Seyyidü’l-ahkâmdır sulh ü salâh
Dilâver Ağa Zâde
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Mekke döneminde sabır ve tahammül göstermiş, Medine’nin ilk yıllarında cihâd ve gazveler yapmış, hicretin altıncı yılında Hudeybiye Musâlahası ile sulh ve barış imkânını elde etmişti. Tahakkuk eden bu sulh ortamı, İslâm tebliğinin yayılması için bir dönüm noktasıdır. Zira Allah Teâlâ bunu “Feth-i Mübîn” olarak tavsif etmektedir. (el-Feth 48/1) Hudeybiye’de Mekkeliler Kâbe’yi tavâf etmelerine izin vermeyince, Müslümanlar kızmış, savaşmayı düşünmüşlerdi. Ancak Allah Resûlü, onlara sabredip gelecek yılı beklemelerini söylemişti. Hudeybiye’nin büyük bir fetih olduğunu bildirdiğinde ashâb arasında bulunanlardan birisi:
– Beytullâh’ı tavâftan alıkonduk, kurbanlarımızın Harem’de kesilmesine engel olundu. Müslüman olarak bize gelip sığınan iki kişiyi de Resûlullâh geri verdi. Bu nasıl fetihtir, diyerek söylendi.
Onun bu sözleri Efendimiz’e ulaşınca Resûl-i Ekrem, bu musâlahanın en büyük fetih olduğunu, sulh ortamında İslâm’ın sühûletle tebliğ edilip yayılacağını îzâh ederek şöyle buyurdu:
“– Evet! Bu musâlaha en büyük fetihtir. Müşrikler sizin kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize râzı olmuş, gidip gelirken de emniyet ve selâmet içinde bulunmanızı istemiştir. Onlar şimdiye kadar istemedikleri, hoşlanmadıkları İslâm’ı böylece sizlerden görecek ve öğrenecekler. Allah sizi muzaffer kılacak, gittiğiniz yerden sâlimen ve gânimen (kazançlı olarak) döneceksiniz. Bu ise fetihlerin en büyüğüdür.” (Halebî, II, 715)
Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da Hudeybiye sulhu hakkında şöyle bir değerlendirme yapmıştır:
“İslâm’da, Hudeybiye fethinden daha büyük bir fetih olmamıştır. Fakat halk, kısa ve dar görüşlü olduklarından bu anlaşmaya itiraz etmişlerdir. İnsanlar, Allah ile Peygamberi arasındaki işlerde acelecidirler. Yüce Allah ise onlar gibi acele etmez, dilediği işi kıvamına gelip olgunlaşmadıkça yapmaz.” (Vâkıdî, II, 610; Halebî, II, 721)
Sulh her zaman için hayırlı ve bereketlidir. Nitekim Allah Teâlâ:
“Sulh ise daha hayırlıdır.” (en-Nisâ 4/128) buyurmuştur. Hudeybiye musâlahası ile birlikte gelen barış ortamı da aynen âyet-i kerîmede ifâde edildiği gibi İslâm’ın intişârı için büyük hayırlar getirmiştir.
Öncelikle bu vesileyle o güne kadar İslâm’ı ve Müslümanları azınlık olarak gören, onları tarih sayfasından silmek için elinden geleni ardına koymayan ve bu hususta diğer Arap kabilelerini de arkasına alan Kureyş, resmen İslâm devletini kabul etmek mecburiyetinde kalmıştır.
Bu barış döneminde İslâm tebliğine yeni imkânlar ve yayılma sahaları açılmıştır. Bu sâyede Müslümanlar müşriklerle biraraya gelmeye, onlara Kur’ân-ı Kerîm dinletmeye ve İslâm hakkında açıktan açığa konuşmaya başlamışlardır. Müslümanlıklarını gizleyenler de artık inançlarını korkusuzca ilan edebiliyorlardı. (İbn-i Kayyım, III, 309-310)
Hâlbuki bundan önce, iki taraf birbiriyle rahatlıkla görüşemiyordu. Barıştan sonra müşrikler Medine’ye serbestçe geliyorlar, Müslümanlar da Mekke’ye serbestçe gidiyorlardı. Oradaki âileleri, dostları ve diğer insanlarla görüşüp konuşma imkânı buluyorlardı. Artık, Allah Resûlü’nün hâl ve hareketleri, mucizeleri, ahlâkı ve yolunun güzelliği hakkında Müslümanların verdikleri bilgiler ve öğütler dinlenir olmuş, müşriklerin kalbleri yumuşayıp İslâm’a meyletmeye başlamıştı. Zâten çöllerde oturan Araplar da Müslüman olmak için Kureyş müşriklerinin îmân etmelerini bekliyorlardı. (Kastallânî, I, 168)
Bu müddet içinde İslâm, Arabistan’ın her köşesine yayılmış, şirk safında en ileri gidenlerden Amr bin Âs, Hâlid bin Velîd ve benzerleri Müslüman olmuşlardı. (Vâkıdî, II, 624)
İslâm temsilcileri emniyet içerisinde çeşitli bölgelere gitmişler, her vesîle ile insanlara İslâm’ı anlatma imkânı bulmuşlardı. Bu dönemde Müslüman olanların sayısı kat kat arttı. İmam Zührî, Hudeybiye Musâlahası’nın sonucunu, Allah Resûlü’nün bu konudaki hadislerinden yararlanarak şöyle açıklar:
“Daha önceleri Müslümanlarla müşrikler, karşılaştıkları her yerde savaşmış ve çarpışmışlardı. Hudeybiye barışı olunca harp ve çarpışma bırakıldı. İki taraf arasında güven ortamı teşekkül etti. Birbirleriyle görüşüp kaynaşma imkânı buldular. Hatta muhtelif konularda yardımlaşmaya başladılar.
Bu sırada kime İslâm’dan söz açılsa, biraz düşündükten sonra hakikati kavrıyor ve hemen Müslüman oluyordu. Musâlahadan sonra iki yıl içinde İslâm’a girenler, bundan önceki on dokuz sene içinde Müslüman olanların sayısına ulaşmış hatta daha fazla olmuştu.”
İbn-i Hişâm, buna şu sözleri ekler:
“Câbir bin Abdullah’ın söylediğine göre; Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Hudeybiye’ye 1400 kişiyle gitmişti. Bundan iki yıl sonra, Mekke’nin fethinde ise yanında 10.000 kişi, diğer bir rivâyete göre yolda katılan 2.000 kişi ile birlikte 12.000 Müslüman bulunmaktaydı. Bu rakamlar, Zührî’nin tesbîtinin ne kadar isâbetli olduğunu göstermektedir.” (Heysemi, VI, 170; İbn-i Hişâm, III, 372)25
Musâlahadan iki yıl sonra Mekkeliler anlaşmayı bozdular. Buna rağmen Allah Resûlü sulh ortamının devâmını sağlamak için büyük gayretler gösterdi. Anlaşmayı bozmaları üzerine Mekke’ye yürümek istediği hâlde, bunun kan dökülmeden halledilmesi için bir çok stratejik tedbirler aldı. Öncelikle, ashabına sefer için hazırlanmalarını emrettiği halde nereye gidileceğini gizli tutarak niyetinin ne olduğunu açıklamadı. (İbn-i Sa’d, II, 134)
Hatta en yakın dostu ve sırdaşı Ebû Bekir bile Mekke’ye gidileceğini anlamamış, kızı ve Resûlullâh’ın zevcesi Hz. Âişe’ye seferin nereye olacağını sormuştu. O da:
– Bilmiyorum. Belki Benî Süleymlere belki Sakîflere belki de Havâzinlere gitmek istiyor olabilir, dedi. (İbn-i Hişâm, IV, 14)
Efendimiz, yine Mekkelilerin herhangi bir savaş hazırlığı yapmamaları ve sulh yoluyla fethin gerçekleşebilmesi için yolları tutturmuş, Mekke’ye hiçbir haber ve casusun gitmesine imkân vermemiştir. Nitekim onun yaptığı şu duâ da bunu göstermektedir:
“Allahım! Yurtlarına ansızın varıp kavuşuncaya kadar, Kureyşlilerin casus ve habercilerini tut, onları görmez ve işitmez kıl. Kureyşlilerin gözlerini bağla ki beni birdenbire karşılarında bulsunlar.” (İbn-i Hişâm, IV, 14)
Medîne’den hareket ettiğinde de yine Kureyşlileri şaşırtmak için aksi istikâmetteki müttefik kabîlelere uğramış, dâire biçiminde bir yol tâkip ederek hedefinin ne olduğuna dâir belirsizliği iyice artırmıştır. Mekke yakınlarına varınca her askerin ayrı bir ateş yakarak sayının çok görülmesini temin etmesi de bu maksatladır. (Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 264-265)
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- İslâm ve Müslümanlara bu kadar büyük imkânlar sağlayan sulhü temin etmek için tam on dokuz sene mücâdele etmişti. Gerekli güç ve kuvveti elde ettikten sonra, bu gücü insanları öldürüp ülkelerini fethetmek için değil, onların gönüllerini Allah’a açmak için kullanmıştı. Âlemlere rahmet ve hidâyet olarak gönderilen bir peygamberden de ancak bu beklenirdi. Allah Teâlâ Müslümanların savaş ve barış konusundaki bu anlayışlarını şu şekilde ifâde etmektedir:
“Mü’minlere yeryüzünde bir iktidâr verdiğimizde, onlar namazı dosdoğru kılarlar, zekâtlarını verirler, iyiliği emrederler ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin âkıbeti de sâdece Allah’a âittir.” (el-Hacc 22/41)
Allah Resûlü’nün, güç elinde olmasına rağmen Mekke’ye sulh ile girmek için yaptığı hazırlıklar, aldığı tedbirler ve gösterdiği olağanüstü gayretler, bunun en açık göstergesidir. Zira onun en büyük arzusu, hiçbir fert hâriçte kalmamak şartıyla bütün insanların Müslüman olmasıydı. Mekke’nin fethinden sonra gücünün en zirvede olduğu bir anda umûmî af îlân etmesi, bunun güzel ve hârikulâde bir tezâhürüdür.