A. RIFK ve MÜLÂYEMETİ ESAS ALMASI

Rıfk ve mülâyemet; söylenen sözde, yapılan işte, gösterilen davranışta kolay geleni tercih etmek, insanlara karşı nâzik ve yumuşak olmak demektir. Rıfk ve mülâyemet, Allah ve Resûlü’nün râzı olduğu ve methettiği güzel ahlâkî vasıflardan biridir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmaktadır:

“İyilik ve kötülük müsâvî değildir. Sen kötülüğü en güzel bir tarzda önlemeye çalış. O zaman (göreceksin ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki candan ve sıcak bir dost oluvermiştir. Bu mükemmel davranışı, ancak sabredenler gösterebilir. Bu mertebeye ancak (hayırdan yana)  büyük bir nasibi olanlar erişebilir.” (Fussılet 41/34-35)

“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi.” (Âl-i İmrân, 3/159)

İnsanlara rıfk ve mülâyemetle muameleyi tebliğ ve terbiye vazifesinin esası olarak kabul edip uygulayan Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, ümmetine de bu güzel ahlakla süslenmelerini tavsiye ederek şöyle buyurmaktadır:

“Allah Teâlâ kullarına lütufkârdır. Onlara kolaylık gösterilmesine memnun olur. Zorluk çıkaranlara ve başkalarına vermediği sevabı, kolaylık gösterenlere verir.” (Buhârî, Edeb, 35; Müslim, Birr, 77)

Diğer bir hâdis-i şerîflerinde de Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Nerede yumuşaklık ve kolaylık varsa, orada güzellik vardır. Kolaylığın bulunmadığı her şey çirkindir.” (Müslim, Birr, 78; Ebû Dâvûd, Edeb, 10)

Resûl-i Ekrem Efendimiz, insanların ve özellikle henüz İslâmî terbiyeyi almamış bedevilerin uygunsuz davranışlarına karşı hep rıfk ve mülâyemetle muâmele etmiştir. Onların sert tavırlarına sertlikle değil, bilakis kalplerini cezbedecek şuurlu bir yumuşaklıkla mukâbelede bulunmuştur. Efendimiz’in hayatında bunun pek güzel misalleri vardır. Ebû Hureyre -radıyallahu anh- şöyle anlatıyor:

Bir bedevî Peygamber Efendimiz’i ziyarete gelmişti. Mescid-i Nebevî’nin köşesinde namaz kıldıktan sonra ellerini kaldırıp dua etmeye başladı:

– Yâ Rabbî! Bana ve Muhammed’e merhamet et, ikimizden başka kimseye merhamet etme, dedi.

Orada oturmakta olan Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bedevînin bu garip duasına güldü. Sonra ona dönerek:

“– Allah’ın geniş olan rahmetini daralttın!” buyurdu.

Peygamber Efendimiz’in yanında biraz oturan bedevî, küçük abdesti gelince Mescid’in bir köşesine giderek abdest bozmaya başladı. Bedevînin bu hiç beklenmedik davranışı karşısında sahâbîler telâşa kapıldılar. Kimi oturduğu yerden “Yapma, etme!” diye bağırarak, kimi öfkeye kapılıp bedevînin üzerine yürüyerek ona engel olmaya çalıştılar. Duruma hemen müdâhale eden Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“– Bırakın, adam işini bitirsin” buyurduktan sonra, bedevînin küçük abdestini yaptığı yere büyük bir kovayla su dökmelerini söyledi.

Sonra da:

“– Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil!” diyerek ashâb-ı kirâmı yatıştırdı. (Ebû Dâvûd, Tahâret, 136)

Bedevîler, Peygamber Efendimiz’in yanında fazla kalamadıkları için İslâm âdâbını öğrenemiyorlar, bu sebeple de zaman zaman Resûlullah Efendimiz’e karşı bu tür davranışlarda bulunabiliyorlardı. Şefkat Peygamber’i onların hatalarını, kaba ve katı tavırlarını hiç büyütmedi. Onlara kızıp gönüllerini kırmadığı gibi, ashâbından da bu tür insanlara karşı daha anlayışlı davranmalarını istedi. Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in dini bilmeyen kimselere gösterdiği bu müsâmaha, onun daha çok sevilmesini, öğrettiği esasların daha çok benimsenmesini sağladı. Nitekim diğer sahâbîlerin kıvamına ulaşan bu zât, daha sonra başından geçen söz konusu hâdiseden şöyle bahseder:

– Anam babam ona fedâ olsun, Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- beni ne azarladı ne de kötü söz söyledi. Beni ancak şöyle uyardı:

“– Mescidlere abdest bozulmaz. Buralar Allah’ı zikretmek ve namaz kılmak için yapılmıştır.” (İbn-i Mâce, Tahâret, 78)

Bir diğer misali Muâviye bin Hakem -radıyallahu anh- şöyle anlatıyor:

Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in arkasında namaz kılarken cemâatten biri aksırdı. Ben de hemen “yerhamükellah” dedim. Cemaat bana dik dik bakmaya başladı.

Bunun üzerine:

– Vay başıma gelenler! Yâhu bana niye öyle bakıyorsunuz? deyince de, ellerini uyluklarına vurmaya başladılar. Onların beni susturmaya çalıştıklarını görünce kızdım; ama yine de sustum.

Anam, babam Resûl-i Ekrem’e fedâ olsun. Ne ondan önce ne de sonra kendisinden daha iyi bir muallim görmedim. Vallahi beni ne azarladı ne dövdü ne de kötü söz söyledi. Namazı kıldırıp bitirince bana:

“– Bu namaz ibâdetini edâ ederken dünya kelâmı konuşmak doğru olmaz. Çünkü namaz tesbih, tekbir ve Kur’ân okumaktan ibarettir” buyurdu. (Müslim, Mesâcid, 33)

Abdullah bin İkrâş -radıyallâhu anh- babasından şu hâdiseyi nakleder:

Kavmim Mürre bin Abîd oğulları mallarının zekatını benimle Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e gönderdiler. Medine’ye geldiğimde Efendimiz Muhacir ve Ensar’ın arasında oturuyordu. Elimden tutup beni Ümmü Seleme -radıyallahu anhâ-’nın evine götürdü.

Peygamberimiz:

“– Yiyecek bir şey var mı?” diye sordu.

Bize, içerisinde bolca et parçaları olan bir tepsi yemek getirildi. Ondan yemek için yaklaştık. Ben kabın her tarafından yiyordum. Allah Resûlü ise önünden yiyordu. (Bir ara) sol eliyle sağ elimden tuttu ve:

“– Ey İkrâş! Önünden ye! Çünkü yemeğin her tarafı aynıdır” buyurdu.

Sonra bize, içerisinde taze ve kuru hurmalar bulunan bir tabak getirildi. Bu sefer önümden yemeye başladım. Peygamber Efendimiz’in eli ise, tabağın her tarafında dolaşıyordu.

Bana da:

“– Ey İkrâş! Dilediğin yerinden ye! Çünkü (tabağın içindekilerin hepsi) aynı çeşit hurma değil” buyurdu. (Tirmizî, Et’ime, 41; İbn-i Mâce, Et’ime, 11)

Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hâdisede rıfk ve mülâyemetle İkraş’ın elinden tutarak ona yemek âdabını öğretmiştir. Sahâbîsinin elini tutması, onun muhabbet ve yakınlığını artırdığı gibi yapılan îkâzı unutmamasını da sağlamıştır.

Efendimiz’in rıfk ve mülâyemetle hataları tashihine dâir şu misaller de ne kadar dikkat çekicidir:

Abbâd bin Şurahbîl anlatıyor:

Bir zamanlar fakir düşmüştüm. Bunun üzerine Medine bahçelerinden birine girdim. Başak ovup hem yedim hem de torbama aldım. Derken bahçe sâhibi gelip beni yakaladı, dövdü, torbamı elimden aldı ve Resûlullah’a götürdü. Durumu ona anlattı.

Allah Resûlü mal sâhibine:

“– Cahilken öğretmedin, açken de doyurmadın!” dedi.

Sonra emir buyurdu da bahçe sâhibi torbamı iâde etti.

Daha sonra Resulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- bana bir veya yarım sa’ miktarında yiyecek verdi. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 85; Nesâî, Kudât, 21)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, sevmediği ve davranışlarını tasvip etmediği kimselere bile, şerlerinden emin olmak için mülayemetle davranır ve onlara yumuşak bir üslupla konuşurdu. Hz. Aişe’nin şu rivâyeti bu hususla ilgili ne güzel bir misaldir:

Birgün bir adam Peygamberimiz’in yanına girmek için izin istedi. (Onun ismi zikredilince) Efendimiz:

“– Aşiretinin ne kötü adamı!” buyurdu.

Sonra da girmesine müsaade etti. Adam huzuruna girince, ona yumuşak bir uslupla konuştu. (Adam gidince) ben:

– Ey Allah’ın Resûlü, ona mülâyim bir dille konuştun, halbuki daha önce hakkında böyle böyle söylemiştin, dedim.

Şöyle cevap verdi:

“– Kıyâmet günü Allah indinde makamca insanların en kötüsü, insanların, dilinden ve davranışlarının kabalığından kaçınarak kendisinden uzak durduğu kimsedir.” (Müslim, Birr, 73)

Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-, bizzat kendileri rıfk ve mülâyemetle muamele ettikleri gibi, tebliğ ve tâlim için vazifelendirdiği kimselere de gittikleri yerlerde insanlara bu şekilde davranmalarını emir ve tavsiye buyururlardı. Bunun bir misâlini şu hâdisede görmekteyiz:

Amr bin Mürre -radıyallahu anh-, Peygamberimiz’in İslâm’a dâvet ettiğini duyunca doğruca Medine’ye geldi. Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda şu şiiri okudu:

Şehâdet ettim Allah haktır

Taştan ilahları ilk bırakan benim

Muhâcir olarak paçalarımı sıvadım

Sana doğru mânîleri, sarp yolları aştım

Zâtı ve soyu bakımından insanların en hayırlısına arkadaş olmak için,

Ey insanların gökler ötesindeki Meliki’nin elçisi!

Bunun üzerine Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“– Hoş geldin, ey Amr!” buyurdu.

Hz. Amr:

– Anam babam sana fedâ olsun ey Allah’ın Resûlü! Beni kavmime gönder. Allah Teâlâ senin vasıtanla bana lütufta bulunduğu gibi, umulur ki benimle de onlara ihsanda bulunur, dedi.

Peygamberimiz de onu gönderdi ve kendisine şu tavsiyede bulundu:

“– Ey Amr! Aman yumuşak ve doğru sözlü ol, kaba ve katı kalpli olma, kibir ve hasedden uzak dur!” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 16-17)

Hasılı insan hâlet-i ruhiyesi sertlikten ve kabalıktan hoşlanmamaktadır. Kendisi sert bile olsa, yumuşak muamele görmeyi istemektedir. Bu sebeple insanları İslâm’a davet ederken ve onlara dinlerini öğretirken rıfk ve mülâyemetle hareket etmek gerekmektedir. İnsanlarla ülfet ve muhabbetin şartı budur.

Hakîkî mü’min, günahkâr insanı, kanadı kırık kuş gibi şefkat ve alâkaya muhtaç bir varlık olarak telâkkî eder. Onun buhranlı rûhunu teskîn etmenin, yeniden sıhhat ve huzûra kavuşturmanın endişesini sînesinde hisseder. Çünkü Hâlık için mahlûka gösterilecek şefkat ve müsâmaha, mü’minleri kemâle ve fazîlete erdiren en müessir bir vesîledir.

Bookmark the permalink.

Comments are closed