G. BAHŞİŞ, HEDİYE, ZİYÂFET ve TOPLANTILAR

Rağbeti mâl iledir ma’bed-i İslâm’ın da

Câmi’-i köhne-i bî-vakfa cemâat gelmez.22

Nâbî

İnsan, ihsana medyûndür. Zira insanın fıtrat itibariyle mala, mülke ve maddî imkânlara karşı tabiî bir meyli vardır. Bu tür arzu ve isteklerini değişik yollarla tatmin etmek ister. Dolayısıyla bu konularda kendisine yardımcı olan, problemlerini çözen, ihtiyacını gideren, gönlünü hoş eden kimselere karşı kendiliğinden bir muhabbet duyar. Bu vesileyle taraflar arasında ülfet, muhabbet, yakınlık, tanışma, anlaşma ve kaynaşma tahakkuk eder. Cenâb-ı Hak, dâvetçinin vasıf ve metotlarından bahsettiği âyetlerin birinde şöyle buyurmaktadır:

“İyilikle kötülük müsâvî değildir. Sen kötülüğü en iyi bir muâmele ile uzaklaştır. Bakarsın senin ile arasında düşmanlık bulunan kişi, sanki samîmî bir dost oluvermiştir.” (Fussılet 41/34)

Bu bakımdan İslâm tebliğci ve dâvetçileri, muhatabın psikolojisi üzerinde olumlu tesir icra eden, ruhunu okşayan ve gönlüne hoş gelen bu tebliğ vasıtasından istifade ederek, durumlarına göre izzet ü ikramda bulunmalı, hediyeler takdim etmeli ve ihtiyaçları husûsunda yardımcı olmalıdır. Bu sâyede düşünce ve yaşayış farklılığından dolayı aralarında bulunan düşmanlık ve burûdeti (soğukluğu) dostluğa ve muhabbete çevirebilirler. Nitekim Allah Resûlü:

“Aranızdaki kin ve husûmeti gidermek üzere hediyeleşiniz ve birbirinize karşı muhabbet besleyiniz” buyurmaktadır. (Tirmizi, Velâ, 6)

Fahr-i Kâinât Efendimiz, ümmetine emrettiği bu esaslar çerçevesinde kendisine verilen hediyeleri kabul etmiş ve imkân buldukça dost ve düşman herkese, özellikle gelen heyetlere hediyeler vermeye özen göstermiştir. Hatta son hastalığı sırasında bir çok sıkıntılar içindeyken bile gelen heyetlere hediyeler verilmesini emretmiştir. (Bûhârî, Cizye, 6)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, tebliğe başladığı ilk yıllarda özellikle yakın akrabasını İslâm’a dâvet ederken yemekli toplantılar tertip etmiş, ziyâfetten sonra ilâhî talimatları onlara bildirmiştir. Hz. Ali  konuyla alâkalı şu hâdiseyi nakletmektedir:

Allah Teâlâ’nın yakın akrabalarını âhiret azâbıyla uyarması emri gelince (eş-Şuarâ 29/214) Resûlullah Efendimiz beni çağırıp Abdülmuttalib oğullarını dâvet etmemi ve yemek hazırlamamı istedi. Resûlullâh’ın bana emrettiği şeyi yaptım. Abdulmuttalib oğulları toplandılar. Kırk kişi kadardılar. Toplandıklarında Efendimiz beni çağırıp hazırladığım yemeği getirmemi istedi. Getirip önüne koydum. Eti parçalayarak çanağın çevresine birer parça koyduktan sonra:

“– Haydi yiyiniz, bismillâh!” buyurdu.

Doyuncaya kadar yediler. Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki onların tümüne sunduğum yemeği bir kişi bile yalnız başına yiyebilirdi.

Bundan sonra Allah Resûlü:

“– Yâ Ali! Onlara süt de ikrâm et” buyurdu.

Onlara süt kabını getirdim, hepsi kanasıya içtiler. Vallâhi o kaptaki süt kadarını onlardan bir tek adam bile yalnız başına içebilirdi. Sofradan kalktıklarında yemek ve süte sanki hiç el değmemiş gibiydi. Resûlullâh Efendimiz söze başlamak istediği sırada, Ebû Leheb’in engel olmasıyla oradakiler dağılıp gittiler. Resûl-i Ekrem Efendimiz ikinci bir toplantı daha düzenledi. Yine onlara yemek ikram etti. Bu yemek sonrasında Allah’ın emirlerini onlara bir bir açıkladı. (İbn-i Hanbel, I, 111, 159; İbn-i Sa’d, I, 187; Heysemî, VIII, 302-303)

İslâm’ı tebliğ etmek için insanları yemeğe davet eden Sevgili Peygamberimiz’in, evine girip çıkma âdabını Allah Teâlâ şöyle bildirmektedir:

“Ey imân edenler! Peygamber’in evine rastgele girmeyin. Ancak yemek için izin verilir de girerseniz (erkenden gelip) yemeğin hazırlanmasını beklemeyin. Fakat dâvet edildiğinizde girin, ancak yemeği yer yemez hemen dağılın da konuşmaya dalmayın… (el-Ahzâb 33/53)

Fahr-i Kâinât Efendimiz, özellikle müellefe-i kulûb denen, kalbleri İslâm’a ısındırılacak olan kimselere ganimet mallarının kendi hissesine düşen kısmından bol bol vermiştir. Peygamberimiz bunlara sadaka ve ganimetlerden vermek ve güzel muamele etmekle aynı zamanda bir kısmından gelebilecek kötülükleri önleyip Müslümanların gönüllerini rahatlatmıştır. Îmânları henüz kemâle ermemiş olanların da Müslümanlıklarını geliştirip güzelleştirmelerini hedeflemiştir.

Bir keresinde Efendimiz, yeni Müslüman olmuş birisine iki dağ arasını dolduran bir koyun sürüsü vermişti… Adam kabilesine dönünce:

– Ey kavmim! Koşun, Müslüman olun! Çünkü Muhammed, fakirlik ve ihtiyaç korkusu duymadan çok büyük ikram ve ihsanlarda bulunuyor, dedi.

Hadisin râvîsi Enes -radıyallâhu anh- şöyle der:

“Kimileri, sırf dünyâlık elde etmek için Müslüman olurlardı. Fakat çok geçmeden Müslümanlık onların gözünde, dünyâdan ve üzerindeki her şeyden daha değerli bir hâle gelirdi.” (Müslim, Fedâil, 57-58)

Resûl-i Ekrem Efendimiz kendisine gelen heyetlere ve diğer insanlara da hediye vermeyi hiçbir zaman ihmâl etmemiştir. Nitekim Bahreyn halkından yirmi kişinin Medine’ye gelmesi için kendilerine yazı yazmıştı. Gelenlerin on ikisi Abdülkays’tandı. Bunlar Peygamberimiz’le görüşüp Müslüman oldular. Birçok şeyler sorup öğrendiler.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, dönerlerken Abdülkays heyetinin her ferdine hediyeler verilmesini emretti. Heyet temsilcisi Abdullah bin Avf’a ise on iki buçuk ukıyye gümüş verdi. (İbn-i Sa’d, I, 315)

Yine Fahr-i Âlem Efendimiz’e Benî Mürre’nin 13 kişilik temsilcileri, Hâris bin Avf’ın başkanlığında gelmişlerdi. Efendimiz onlara:

“– Yurdunuz nasıldır?” diye sordu.

Hâris:

– Vallâhi biz kuraklığa ve kıtlığa uğradık. Hayvanlarımızın soluyacak nefesleri kalmadı. Bizim için Allah’a dua et, dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz:

“– Allahım! Onları yağmurunla sula” diyerek duâ etti.

Benî Mürre temsilcileri Medine’de birkaç gün oturduktan sonra yurtlarına dönmek istediler. Peygamberimiz ile vedâlaşmaya geldiler. Efendimiz, Hâris bin Avf’ı onlara başkan tayin etti. Temsilcilere hediyelerini vermesi için Bilâl-i Habeşî’ye emretti. O da, temsilcilerden her birine onar ukıyye, Hâris bin Avf’a da on iki ukiyye gümüş verdi. (İbn-i Sa’d, I, 298; İbn-i Esîr, Üsdü’l-ğâbe, I, 410)

Allah Resûlü’nün kendisine gelen heyetlere, bulundukları bölgelerdeki bir kısım arâzileri ve su kaynaklarını tahsis ettiği de olmuştur. Benî Ukayl heyeti gelip Müslüman olmuşlar ve kavimleri adına da bey’atta bulunmuşlardı. Efendimiz bunlara Akik arazisini verdi. Onlar için bu husûsta kırmızı bir deri üzerine yazdırdığı yazıda şöyle buyurdu:

“Bismillâhirrahmânirrahîm

Bu, Allah’ın resûlü Muhammed’in Rebi, Mutarrif ve Enes’e verdiği yazıdır:

Namaz kıldıkları, zekât verdikleri ve itaat ettikleri müddetçe onlara Akik arazisini vermiştir. Böyle yapmakla onlara diğer bir Müslümanın hakkı da verilmiş değildir.” (İbn-i Sa’d, I, 301-302)

Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bu şekilde kalpleri İslâm’a ısındırmak için verdiği bahşişler, hediyeler ve yaptığı ikramlar sayılamayacak kadar çoktur. Hatta vefâtından az evvel yaptığı vasiyetlerinden birinde:

“Benim yaptığım gibi siz de gelen heyetlere hediyeler verin!” buyurmuştur. (Müslim, Vasiyet, 20)

İnsanın mala ve menfaata olan arzusu o gün nasılsa bugün de aynıdır. Belki daha da artmıştır. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz’in tebliğ ve dâvette kullandığı bu ehemmiyetli vasıtaları imkânlar ölçüsünde kullanmak mecburiyetindeyiz.

Bugün hristiyan misyonerler, çalışmalarında bu husûsa önem vermekte ve büyük yatırımlar yapmaktadırlar. Onları bu yola sevkeden, şüphesiz insanın mala düşkünlüğünü ve ihsanın ruhlar üzerindeki tesirini çok iyi kavramış olmalarıdır. Dolayısıyla günümüzde İslâm’ı tebliğ edecek olanlar, hitap ettiği insanların maddî sıkıntı ve problemleriyle alakadar olmalı, yaralarını sarmalı ve ihtiyaçlarını karşılamalıdırlar. En tesirli metot budur. Zira “Karnı aç olan insana yapılacak ilk İslâmî tebliğ, onun karnını doyurmaktır.” Şâir Nâbî şöyle demektedir:

Rağbeti mâl iledir ma’bed-i İslâm’ın da

Câmi’-i köhne-i bî-vakfa cemâat gelmez.

“İnsanları İslâm sarayına dâvet etmede ve onların gönüllerini ısındırmada maddî ihsanların büyük bir ehemmiyeti vardır. Nitekim vakfiyesi, meşrutası ve tezyinâtı olmayan câmilere ne imâmın ne de cemaatin rağbet etmediği bir hakîkattir.”

Bookmark the permalink.

Comments are closed