D. TEDRÎCİLİĞE RİÂYET ETMESİ

Dînî mükellefiyetlerin zaman içerisinde yavaş yavaş meşrû kılınması, Allah’ın beşeriyete gösterdiği kolaylık yollarından biridir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

 

“Biz o Kur’ân’ı kısımlara ayırarak indirdik ki insanlara onu (iyice anlayabilmeleri için)  dura dura okuyasın.” (el-İsrâ 17/106)

Âişe vâlidemiz Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûlündeki tedrîcilikten bahsederek şöyle demektedir:

İlk nâzil olan sûre mufassal sûrelerden5 biri idi. Bunda cennet ve cehennemden bahsediliyordu. Helâl ve harâma dâir hükümler ise ancak insanlar İslâm’a tam olarak ısındıktan sonra nâzil olmaya başladı. Eğer ilk defâ:

– İçki içmeyin! emri inseydi insanlar:

– Biz içkiyi kesinlikle bırakmayız! derlerdi. Yine ilk olarak:

– Zinâ etmeyin! emri gelseydi insanlar aynı şekilde:

– Zinâyı aslâ bırakmayız! derlerdi. Ben Mekke’de oyun oynayan bir çocukken Muhammed -aleyhisselâm-’a:

“Hayır onlara va’dedilen (asıl azab) vakti, kıyâmettir. İşte o an, cidden çok dehşetli ve çok acıdır” (el-Kamer 54/46) (gibi îmân ve kıyâmetle alâkalı) âyetler nâzil olmuştu. (Muâmelâtla alâkalı hükümler ihtivâ eden) Bakara ve Nisâ sûreleri ise ancak ben onun yanında iken (Medîne’de) inmiştir.” (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 6)

Bilindiği gibi ilk nâzil olan âyetler tevhide dâvet, mü’minleri cennetle müjdeleme, kâfirlere ve âsîlere cehennemi haber verme gibi akîdevî husûslarda idi. İnsanlar bu mevzûlarda iknâ olup îmânlarını kuvvetlendirdikten sonra, muâmelâtla alâkalı hükümler inmeye başladı. Çünkü insanlar alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlı oldukları için bunlardan vazgeçmeleri çok kolay değildir. Tedrîcîliğe riâyet etmeden insanları kötü alışkanlıklardan arındırmaya çalışmak, nefrete ve uzaklaşmaya sebebiyet verebilir.

Esâsen, İslâmî usûlde insanlara ilk tebliğ edilen îmân da kendi içinde bir derecelenmeye tâbî tutulmuştur. Öncelikle İslâm îtikâdı üzerinde durulmuş, müşriklerin inançlarının tenkîdi ise daha sonraki bir dönemde vâkî olmuştur. İbn-i Sa’d bu husûsa temâs ederek şöyle demektedir:

“Allah Teâlâ, taptıkları putların bâtıl olduğunu ve küfür üzere ölen atalarının cehenneme gittiklerini söyleyinceye kadar Kureyşliler, sâdece alay etmekle yetindiler. Bu devrede Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i dinlediler, hatta gençlerden ve halkın zayıf tabakasından bir çok insan, Müslüman oldu ve sayıları gittikçe arttı. Ancak inançlarının sapıklığı hakkında âyetler nâzil olunca Efendimiz’e karşı tavır alarak sertleştiler ve düşmanlık yapmaya başladılar.” (Tabakât, I, 199)

Medîne’de Müslüman muhâtaplara inen hükümlerde de tedrîcîliğe riâyet edilmiş, bilhassa eski alışkanlıkların düzeltilmesi ve yeni hükümlerin tatbîkine dâir hemen hemen her husûsta bu metot uygulanmıştır. Namaz, oruç ve zekâtın farz kılınmasında, içki, zinâ ve fâizin yasaklanmasında hep bu usûl tatbik edilmiştir. Bunların birkaç tanesini misal olarak şöyle izâh edebiliriz:

Namaz, bi’setin6 ilk zamanlarında Müddessir sûresinin nüzûlüyle sabah ve akşam ikişer rekât olmak üzere farz kılınmıştı. Daha sonra Müzzemmil sûresinin ilk âyetleriyle gece namazı emredilmiş ve Müslümanlar bir yıl boyunca gece namazını farz olarak kılmışlardı. Müzzemmil sûresinin son âyetiyle bu farziyet kaldırılmış ve gece namazı nafile ibadet hâline gelmiştir. Beş vakit namaz ise bi’setin 11. yılında Mîraç’ta farz kılınmıştır. Hicrete kadar hazarda ve seferde ikişer rekât olan bu namazlar, hicretten sonra Medîne’de mukim olanlar için dörde çıkarılmış, seferde ise iki rekât olarak devam etmiştir. Hicret esnâsında Medîne’ye girerken Cuma namazı farz kılınmış, daha sonra da bayram namazları emredilmiştir. (Tâhirü’l-Mevlevî, s. 58-65)

Oruçla alakalı gelen farklı hadisler ve rivâyetler değerlendirildiği zaman, insanın terbiyesinde pek mühim bir yeri olan bu ibadetin üç merhalede farz kılındığı anlaşılmaktadır. Önce “Oruç tutmak size farz kılındı” (el-Bakara 2/183) âyetiyle her ayda üç gün oruç farz kılınmıştır. Bakara 184. âyet ile dileyenin oruç yerine fidye verip bir fakiri doyurabileceği hükmü gelmiş, en sonunda da Bakara 185. âyetle bütün bunlar neshedilerek Ramazan orucu herkese farz kılınmıştır. (Cessâs, I, 226-227)

İçkinin haram kılınışı ise şu merhalelerden sonra gerçekleşmiştir:

1) Mekke’de; “Hurma ve üzümden, hem sarhoşluk veren içki hem de güzel gıdâlar elde edersiniz. Şüphesiz bunda aklını çalıştıran kimseler için alınacak bir ibret vardır” (en-Nahl 16/67) âyet-i kerîmesi nâzil olmuştu. Bu âyette hurma ve üzümden, güzel gıdâdan farklı olarak sarhoşluk veren bir madde de elde edildiği bildirilmiştir. Böylece sarhoşluk veren şeylerin güzel ve makbul içecek sayılmadığı hissettirilerek onun ileride yasaklanacağı da îmâ edilmiştir. Mekke döneminde içki hakkında başka âyet nâzil olmamıştır.

2) Peygamber Efendimiz Medine’ye hicret ettikten sonra insanların soruları üzerine Yüce Allah şöyle buyurdu:

“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için bir kısım faydalar vardır. Ancak zararları faydalarından daha büyüktür…” (el-Bakara 2/219)

Bu âyetin nüzûlünden sonra Müslümanların çoğu içkiyi terk etti, bir kısmı ise içmeye devâm etti.

3) Ashâb-ı kirâmdan biri akşam namazını kıldırırken, bir âyeti mânâ bozulacak derecede yanlış okudu. Bunun üzerine:

“Ey îmân edenler! Siz sarhoş iken, ne söyleyeceğinizi bilinceye (…) kadar namaza yaklaşmayın!” (en-Nisâ 4/43) âyeti nâzil oldu.

Bundan sonra Müslümanlardan içki içenler iyice azaldı. Namaz kılınacağı zaman Allah Resûlü’nün münâdîsi; “Sarhoş olanlar kesinlikle namaza yaklaşmasın!” diyerek seslenirdi. Müslümanlar artık içkinin kesin bir şekilde yasaklanacağını anlamışlar ve buna hazır hâle gelmişlerdi.

4) Nihâyetinde Müslümanların büyük bir kısmı içkiyi bırakmıştı. Bazıları da içki yüzünden karşılaştıkları nâhoş durumlardan muzdarip durumdaydılar. Hz. Ömer, “Allahım! İçki hakkında bize açık ve kesin bir beyanda bulun!” diye dua ediyordu. Allah Teâlâ:

“Ey îmân edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları, şeytanın murdar ve kötü işinden başka bir şey değildir! Bunlardan uzak durun ki felâh bulasınız! Şeytan, şarap ve kumarla sizin aranıza düşmanlık ve kin salmak, sizi Allah’ı zikretmekten ve namazdan alıkoymak ister. Artık bu murdar şeylerden vaz geçtiniz, değil mi?” (el-Mâide 5/90-91) âyetlerini inzâl buyurdu.

Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer’i çağırıp ona bu âyetleri okudu. “Artık vazgeçtiniz değil mi?” kısmına gelince o:

– Vazgeçtik! Vazgeçtik yâ Rab! diyordu. Yalnız Hz. Ömer değil, bütün Müslümanlar da:

– Artık içkiden, kumardan vazgeçtik Rabbimiz! dediler.

Bu âyetler nazil olunca, Resûlullâh Efendimiz’in emriyle bir münâdi:

– Haberiniz olsun ki içki haram kılınmıştır! diyerek Medine sokaklarında seslendi. Tulumları delinip boşaltılan ve küpleri kırılıp dökülen içkiler, Medine sokaklarında su gibi aktı!..

Daha sonra Efendimiz:

“Muhakkak ki Allah içkiye, onu sızdırana, sızdırıldığı yere, içene, içirene, taşıyana, satana, satın alana, bedelini ve kazancını yiyene lânet etmiştir!” buyurdu. (İbn- Hanbel, I, 53; II, 351; Nesâî, Eşribe, 1-2; Hâkim, II, 305)

Kur’ân yerleşmiş müzmin bir içtimâî hastalığı tedâvî ederken bu işi ânî çıkış ve zorlamalarla değil, hastalığa yumuşaklıkla yaklaşıp onu ıslâha doğru birbirlerine zincirleme bağlı ve sağlam adımlar atarak yapar ve hedefe ulaşıncaya kadar gayretine devam eder.

İçki mevzuundaki bu durum faiz hakkında da cârîdir. Faizin haram kılınmasında da aynı metot tatbik edilmiş ve o da dört merhalede yasaklanmıştır. Böylece faiz içkideki durumla tam bir mutabakat arz etmiştir.7 Bu da, içki ile faizin bazı ortak taraflarının bulunduğuna ilahî bir işaret sayılabilir. Nitekim her ikisinin zararlarının yanında, onlarda menhus bir lezzet ve fayda tevehhümü vardır ki, zayıf tabiatlı kimseler kolaylıkla kendilerini onların tesirlerine kaptırabilmektedir. Keza mübtelâlık açısından da bunlar arasında bir benzerlik bulunmaktadır. Bu sebeple bu iki kötülüğü def etme usulündeki benzerlikle birlikte, âyetlerin indirildikleri yerlerde ve her bir merhalenin taşıdığı husûsiyetlerde de benzerlik bulunmaktadır.

Faiz hakkında nâzil olan ilk âyet-i kerîme Mekkî olup Mekke döneminde bu mevzuda başka âyet gelmemiştir:

“İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir faiz, Allah katında artmaz. Allah’ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekata gelince, işte zekatı veren o kimseler, evet onlar (sevaplarını ve mallarını) kat kat artıranlardır.” (er-Rûm 30/39)

Burada faizin Allah katında bir değerinin bulunmayıp bir mükafata da vesile olmayacağı bildirilmiş, haramlığına temas edilmemiştir. Bununla beraber, bir ayrımın gözetilmesi, uyanık vicdanlarda makes bulmuştur.

İkinci merhale, Medine’de nazil olan bir âyetle başlatılmıştır:

“Menedildikleri hâlde faizi almalarından ve haksız (yollar)la insanların mallarını yemelerinden dolayı (yahûdilerden) inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık. (en-Nisâ 4/161)

Burada, yahudilere ribânın haram kılınmasına rağmen, onların faiz yemeye devam etmeleri üzerine Allah’ın onları cezalandırdığı anlatılmaktadır. Dikkat ve anlayışı normal seviyede olanlar, bundan, faizi haram kılacak hükmün gelmesinin yakın olduğunu anlamışlardı.

Üçüncü merhalede faiz açıkça haram kılınmakla beraber, sınırlı bir yasaklama söz konusudur, mutlak değildir. Faizin fâhiş olan bir nev’i, gittikçe çığ gibi büyüyen şekli haram kılınmıştır:

“Ey îmân edenler! Kat kat artırılmış olarak faiz yemeyin. Allah’tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.” (Âl-i İmrân 3/130)

Nihayet, faiz hakkındaki son ve umûmî yasak gelmiştir.

“Faiz yiyen kimseler (kabirlerinden) tıpkı Şeytan çarpmış kimseler gibi kalkarlar. Onların bu hali, «Alış-veriş (ticaret) de faiz gibidir» demelerindendir. Oysa ki Allah, ticareti helal, faizi haram kılmıştır. Bundan böyle kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir (ondan dolayı sorumluluğu yoktur) … Ey îmân edenler! Allah’tan sakının, eğer gerçekten îmân ediyorsanız kalan faizi bırakın.” (el-Bakara 2/275-279)

Hatta bu âyetle sadece ribanın hükmü değil, Kur’ân-ı Kerîm’in teşrî sayfası da kapatılmıştır. Hz. Ömer bu hususta şöyle demiştir:

“Kur’ân’dan en son nazil olan riba hakkındaki âyettir. Resulullah -sallâllahu aleyhi ve selem-, bu âyeti tefsir etmeden irtihal etti. Binaenaleyh siz, ribayı da rîbeyi (ribâ şüphesi olanı) da bırakınız.” (İbn-i Mâce, Ticârât, 58)

Bunun gibi ibâdet ve muâmelatla alâkalı diğer emirler de umûmiyetle Medîne’de nâzil olmuştur. Bunların emredilip yaşanmasında aynı şekilde bir derecelenme söz konusudur. Sevgili Peygamberimiz îmânıyla, ibâdetiyle ve ahlâkıyla mükemmel bir seviyeye getirdiği ashâbını, ânî bir değişimle değil hissedilmeyen, yavaş ve tedrîcî bir gelişimle o seviyeye çıkarmıştır. Meselâ Muâz bin Cebel’i Yemen’e gönderirken  yaptığı tavsiyeleri bunu açıkça göstermektedir:

“Muhakkak ki sen ehl-i kitap olan bir topluma gidiyorsun. Onları, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah’ın resulü olduğuma şehâdet etmeye dâvet et. Şayet buna itaat ederlerse, Allah’ın kendilerine bir gündüz ve gecede beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Bunu kabul edip itaat ederlerse, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilmek üzere kendilerine zekâtın farz kılındığını haber ver. Buna da  itaat ettikleri takdirde, mallarının en kıymetlilerini almaktan sakın! Mazlumun bedduasını almaktan çekin, çünkü onun bedduası ile Allah arasında perde yoktur.” (Buhârî, Zekât, 41, 63; Müslim, Îmân, 29-31)

Hâsılı, müslim gayr-i müslim, kim olursa olsun muhâtabımızdan taleb edeceğimiz ilk husûs, sahîh bir îmân ve sağlam bir İslâmî anlayış olmalıdır. Bu te’mîn edildikten sonra ondan, inandığıyla amel etmesi istenmelidir. Bunu sağlayabilmek için en geçerli metot ve çare de kolaylaştırma ve müjdeleme üslûbudur. Uzaklaştırma ve dinden döndürme söz konusu ise belli bir müddet için onun gayr-i islâmî davranış ve ahlâka muğâyir hareketlerine, kat’iyyen cevaz vermemek ve tasvip etmemek kaydıyla, müdâhelede bulunmamalıdır. Ancak dîne vâkıf olduktan sonra, artık eski anlayış ve yaşayışını icrâ etmesine kesinlikle müsâade edilemez.

Mevlânâ’nın ve diğer mutasavvıfların, doğuda ve batıda günümüz insanına İslâm’ı sevdirmede son derece başarılı olmalarının altında yatan temel sebeplerden biri, şüphesiz onların, insan fıtratını göz önünde bulunduran tedrîcilik metodunu izlemeleridir.

Elbette dâvette aslolan tedriciliktir. Ancak bu, tâviz ve gevşeklik anlamına gelebilecek bir tarz ve seviyede olmamalıdır. Zira nefsin fârik vasfı tembellik ve atâlettir. Mühim olan onda temerküz eden bu menfî sıfatları temizlemektir. Değilse tebliğde bu tür vasıflara destek verecek tavır ve davranışlardan bilinçli olarak kaçınmak gerekir.

Bookmark the permalink.

Comments are closed