F. GEREKTİĞİNDE ÖFKELENMESİ ve AZARLAMASI

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-, son derece müşfik, merhametli, sabırlı ve tahammüllü idi. Yapılan pek çok kusuru görmezden gelir ve bir çoğunu da affederdi. Fakat bazen öylesine durumlar vaki olurdu ki, Efendimiz bunlara kızardı. Daha doğrusu bu tür hataların tashihi için öfkelenmek ve hatta azarlamak gerektiğinden Allah Resûlü böyle davranırdı.

Ebû Hureyre’nin anlattığına göre Peygamber Efendimiz hayvanını sürerek götüren bir adam gördü ve ona:

“– Hayvana bin!” buyurdu.

Adam:

– O kurbanlıktır, dedi.

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- tekrar:

“– Ona bin!” buyurdu.

Adam da:

– O kurbanlıktır, karşılığını verdi.

Bunun üzerine Allah Resûlü:

“– Yazıklar olsun sana, bin ona!” buyurdu. (Bûhârî, Hac, 103)

Bir peygamber, Allah’ın dinini, neyin uygun olup olmadığını en iyi bilen kimsedir. Mü’minler, bu hakikatin farkında olarak aşırı gidip peygamberden daha dindar görünmeye kalkışmamalıdır. Efendimiz’in bu tür aşırı davranışlara tepkisi sert ve şiddetli olmuştur.

Hz. Âişe -radıyallahu anhâ- anlatıyor:

Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- ruhsatı tercih ederek bir amelde bulunmuştu. Bazılarının bundan kaçındıklarını işittiğinde insanlara şöyle hitâb etti:

“– Allah için söyleyin, bazıları benim yaptığım şeyi beğenmeyip kaçınıyorlarmış, doğru mudur bu? Allah’a yeminle söylüyorum, ben Allah’ı onlardan çok daha iyi biliyorum. Allah’tan haşyetim de onlarınkinden çok daha fazladır.” (Buhârî, Edeb, 72; Müslim, Fedâil, 127)

Allah Resûlü’nün sünnetini göz ardı etme ve dinî tatbikatta verdiği ruhsatı uygun bulmayıp şahsi arzuya göre aşırı dindarlığa teşebbüs etme doğru değildir. Böyle bir düşünce, Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i dinî meselelerde bile terk etmek gibi son derece yanlış bir neticeye götürür. Dolayısıyla Allah Resûlü bu hususta, âni, sert ve müsâmahasız bir tavır sergilemiştir. Nitekim, bir başka rivâyette, Peygamberimiz’in bu hâdise üzerine fevkalâde öfkelendiği belirtilmektedir. (Müslim, Fedâil, 128)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in, dinin emirlerini tam olarak bilmeden fetva veren ve verdikleri bu fetvalarla insanların zarar görmelerine sebep olan kimselere nasıl muamele ettiğini gösteren şu hâdise de oldukça dikkat çekicidir: Hz. Câbir -radıyallahu anh- anlatıyor:

Bir sefere çıkmıştık, arkadaşlarımızdan birine taş isabet etti ve başı yarıldı. Adamcağız, bilahere ihtilam oldu. Yanındakilere:

– Benim için teyemmüm etmeye ruhsat var mı? diye sordu.

– Sen suyu kullanmaya muktedirsin, sana ruhsat olduğunu zannetmiyoruz, dediler.

Adam yaralı hâliyle yıkandı ve bu sebeple öldü. Resulullah’ın yanına gelince, bu olay kendisine haber verildi.

Efendimiz öfkeyle şunları söyledi:

“– Onu öldürmüşler! Allah da onları öldürsün! Madem bilmiyorlardı, niye sormadılar. Bilgisizliğin şifası sormaktır. Ona, teyemmüm edip yarasının üzerine bir bez sarması, sonra sarığının üzerini meshetmesi, bedeninin geri kalan kısmını da yıkaması yeterliydi.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 125; İbn-i Mâce, Tahâret, 93)

Burada Peygamber Efendimiz, bilmeden fetva veren ve bu sebeple bir müslümanın ölümüne yol açan kimselere kızmış, ayrıca onlara beddua etmiş ve sanki o kişiyi öldürmüş gibi günah kazandıklarına dikkat çekmiştir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, mü’minlerin temiz, zarif, tertipli ve düzenli olmasını ister, dağınıklığı hoş görmezdi. Hz. Câbir -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir adam gördü, saçları darmadağınıktı:

“– Bu adam saçlarını düzeltip tertibe sokacak bir şeyi bulamadı mı?” diye memnuniyetsizliğini izhâr etti.

Derken, o sırada bir diğer adam gördü, onun da üstü başı kirliydi. Bunun hakkında da:

“– Şu adam elbisesini yıkayacak bir şey bulamıyor mu?” diye söylendi. (Ebû Dâvûd, Libâs, 14)

Müslüman iç ve dış temizliğine dikkat etmesi gerektiği gibi, içinde yaşadığı şartlara, zaman ve zemine göre de nasıl davranması lazım geldiğini iyi bilmelidir. Bütün söz ve davranışlarında ölçülü olmalı, itidalden ayrılmamalıdır. Resûl-i Muhterem -sallallâhu aleyhi ve sellem-, bu hususlarda ashabını eğitir, edep çizgisini aşan durumlarda ise hoşnut olmaz, zaman zaman da öfkelenirdi. Bunlardan biri de kendisine yerli yersiz, anlamlı anlamsız sualler sorulmasıydı. Enes -radıyallahu anh- bir müşâhedesini şöyle anlatıyor:

Peygamber Efendimiz’e sorular sordular. Bunda o kadar aşırı gittiler ki, birgün minbere çıkıp (öfkeyle):

“– Sorun, her sorunuza cevap vereceğim” dedi.

Cemaat bu sözü işitince, korkuyla başlarını öne eğdiler ve büyük bir hâdisenin meydana gelmesinden korktular.

Hz. Enes devamla dedi ki:

– Sağıma soluma baktığımda herkesin elbisesini başına çekip ağladığını gördüm. Derken, babasına nisbeti hususunda şüphe olan bir kimse söz alıp:

– Ey Allah’ın Resûlü! Babam kimdir? dedi.

Resûlullah Efendimiz:

“– Baban Huzâfe’dir” buyurdu.

Hz. Ömer de:

– Yâ Resûlallâh! Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak da Muhammed’den râzıyız. Fitnelerden Allah’a sığınırız, dedi.

Bunun üzerine Nebiyy-i Muhterem Efendimiz:

“– Hayır ve şer  her ikisinin de bugünkü kadar bol indiğini hiç görmedim. Bana cennet ve cehennem gözle görülecek hâle getirildi ve onları şu duvarın önünde gördüm” buyurdu. (Buhârî, Tefsir, 5/12; Müslim, Fedâil, 134-138)

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in asla müsamaha etmeyip sert tepki gösterdiği mevzuların başında kul hakkı ve amme hukukunu alakadar eden durumlar gelirdi. Zira bunlar, hak sahipleri affetmedikçe vebâlinden kurtulmanın mümkün olmadığı günahlardır. Merhamet ummanı Efendimiz, ümmetinden hiçbir ferdin böyle bir günahla Allah Teâlâ’nın huzuruna varmasını arzu etmezdi. Abdullah bin Amr -radıyallahu anhümâ- anlatıyor:

Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir ganimet ele geçirilince, Hz. Bilâl’e emrederdi, o da halka yüksek sesle duyurur, askerler de ganimet olarak ne ele geçirmişse getirip teslim ederlerdi. Peygamberimiz  önce beşte birini (humus) ayırır, geri kalanı taksim ederdi. Birgün, ganimetlerin taksiminden sonra bir adam kıldan mâmul bir yular getirdi ve:

– Ey Allah’ın Resûlü, ganimet olarak biz de bunu ele geçirmiştik, dedi.

Efendimiz:

“– Sen, üç kere seslendiği vakit Bilâl’i işitmedin mi? O zaman niye getirmedin?” buyurdu.

Adam, Resûlullah’a (kabul görmeyecek) özürler beyan etti. Ancak neticede şu cevabı aldı:

“– Hayır! Bunu senden kabul etmiyorum. Kıyâmet günü sen bununla birlikte geleceksin.” (Ebu Dâvûd, Cihâd, 134)

Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-, zamanı geçtikten sonra getirilen malı o kişiden kabul etmemiştir. Zîra bunda, ganimete hak kazanmış olan bütün askerlerin hissesi vardı. İnsanlar dağıldıktan sonra, getirilen maldaki hisselerini onlara ulaştırmak imkânsız hale gelmişti.

Diğer taraftan bu hâdise Efendimiz -aleyhisselâm-’ın hak hukuk mevzûunda ne kadar titiz davrandığını ve bunu ashabına öğretmek istediğini göstermektedir.

Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in aynı şekilde haksız yere cana kıyan kimselere de cevabı hep sert olmuştur. Savaşta “Lâ ilâhe illallâh” dediği halde birini öldüren Üsâme bin Zeyd’e (Bûhârî, Diyat, 2) ve yine benzeri bir durumla karşılaşan Hâlid bin Velid’e, yaptıklarına pişman edecek bir üslupla mukâbele etmiştir. Hatta

“Yâ Rabbi, ben Hâlid’in yaptıklarından Sana sığınırım” buyurmuştur. (Buhârî, Ahkâm, 35)

Bookmark the permalink.

Comments are closed