iki hırsızdan biri arkadaşına:
– Bu zât Yemenlidir, diyordu.9 Peygamber Efendimiz onları yanına çağırıp İslâm’ı anlattı ve Müslüman olmalarını istedi. Onlar da Müslüman oldular. İsimlerini sordu:
– Biz Mühânân (iki hakîr görülen kişiyiz) dediler.
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Bilakis siz Mükremân (iki şerefli kimsesiniz)” buyurdu ve müjdeci olarak önden Medîne’ye gitmelerini emretti. (İbn-i Hanbel, IV, 74)
Bütün düşmanlarının hayâtına kasdettiği anda bile o, İslâm’ı bir insana daha ulaştırma derdindeydi. Velev ki bu kimse, insanların en hakîri olduğuna kendisi dahî inanmış biri olsun! Sevgili Efendimiz, içinde bulunduğu bütün sıkıntıları ve zorlukları unutarak bu iki yol kesiciye İslâm’ı anlatmış, onları tekrîm ve taltîf ederek saflarına katmıştır.
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- savaşlarını da sırf bu gâye için, yanî İslâm’ı tebliğ etmek için yapmıştır. Savaş hengâmında dahî fırsat doğunca İslâm’ı anlatmak ve öğretmek Allah Resûlü’nün şiârı olmuştur. Hayber kuşatması esnâsında bir yahudi eman isteyerek Müslümanlara ilticâ etmişti. Düşman kuvvetleri hakkında çok faydalı bilgiler verdikten sonra:
– Ey Ebü’l-Kâsım! Bana eman verecek, kanımı dökmeyeceksin, değil mi, dedi.
Peygamber Efendimiz:
“– Sen emniyet ve selâmettesin” buyurdu.
Yahudi:
– Nizar kalesinde bulunan hanımımı da bana bağışla! dedi.
Peygamberimiz:
“– Onu da sana bağışladım!” buyurdu ve onu İslâm’a dâvet etti. Birkaç gün mühlet isteyen yahûdi sonunda Müslüman oldu. (Vâkıdî, II, 647-648)
Savaştan maksad dâvet ve tebliğ olduğu için Allah Resûlü, savaşın zorlukları içinde dahi bir insanın kurtuluşuna vesîle olma ümîdi ile hareket etmiştir.
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ashâbına mühim şeyleri iyice öğretebilmek için her fırsatı değerlendirmiş, onların zihinlerine İslâm’ın güzelliklerini iyice yerleştirmiştir. Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Bir keresinde Allah Resûlü’ne bir grup esir getirdiler. İçlerinde (ayrı düştüğü) çocuğuna duyduğu hasretten dolayı rastladığı her çocuğu kucaklayan, göğsüne bastırıp emziren bir kadın da vardı. Efendimiz çevresindekilere (o kadını işaretle):
“– Bu kadının çocuğunu ateşe atacağına ihtimal verir misiniz?” diye sordu.
– Aslâ, atmaz, dedik.
Bunun üzerine Şefkat Peygamberi Efendimiz:
“– İşte Allah Teâlâ kullarına, bu kadının yavrusuna olan şefkatinden daha merhametlidir” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 18; Müslim,Tevbe, 22)
İnsanları duygulandıran bu manzara, bakışı ibret olan Efendimiz’e Allah’ın kullarına olan şefkât ve merhametini hatırlatmıştı. Bunu güzel bir fırsat bilerek, Allah’ın merhameti gibi mücerret bir mevzûyu ashâbına canlı bir şekilde öğretmiş oldu.
Başka birgün Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Ebû Hureyre’yi ağaç dikerken gördü ve:
“– Ebû Hureyre ne dikiyorsun?” diye sordu.
O da:
– Kendim için bir fidan dikiyorum, cevabını verdi.
O zaman Allah’ın Resûlü:
“– Sana bundan daha hayırlı bir fidanı haber vereyim mi?” diye sordu.
Ebû Hureyre:
– Evet yâ Resûlallâh, diyerek ne buyuracağını merakla beklemeye başladı.
Peygamber -aleyhisselâm-:
“– Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber, de! Bu sözlerin her birine karşılık cennette sana bir ağaç dikilir” buyurdu. (İbni Mâce, Edeb, 56)
Ashâbını devamlı olarak ağaç dikmeye teşvik eden Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu alışkanlığı kazanmış olan Ebû Hureyre hazretlerine ilâve bir amel daha bildirerek onun mânen terakkî ederek daha fazîletli bir kimse olmasını istemiştir. Bunu yaparken de meşgul olduğu şeye teşbihte bulunarak mücerred mefhumların anlaşılmasını kolaylaştırmıştır. Efendimiz burada aynı zamanda bir insanın kıyâmette en çok muhtaç olacağı sevâbı, zikir sâyesinde elde edebileceğine işaret etmiş ve zikrin en fazîletlilerinden birini öğretmiştir.